• Sonuç bulunamadı

7 2002-2011 ARASINDA TÜRKİYE’NİN SİYASAL, SOSYO-KÜLTÜREL, EKONOMİK YAPISIYLA İLGİLİ KORKULAR

Türkiye’nin 2002 ve 2011 yılları arasını kapsayan döneminde korkular siyasal, sosyo kültürel ve ekonomik açıdan incelenmektedir.

7.1. Siyasal Korkular

3 Kasım 2002 seçimlerinde AKP yüzde 34 oyla seçimleri kazanırken, CHP yüzde 19 oyla meclise girmeyi başaran ikinci parti olur (Akşin, 2005, s.184). Seçimlerde halkın ortaya koyduğu irade köklü partilerin çöküşünün yanı sıra siyasette sağa, sola ve merkeze dair neredeyse tüm dinamiklerin anlamını yitirdiği bir

ortamı doğurur (Tosun, 2003, s.349).Milli Görüş hareketi içinden gelen AKP, her ne

kadar 28 Şubat sürecinden ders alarak yeni bir kimliğin temsilcisi olduğunu ileri sürse de özellikle Atatürkçü ve laik kesimin irticayla ilgili korkularının ve endişelerinin yoğun şekilde yaşandığı bir dönemi beraberinde getirir. Öyle ki bu dönemde konuya en sağduyulu yaklaşan kişiler bile AKP’nin korku nedeni olma ihtimalini yok saymamaktadır (Aktay, 2010, s.86). Bu korkunun kökeninde ise AKP’nin demokrasiyi şeklen kabul ederek uygun zamanda demokrasiye son verip dogmatik İslami bir rejim kuracağı endişesi yatmaktadır (Karpat, 2013, s.253).

123

Bu doğrultuda hareket edildiğinde AKP’nin 3 Kasım seçimlerinin ardından yaşanan dört yıllık süreçte alttan alta yaşanan siyasal çatışmalar, AKP’nin ikinci iktidar döneminde yapılan Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce yoğunlaşarak siyasal krizleri ve aşırı kutuplaşmalara dayanan korkuları beraberinde getirir. AKP’nin ikinci dönemine damgasını vuran bu çatışma hükümet ve hükümet karşıtı odaklar, özellikle ordu ve ordu bağlantılı derin devlet güçleri ve yüksek yargı bürokrasisi arasında bir çatışma olarak kendini gösterir (Özkazanç, 2012, s.98). İrtica korkusunun beraberinde yaşanan bu siyasal çatışma da hükümetin destekleyen Fethullah Gülen’in başında olduğu Gülen Cemaati de etkili bir güç olarak kendini gösterir. Nitekim MGK’nun 2004 yılında yayınladığı raporunda cemaati “tehlikeli ve sinsi irticai bir örgüt” (Hakan, Hürriyet Gazetesi, 2 Aralık 2013) olarak nitelendirirken, cemaatin bitirilmesi gerektiği yönündeki ifadesi cemaate karşı başlatılan savaşı açıkça ortaya koymaktadır.

AKP, siyasal iktidarının ikinci döneminde sadece ordu değil, yüksek yargıyı oluşturan Yargıtay, Danıştay ve Anayasa Mahkemesiyle de çatışmaya girer (Kunt, 2011, s.232). Danıştay 9 Şubat 2006’da okula geliş gidişlerde türban takan bir öğretmenin anaokuluna müdür olmasını sakıncalı bulan bir karara imza atar. Karar AKP Hükümeti tarafından eleştirilirken, bazı dinci gazeteler tepki olarak Danıştay üyelerinin kişisel bilgilerini ve fotoğraflarını yayınlar. Bu tepkiler karşısında Danıştay Başkanı Sumru Çötoğlu yapılan eleştirilerin maksadını aştığı yönünde kamuoyuna açıklama yaparken, kendilerinin hedef gösterilmesini eleştirir. Yapılan bu açıklamadan bir hafta sonra Danıştay’a gerçekleştirdiği silahlı saldırı da Danıştay üyelerinden Mustafa Birden yaşamını yitirir (“Danıştay 2. Dairesi Tartışılan Türban

Kararına İmza Atmıştı”, www.milliyet.com.tr/2006/05/17/son/sontur13.asp,

17.10.211). Danıştay saldırısı ve beraberinde yaşananlar laik ve anti-laik çatışmasının ülkede yaratabileceği kaos ortamının sinyallerini verirken siyasal, toplumsal ve ekonomik düzenin bozulabileceği korkularını da beraberinde getirir.

Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesinde yapılan tartışmalarda laik, anti-laik çatışmalarının ulaştığı nokta ve sonrasında yaşananlar dönemin siyasal korkularını anlamak açısından önemli bir yere sahiptir. AKP’nin cumhurbaşkanı adayı olan Abdullah Gül’ün eşinin türbanlı olması laik kesim tarafından kabul görmezken,

124

şiddetle eleştirilir. Hatta bu dönemde eşi açık birinin köşke çıkması tartışmalarında dönemin kadın bakanlarından Nimet Çubukçu’ nun ismi bile geçer (“Nimet Çubukçu, İlk kadın Cumhurbaşkanı Olabilir”, www. hurriyet. com.tr/ yazarlar/ 6379438. asp, 27.10.2011). Yine bu dönemde komutanlar AKP’li bakanların, cumhurbaşkanı ve vekillerin türbanlı eşlerinin bulunduğu toplantılara gitmeyerek türbana karşı tutumlarını ortaya koyarlar. Bu örneklerden yola çıkıldığında rejim için duyulan korkuların türban nesnesi üzerinden kendini var ettiği sonucuna ulaşılabilir. Nitekim Karpat’ın (2013) ifadesiyle türban meselesi memleketin rejim meselesi haline gelir (s.253). Türban ya da rejim konusunda devletin zirvesinde yaşanan krizin yansımaları kendini meydanlarda yüzbinlerce kişinin katıldığı Cumhuriyet eylemleriyle gösterir. Devletin zirvesinde yaşanan krizin tamamen görünür bir hal alması ise 27 Nisan 2007 gecesi TSK’nın kendi internet sitesinde laikliğe karşı gelişmelere ültimatom verdiği e-darbe ile ivme kazanmış ve nihayet Temmuz 2007 seçimlerinden sonra AKP hakkında kapatma davasıyla en üst noktaya ulaşmıştır (Özkazanç, 2012, s.98). Bu dönemde laik, anti-laik çatışmalarının ulaştığı boyut AKP’nin dört buçuk yıllık iktidarı boyunca umudu ve güveni tazelemek yerine korkuları ve kuşkuları beslediği (“MHP Tavrını Koydu”, www.hurriyet.com.tr/

yazarlar/ 6488488.asp, 29.04 2007)yönünde yorumlanır.

Kapatma davasına paralel yürütülen Ergenekon soruşturması ve iddianamesi ile krizin başka bir evresine geçiş yapılır (Özkazanç, 2012, s.100). Ergenekon Davası 2006 yılında Danıştay saldırısıyla ilgili olduğu ileri sürülen bir yüzbaşının tutuklanması ile başlar. Daha sonra İlhan Selçuk, Doğu Perinçek’in de aralarında bulunduğu yazar, siyasetçi, rektör ve basın mensupları Ergenekon davasıyla ilişkilendirilerek gözaltına alınır (Ülgen, 2009, s.64). Ergenekon davası kapsamında 2008’de Emekli General Veli Küçük’ ün arkasından birçok paşa ve üst rütbeli subay tutuklanır (Karpat, 2013, s.264). Balyoz operasyonu ile darbeye teşebbüsten gözaltına alınan eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ ise yargılamanın ardından müebbet hapis cezasına çarptırılır (Ergenekon’da İlker Başbuğ’a Müebbet”, www.hurriyet.com.tr / gundem / 24462237. asps, Ağustos 2013). Bu anlamda ele alındığında ise bugün gelinen noktada Gülen Cemaati ve AKP Hükümeti arasındaki uzlaşının bozulmasıyla yaşanan siyasal çatışmada Erdoğan’ın danışmalarından Yalçın Akdoğan’ın “Bunlar orduya kumpas kurdular” (Akdoğan’dan Orduya

125

Kumpas Açıklaması, www.hurriyet.com.tr / gundem / 25471638. asp, 30.12.2013) sözleri Ergenekon ve Balyoz davalarında yapılan yargılamaların güvenirliğine gölge düşürürken, kamuoyunda yeniden yargılama ve af tartışmalarını gündeme getirir.

Türk siyasal tarihinde önemli bir yere sahip olan “siyasal vesayet” kavramı devletin güvenliğini içeren korkuların temelinde şekillenir. Dolayısıyla vesayet tehlikelere karşı korunması gereken devletin güvenliği esasına dayanırken, verili kabullerin dışına çıkılırsa kurtarılması gereken nesne yani devlet kurtarılamaz. Kurtarıcılık devletin yararı için sürekli bir fedakârlık ve insanın kendisinden vazgeçişini gerektirir (Kahraman, 2008, s.75). AKP Hükümeti iktidarının kendi varlığı için tehdit olarak gördüğü siyasal vesayeti ortadan kaldırabilmek adına ikinci iktidar döneminde anayasayı değiştirebilmek için referanduma başvurur. Referandumda yüzde 57. 9 ile evet oyu çıkarken, bu sonuç anayasa mahkeme üye sayısını arttırarak askeri mahkemelerin yetkilerini azaltır (Karpat, 2013, s.264). Böylece AKP Hükümeti anayasada gerçekleştirdiği değişiklik ile siyasal vesayeti ortadan kaldırarak milli iradeyi egemen kılar.

AKP’nin üç dönem iktidar olduğu 2000’li yıllarda yaşanan siyasal korkulardan biri de 1980’den beri Türkiye’nin en önemli sorunlarından biri olan PKK terörünün yol açtığı bölünme korkusudur. Bu kanlı süreç Abdullah Öcalan’ın 1999’da yakalanması nın ardından PKK’nın ateşkes ilan etmesiyle 2004’e kadar nispi bir yumuşama dönemine girse de 2004’te silahlı mücadeleye yeniden başlayan PKK mayınlı tuzaklar kurmuş ve sınır karakollarına saldırılar düzenlemiştir (Alpkaya, 2012, s.100). Kürt sorununu çözeceğini ileri süren AKP 2007 seçimlerinden önce “Kürt Açılımı”, “Demokratik Açılım”, “Milli Birlik ve Beraberlik Projesi” gibi adı bir türlü netleşemeyen açılım sürecini başlatır. Fakat 13 askerin şehit olup 8’inin kaçırıldığı Dağlıca baskınının ardından Aktütün Karakolu’na düzenlenen silahlı saldırılarda 6 askerin şehit edilmesi karşısında

kamuoyu ikiye bölünür (“Kürt Sorununda Başa Dönüldü”,

www.cumhuriyet.com.tr/haber/../Kurt_sorununda_basa_donuldu.htm,23.7.2011). Ardı ardına gelen terör eylemleri halkın birbirine karşı korkularını ve düşmanlığını beslerken, bunun sonucunda bazı şehirlerde Kürt kökenli vatandaşlara yönelik saldırılar gerçekleşir. Öyle ki MHP Başkanı Devlet Bahçeli, ırkçı-milliyetçi

126

duyguların arttığı bu dönemde kardeş kavgasına neden olacak provokasyonlara gelmemeleri konusunda partililerini uyarır.

Bu dönemde Habur’da yaşanan görüntüler Kürt Açılımı Projesi’nin sonuçsuz kalmasını sağlayan en önemli etkenler arasında yer alır. Bir grup PKK’lının silahsız bir şekilde Irak sınırından Türkiye’ye giriş yapması ve kurulan geçici mahkemelerde kısa süren yargılanmalarının ardından serbest bırakılmalarının yanı sıra grubun Kürtler tarafından büyük gösterilerle kahraman gibi karşılanması (Alpkaya, 2012, s.100) kamuoyu tarafından tepkiyle karşılanır. Habur sınırında yaşananlar AKP’nin Kürt Açılımı konusunda geri adım atmaya başlamasını beraberinde getirirken BDP’yi destekleyen Hatip Dicle’nin milletvekilliğinin düşürülmesi, KCK tutuklusu milletvekillerinin serbest bırakılmaması üzerine yaşananlar BDP’nin meclisi boykot kararı alması neden olur. PKK lideri Öcalan’ın “Barış konseyi için mutabakata vardık” açıklamasından kısa süre sonra yaşanan Diyarbakır’ın Silvan İlçesi’nde 13 askerin şehit edilmesi ise açılım sürecine son noktayı koyar (“Kürt Sorununda Başa Dönüldü”, www. cumhuriyet.com.tr/ haber/.../ Kurt_sorununda_basa_donuldu. htm, 23.7.2011).

AKP’nin üç dönem iktidarda kaldığı süre boyunca başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet’in temel değerleri için tehdit oluşturduğu düşüncesi temelinde korkuların hakim olduğu anlaşılmaktadır. Rejim için duyulan endişelere dayanan bu korku Cumhuriyet’in kurulduğu ilk günlerden itibaren tüm siyasal yaşamı etkisi altına almıştır. AKP iktidarının ikinci döneminde bu korkunun uzantısı olarak ordu, hükümet ve yargı arasında ciddi boyutlarda gerginliklerin yaşandığı anlaşılmaktadır. Yine bu dönemde aynı korkunun etkisiyle yaşanan laik, anti-laik çatışmasında türban siyasette yaşanan rejim sorununun başlıca göstergesi olarak nitelendirilir. Türbanlı olması nedeniyle Cumhurbaşkanlığı adaylığı uzun süre kamuoyunda tartışılan Abdullah Gül’ün Cumhurbaşkanlığı’nın kesinleşmesi ve YÖK’ün türban yasağının kaldırıldığına dair yayınladığı genelge bu dönemde yaşanan türban tartışmaları son noktayı koyar. Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden önce askerin e-muhtıra olarak isimlendirilen ültimatomu yayınlaması ve ardından Anayasa Mahkemesi’nin AKP hakkında kapatma davası açmasıyla yaşanan gergin süreç, açılan Ergenekon davasında çok sayıda aydın, siyasetçi ve askerin darbe koşullarını yaratmak için

127

toplumu harekete geçirdikleri iddiasıyla gözaltına alınması ve tutuklanması süreçleriyle devam etmiştir. Bu dönemde yaşanan diğer bir korku ise PKK terörünün artmasıyla birlikte yaşanan Türk-Kürt ayrımından doğan bölünme korkusudur.

7.2. Sosyo-Kültürel Korkular

AKP iktidarının ilk döneminde siyasette türban üzerinden gerçekleştirilen rejim tartışmalarının kökeninde yatan geleneksel korkular Tandoğan ve Çağlayan başta olmak üzere ülkenin pek çok kentinde Cumhuriyet mitinglerine katılan binlerce kişinin protesto gösterilerinin nedenleri arasında yer alır. Nitekim Cumhuriyet mitinglerinde AKP Hükümeti’ne verilen mesajların genel yapısına bakıldığında başta laiklik olmak üzere Cumhuriyet’in temel ilkelerinin tehdit altında olduğu algısının temelinde rejim için duyulan endişenin şekillendirdiği toplumsal korkuların yer aldığı anlaşılmaktadır. Toplumsal korkuların oluşumunda siyasilerin kullandıkları dil ve gösterdikleri tavırlar önemli yer tutar. Nitekim Yılmaz, “Ne postal, ne takunya” (www.hurriyet.com.tr / yazarlar/ 6430744.asp, 30 Nisan 2011) başlıklı yazısında Türkiye’deki geleneksel asker ve irtica korkusunun varlığına dikkat çekerken, Tandoğan ve Çağlayan mitinglerini Türkiye’de laiklik ve demokrasiyi korumaya kararlı ciddi bir kitlenin varlığının göstergesi olarak yorumlar.

Bu dönemde üst üste iki seçim kazanan AKP Hükümeti’nin Meclis’in yanı sıra cumhurbaşkanlığını, üniversiteleri, orduyu, adaleti, eğitimi, medyayı kısacası toplumu oluşturan bütün kurumları denetimi altına alarak merkezi bir güç haline geldiği (Kongar, s.11, 27.01.2009) anlaşılmaktadır. Bunun sonucunda hızla siyasallaşan devletin kurumlarına karşı toplumda ciddi bir güven erozyonunun yaşandığı varsayımından yola çıkıldığında oluşan siyasal koşulların yeni toplumsal korkuların oluşumuna zemin hazırladığı söylenebilir. Devletin kurumlarına karşı duyulan güvensizliğin beraberinde getirdiği korkuların oluşturduğu toplumsal tepkiler AKP Hükümetleri döneminde gerek polis gerekse yargı aracılığıyla toplum üzerinde korku üretilerek bastırılmaya çalışılmıştır. Örneğin bu dönemde işçi eylemleri ve öğrenci protestoları polis şiddetiyle bastırılırken, basketbol maçında Cumhurbaşkanını protesto eden sporcular hakkında soruşturma açılmıştır (Kunt, 2011, s.236). Öte yandan dönemin AB’den sorumlu Devlet Bakanı Egemen Bağış’ı

128

yumurta atarak protesto eden öğrenciler hakkında da soruşturma başlatılmıştır

(“Egemen Bağış’a Yumurtalı Saldırı”, www.haber7.com,08.12.2011).

Bu dönemde Şerif Mardin’in kullandığı “mahalle baskısı” kavramının

kamuoyunda tartışılan en önemli toplumsal sorunların başında geldiği

anlaşılmaktadır. Kongar’ın ifadesiyle toplumsal yapılaşmadaki cemaatleşmenin kamu alanını aşıp aileleri ve bireyleri mahalle baskısı altına aldığı(“Mahalle Baskısı Nedir?”,www.kongar.org/aydinlanma/2007/588_Mahalle_Baskisi.php, 27.07.2011) varsayımından hareket edildiğinde, eğitim politikalarının dindar gençlik yetiştirme üzerine kurulu olduğunu açıklayan AKP Hükümeti’nin oluşan mahalle baskılarını destekleyici yöndeki yaklaşımları kamuoyunda insan hakları ve laikliği aykırı adımlar olarak yorumlanır. Öte yandan toplumda devletin kişisel yaşamlara müdahale edebileceği korkularını da içinde taşıması açısından önemli bir yere sahiptir. Toprak, hükümetin güttüğü politikaları ve toplumda yaygınlaşan cemaatleşmeyi toplum mühendisliğinin bir parçası olarak yorumlarken, bu durumun yaşam tarzlarına müdahaleyi de beraberinde getireceği uyarısında bulunmaktadır. Bu anlamda ele alındığında Toprak’ın ifadesiyle aynı kültürel blok içinde farklı olabilmek, cemaatin davranış kodlarına karşı çıkmak hiç de kolay bir durum değildir

(“Mahalle Baskısı Araştırması”, blog.milliyet.com.tr/ mahalle- baskisi-

arastirmasi...mahallenin-baskisi/ Blog, 30.04.2012).

AKP Hükümeti’nin içki yasağının yanı sıra kürtajın yasaklanması konusundaki açıklamaları yaşam tarzlarına müdahale korkularının toplumda daha yoğun yaşanmasına neden olmuştur. Hakan, bu konuyla ilgili olarak AKP Hükümeti’nin herkesin kendileri gibi yaşamaları, kendileri gibi inanmaları, kısacası kendileri gibi olmaları için yasalar ve yasaklar aracılığıyla zor kullanmalarını (“İslam’da Kürtaj”, www.hurriyet.com.tr/yazarlar/20676262.asp,1.06.2012) eleştirir. Toplum mühendisliği sonucunda oluşan ortamda sadece yasalar ve yasaklar değil toplumsal yaşamı denetleme aracı olarak etkili bir güce sahip olan mahalle baskısının korku üretimi ekseninde işlerlik kazandığı sonucuna ulaşılabilir. Buradaki korku yasalar ve yasaklar yoluyla devlet tarafından cezalandırılmanın yanı sıra toplumsal anlamda cemaatten dışlanmayı kaygılarını içinde barındırır. Bu anlamda ele alındığında toplumsal cezalandırılma bazen uç noktalarda kitleyi harekete geçiren

129

linç girişimiyle de yaşanabilir. Örneğin içki yasağının tartışıldığı günlerde Beyoğlu Tophane Semti’nde açılışı yapılan sanat galerisinin kokteyline katılan konukların mahallelerinde içki içilmesinden rahatsız olan bir grup tarafından sopa ve şişelerle saldırıya uğraması(“Sanat Galerisine İçki Saldırısı”, www. hurriyet.com.tr/ gundem/ 26388785.asp, 22.09.2010) siyasiler tarafından oluşturulan korkuların toplumsal yansıması olarak yorumlanabilir.

Yine bu dönemde hükümetin başlattığı Kürt Açılımı projesi ekseninde ele alındığında siyasi korkuların toplumsal yansımalarına örnek olarak Türk-Kürt ayrımından doğan derin kamplaşmadan bahsedilebilir. Bu kamplaşma bazı şehirlerde Kürtlere yönelik saldırılarla kendini göstermeye başlar. Bursa’nın İnegöl İlçesi’nde, Balıkesir’de ve Hatay’da Kürt kökenli vatandaşlara yönelik saldırılar bölünme korkularını daha da güçlendirir. Bu dönemde, Hayat’ın Dörtyol İlçesi’nde dört polis memurunun öldürülmesinin ardından Kürtlere yönelik saldırı ve linç girişimlerinin olduğunun haber alınması üzerine İHD, merkez yönetim kurulu kararıyla bir heyet oluşturulur. Heyet’in yaptığı inceleme sonrasında hazırladığı raporda, Türkiye’nin linç girişimlerinin insanların birbirini boğazlayacak bir duruma doğru hızla ilerlediği uyarısı yapılırken, başta devlet yetkilileri, askerler, siyasetçiler ve sivil toplum örgütleri aşırı korku ve kaygı uyandıran dilin kullanımı konusunda eleştirilir (“Hatay’ın Dört Yol İlçesi’nde Meydana Gelen Araştırma İnceleme Raporu”, ihd.org.tr, 05.08.2010).

7.3. Ekonomik Korkular

2002 ve 2011 yılları arasında Türkiye’nin iktisadi yapısına bakıldığında önceki yıllarda olduğu gibi ekonomik korkuların işsizlik ve gelir düzeyinin düşüklüğünden kaynaklandığı anlaşılmaktadır. 2001 ekonomik krizi sonrasında hükümet IMF ile görüşmeleri sonrasında 14 Nisan 2001 tarihinde Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı (GEGP) adı altında oldukça kapsamlı yeniden yapılanma ve reform programını açıklar (Şahin, 2013, s.255). 2002-2011 arasında olgun yeni liberal iktisadi program aksaksız işletilmiştir, çünkü bu programın yürütülmesine muhalefet edecek sınıflar ve aktörler 1990’lı yılların çalkantılı ortamında iktisadi ve siyasi nüfuslarını yitirmişlerdi. IMF’nin aslında 1990’lı yılların sonundan beri Türkiye’ye dayattığı reformların büyük bir kısmı bu dönemde gerçekleşir.

130

Türkiye’nin iktisadi yapısının müzmin sorunu olan dış kaynak sorunu konusunda önceki hiçbir dönemde bu dönemdeki kadar büyük bir bolluk yaşanmamıştır (Bahçe ve Eres, 2012, s.58). Fakat 2002-2007 dönemlerinde yaşanan yüksek oranlı sermaye akışına rağmen bu durum Türkiye’deki istihdama yansımamıştır. Nitekim küresel kriz öncesinde yüzde 10 olan işsizlik oranının krizle birlikte 5 puan artmıştır (“İstatistiklerde Genç İşsizlik”, www. hurriyet.com.tr / egitim/ 27275308. asp, 12.10.2013). Bu anlamda ele alındığında Boratav’ın (2003) ifadesiyle ekonomi politikalarının IMF denetimi altına girdiğinde 1999 sonrasında bölüşüm ilişkileri sistematik olarak emek aleyhine sermaye lehine dönüşmüştür. 2007’yi 1970’li yılların sonuyla karşılaştıran Boratav, sanayi kesiminin dört misli büyümesine rağmen reel ücretlerin otuz yıl öncesine oranla az miktarda arttığını belirtir (s.202).

2007-2013 yılları içinde 18 Kalınma Planına göre KİT’lerin ekonomideki yerinin azaltılması hedeflenir. Ekonomisinin etkin ve verimli işletilmesini hedefleyen AKP başta Halkbank, Türk Telekom ve Tüpraş olmak üzere çok sayıda kamu kuruluşu özelleştirir (Akkoyunlu, 2011, s.67). Dış kaynak girişiyle tüketim çılgınlığının yaşanmaya başladığı ülkede eğitim ve sağlıktaki özelleştirmelerle beraber tüketim harcamaları artmıştır. Özellikle kentsel çalışan sınıflar için reel gelirlerde ve ücretlerde artışlar olmasına rağmen gelirlerin tüketimi karşılama oranları hızla düşmüştür. Öte yandan bankacılık sisteminin kredi olanaklarını genişletmesiyle birlikte hane halkı hızla borçlanma yoluna gitmesine yol açarken, açık veren hanelerin toplam hane sayısı içindeki oranı 2008 yılında yüzde 40 civarına ulaşırken, emekçi hanelerde bu oran yüzde 50’nin üstüne çıkmıştır (Bahçe ve Eres, 2012, s.63). Özetle AKP hükümeti dönemlerini kapsayan 12 yıllık süreç boyunca ne dış sermayenin çekim merkezi haline gelmiş, ne de KİT’lerin özelleştirilmesinden elde edilen bütçenin gelir düzeyinde ciddi bir artışa neden olduğu söylenebilir. Aksine yabancı sermayenin ülkeye akışı insanları tüketim çılgınlığına sürüklerken, eğitim ve sağlık gibi hizmetlerin özelleştirilmesi harcamaları kat ve kat arttırmıştır. Gelir düzeyleri bu ihtiyaçları karşılamaya yetmeyen bireyler bankaların cazip gösterdikleri kredileri kullanarak borçlanma yoluna gitmiştir. Türk ekonomisinin dışa bağımlılığı ekonominin kırılganlığını da beraberinde getirmiştir. Bu kırılganlık

131

altında enflasyonda gerçekleşen oynamaların olumsuz etkileri tüm toplumsal kesimlerin yaşamına yansımıştır.

Bu dönemde ekonomik korkulara yol açan diğer bir sorunun da tarımsal üretimin düşmesinden kaynaklı yaşanan işsizliğin olduğu anlaşılmaktadır. 2001 yılında uygulamaya konulan Doğrudan Gelir Desteği (DGD) ödemelerinin tarımsal üretimi desteklemek yerine caydırıcı bir nitelik kazanması köylüleri toprağı ekmeden bırakmaya yönlendirmiştir (Bahçe ve Eres, 2012, s.60). Öyle ki 1998-2007 yılları arasında istihdam 9 milyondan 5,6 milyona gerilemiştir. Bu anlamda ele alındığında, tarımsal fiyatlarda gözlenen bozulma tarımsal istihdamda çarpıcı bir daralmayı oluşturur (Boratav, 2003, s.60). Bu durum topraklarını bırakan köylülerin hızla kentsel iş gücü piyasalarına yönelmesine neden olurken, kentsel işsizler ordusunun büyümesi sonucunu da beraberinde getirir (Bahçe ve Eres, 2012, s.60).

Sonuç olarak 2001 krizini izleyen yıllar istihdam yaratmayan bir büyüme olarak nitelendirilmektedir. Bunun paralelinde yaşanan işsizlik oranlarında ve gelir düzeylerinde önemli artışların gerçekleşememesi ve ekonominin dışa bağımlığının oluşturduğu kırılganlıklar enflasyon oranındaki artışının beraberinde korkuların yaşanmasına zemin hazırlamıştır. Dönemin bir diğer önemli özelliği ise tarımsal üretimin düşmesiyle köyden kente göçün yaşanması ve yabancı sermayenin artışıyla