• Sonuç bulunamadı

C- Literatür ve Yöntem

1.1. VAKIFLAR

1.1.2. Vakfın Tarihi Gelişimi

Vakfın başlangıcı hakkında, üzerinde ittifak edilen herhangi bir tarihi hadise görünmüyor. Bununla birlikte İslam’da bu hayır geleneğinin, İbrahim Peygamber tarafından Kâbe-i Muazzama’nın vakfedilmesiyle başladığı kabul edilir.116 İslamiyet’ten önceki Arap

toplumunda vakıf müessesesinin mevcut olup olmadığı da tartışma hususudur. Ancak İslâm öncesi Araplarda bazı dinî hizmetler için, bazı malların veya gelirlerin tahsis edildiği

112 Ahmet Akgündüz, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, (Ankara: Osmanlı

Araştırmaları Vakfı Yayınevi, 1988), 209.

113 Akgündüz, age, 401.

114 Hilmi Ziya Ülken, “Vakıf Sistemi ve Türk Şehirciliği”, Vakıflar Dergisi, S. IX, (1971):13.

115 Zekai Baloğlu, “2000’li Yıllarda Daha Sağlıklı Bir Demokrasi ve Sivil Toplum Nasıl Yaratabiliriz: Üçüncü

Sektörün Rolü”, Daha Sağlıklı bir Demokrasi ve Toplum için Türkiye Vakıflar ve Dernekler (Sorunlar ve

Değişime Yapısal Uyum Önerileri) Sempozyum Bildirisi, (İstanbul: TÜSEV, 2000), 10.

bilinmektedir.117 Bugünkü anlamıyla vakfetme geleneğinin ilk örneğini ise bizzat vakfın Peygamber Efendimizin hayatında görüyoruz. Bir hadis-i şerifinde Hz. Peygamber’in118 vakfa işaret ettiği, bu hadisteki sadaka-i câriye mefhumu ile vakfın kastedildiği ileri sürülmektedir119

Peygamber Efendimizin vakfetmeye dair kendi uygulamasıyla ilgili kıssa şöyledir: Benî Nadir kabilesinden bir Yahudi olan ve daha sonra Müslümanlığa geçen Muhayrık isimli sahabe, vasiyet yoluyla Hz. Peygamber’e 7 adet bahçe bağışlamıştır.120 Medine’ye

Hicret’inden sonra Muhayrık öldürülmüştü. Hz. Muhammed ise Uhud Savaşı akabinde kendisine vasiyet edilen bu malları ihtiyaç sahipleri için vakfetmiştir.121 “Hz. Peygamber,

vefatından sonra tereke olarak beyaz bir katır, bir silah ve yolculara vakfettiği (sadaka) Fedek ve Hayber’deki arazisinden başka bir mal bırakmamıştır.” denilmektedir.122

Hz. Muhammed (s.a.v.) İslam’daki mütekamil manasıyla ilk vakıf kurucusudur.123

Sonrasında onu takiben diğer halifeler, sahabeler, yöneticiler, tüccarlar ve zamanla halktan gücü yetenler de vakıf kurmaya ve bu müesseseleri yönetmeye, yönetimiyle ilgili kurumsal ilkeler ihdas etmeye devam etmiştir. İslâm Peygamberinin hâl-i hayatında vakıf uygulamasını başlatması, sonrasında ise ashabının bu hayra gösterdiği teveccüh, güçlü rağbet, kısa sürede yayılan İslam’la birlikte ulaştığı her yerde hayata geçirilen dinî müesseselerden biri haline gelmiştir.124 Hz. Ömer’in Medine’de bulunan bir hurma

bahçesini Resul-i Ekrem’in “Aslını habs ve semeresini tasadduk eyle” tavsiyesi üzerine vakf ettiği bilinmektedir.

Eski Türkler ’de Vakıf

Vakıf kavramıyla ilgili bilgiler, ilim adamlarını değişik kaynaklara götürmektedir. Vakıf müessesesine İslâmiyet’ten önceki Türklerde de rastlandığını söyleyen görüşler

117 İsmet Kayaoğlu “Vakfın Menşe-î Hakkında Görüşler”, Vakıflar Dergisi, S.XI, (1976): 50-51.

118Ebû Hüreyre’den rivayet edildiğine göre Resûlullah şöyle buyurdu “İnsan ölünce, üç ameli dışında bütün

amellerinin sevabı kesilir: Sadaka-i câriye, kendisinden istifade edilen ilim, arkasından dua eden hayırlı evlât.”; Müslim, Vasiyyet 14. Ayrıca bkz. Ebû Dâvûd, Vasâyâ 14; Tirmizî, Ahkâm 36; Nesâî, Vasâyâ 8).

119 Bahaeddin Yediyıldız, Türk Vakıf Kurucularının Sosyal Tabakalaşmadaki Yeri 1700-1800, C. III (İstanbul:

Osmanlı Araştırmaları Yayınevi, 1982), 155.

120Maverdî, Ahkâmu’s-Sultâniyye (İslâm’da Hilâfet ve Devlet Hukuku), Tercüme: Ali Şafak, (İstanbul: Bedir

Yayınları, 1976), 189.

121Ahmet Akgündüz, İslâm Hukukunda ve Osmanlı Tatbikatında Vakıf Müessesesi, (İstanbul: OSAV, 1996),

64.

122 Köprülü, agm, 9.

123 Nazif Öztürk, Elmalılı Hamdi Yazır Gözüyle Vakıflar, (Ankara: Türk Diyanet Vakfı Yayınları, 1995), 122.

vardır. Türk vakıf müessesesinin ilk yazılı vesikası olarak, Kral Hattusilis tarafından bir taş üzerine yazdırılan M.Ö. 1280-1290 yıllarına ait bir Hitit tableti gösterilir. Boğazköy kazılarında elde edilen bu tablet İstanbul Arkeoloji Müzesi’nin Eski Şark eserleri kısmında 2026 numarada kayıtlıdır.125

Kanıt olarak kabul edilen diğer eski Türk vakfiyesi de Uygur Türklerine ait olup Doğu Türkistan'ın Turfan kasabasında bez üzerine yazılan bir vakfiyedir ve 12. yüzyıla tarihlenmiştir. Bu vakfiye, Vakıflar Genel Müdürlüğü Arşivinde mevcuttur.

Türklerin İslamiyet’i kabulü sonrasında, Abbasi Devleti’nin yıkılması ve yerine Selçuklu Devleti’nin kurulmasıyla doğudaki Müslüman halk Türklerin egemenliğine girmiş, bu suretle Türkler İslam dinî ve hukukunun geliştirdiği vakıf müessesesini yaygın hale getirmeye başlamışlardır. Bu müessese Türklerin, iktisadî ve sosyal hayatlarında yüzyıllar boyu tesirli bir rol oynamıştır. Sadece fakirlere yardım etmek gibi bir çerçevede kalmamış, aynı zamanda fikir, kültür, irfan ve imar gibi müesseseler üzerinde de derin izler bırakmıştır.126

11. yüzyılın ikinci yarısından itibaren Anadolu’ya yerleşen Türkler, bu yurtta birçok siyasî teşekkül meydana getirmişlerdir. Bunlardan en büyükleri; Anadolu Selçukluları, Osmanlı Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türk-İslam devletlerinde ve toplumlarında bilinen vakıf kurumu, en yaygın ve gelişmiş biçimiyle ise Osmanlı Devleti’nin hüküm sürdüğü dönemde ve coğrafyada uygulanmıştır. Osmanlılar döneminde, imar ve iskân sisteminin önemli bir unsuru olarak görülen bu kurum, köylerin, mahallelerin, şehirlerin kuruluşu, gelişmesi ve kent kültürünün yaygınlaşmasında önemli roller üstlenmiştir. Kasaba ve şehirlerin fizikî yapısını, iç dokusunu belirleyen, toplumun ihtiyaç duyabileceği birçok kurumu ve yapıyı oluşturmuştur. Bunlar arasında eğitim, öğretim, sağlık, din, sosyal yardım, kültür, ulaşım, ticaret ve belediye kurumlarına ait pek çok yapı türü, hep vakıflarca oluşturulmuştur. Adı geçen kurumlardaki hizmetler de yine vakıf sistemi tarafından yürütülmüştür.

125 Halim Baki Kunter, “Türk Vakıfları ve Vakfiyeleri”, Vakıflar Dergisi, C.1, (1938), 117.

126 Hasan Güneri, “Türk Medeni Kanunu Açısından Vakıflar Araç Kavramı ve Amacına Göre Vakıf Türleri”,

Roma ve Bizans’ta Vakıf

Vakfın geçmişiyle ilgili önemli kaynaklardan biri de Roma ve Bizans hukukudur. Bunlardan Roma hukuku zayıf bir ihtimal görünürken, Bizans hukuku nazariyesi şarkiyatçılar tarafından güçlü bir şekilde savunulmaktadır.

İtalyan hukukçusu Gatteschi’ye göre İslâm, vakıf müessesesini, eskiden Roma'ya tâbi olan topraklardaki yerli halktan iktibas ve taklit etmiştir. Vakıf müessesesinin tâbi olduğu hukukî şartlar, Roma hukukundaki tâbi bulunduğu şartlardan alınmıştır.127

Morand ise vakıf hakkındaki geniş makalesinde bu kurum hakkında özetle şu görüşü savunur: “İlk Müslümanlarda hayır müesseseleri kurma fikri vardı. Kendi geleneklerine aykırı gelen bazı hükümlerden kurtulmak için, dinî ahkâma aykırı düşmeyen bir formüle yöneldiler. Böylece Doğu Roma İmparatorluğu'nun Roma Hukuku'ndan esinlendiler.”128

Vakfın menşei nazariyesini Roma hukukuna dayandıramayan bazı şarkiyatçılar bu defa vakfın çıkış noktasını Bizans hukukunda aramaya başlamışlardır. Esasen Fuad Köprülü İslâm vakfının menşeini açıklarken bunun eski Roma hukukundan değil, Bizans hukukundan esinlenilerek geliştiğinden ısrarla bahseder.129

Vakıf müessesesinin Bizans hukukuna dayandığı görüşünü Ebululâ Mardin tenkit etmektedir. Yazara göre vakıf usulü Garp hukukunda ancak 18. asırda çıkan medeni kanunlarda yer almıştır.130 Ancak mimari eserleri ile ön plana çıkan Roma ve Bizans’ın

eserleri Osmanlı döneminde geliştirilerek birçok vakıf abide eserine ilham verdiği söylenebilir.

Osmanlı Devleti’nde Evkâf Nezâreti Öncesi Vakıf Müessesesi

Osmanlı Devleti’nde vakıf kurumunu nezâret öncesi ve nezâret sonrası olarak ikiye ayırarak ele almak yerinde olacaktır. 1826’ya kadar nezâret öncesi dönem aşağıda kısaca özetlenmiştir. 1826 sonrası dönem ise bir sonraki bölümde ayrıntılı olarak incelenecektir.

Osmanlı Devleti vakıf müessesesini daha önceki İslam devletlerinde olduğu gibi korumuş, gözetmiş ve geliştirmiştir. Osmanlı Devleti’nde vakıflar kamusal hizmet alanı olan

127 Köprülü, 1954, 503

128 İsmet Kayaoğlu, “Vakfın Menşei Hakkındaki Görüşler”, Vakıflar Dergisi. S.11, (1976): 54. 129 Köprülü; 1992:1-37

sağlık, eğitim, bayındırlık vb. birçok sektörde faaliyet icra etmişlerdir. Başta padişah ve hanedan mensupları olmak üzere devlet yöneticileri, asker, ulemâ ve halktan zengin olan pek çok şahıs vakıf vücuda getirmiştir. Bunun sonucunda medreseler ve kütüphaneler gibi ilim müesseseleri; hastane, han, hamam ve kervansaray gibi sağlık ve sosyal yardım müesseseleri; çeşme, sebil, köprü, yol gibi bayındırlık eserleri vücuda gelmiştir.

Osmanlı sistemi içinde vakıf müessesesinin, yalnız dinî hayatla sınırlı kalmayarak, toplumun bütün sosyal hayatı üzerinde önemli etkiler yapacak derecede geliştiği ve yerleştiği görülmektedir. Bazı kamu hizmetlerinin vakıflar eliyle düzenlenmesi sayesinde hem toplum düzenine hem de devlet bünyesine önemli katkıları olmuştur. Mesela Osmanlı devlet sisteminde eğitim ve öğretim hizmetlerinin tamamı, sağlık ve sosyal yardım hizmetlerinin ise önemli bir kısmı vakıflar vasıtasıyla yürütülmekteydi. Hatta ilk yıllarda fethedilen yerlere, yerel halkın fukarasını gözetmek ve doyurmak için önce imâretler açılmıştı.

Osmanlı’da devlet idaresi vakıf kuracaklar için çeşitli kurallar koymuştur. Vakıf kurmayı ve yönetmeyi kurumsal hale getirmiştir. Bu amaçla işi baştan sıkı tutarak; bir vakıf kurmak için gerekli şartları sağlayan kişileri, kadı huzuruna gelip hazırladıkları vakfiyeyi onaylatarak vakfın hukukî bir statü kazanmasını zorunlu hale getirmesi ve bir vakfa yönetici (nâzır) tayin edilmesi veya mütevellîler aracılığıyla yönetilmesi vakıf yönetiminin ne kadar ciddiye alındığının bir göstergesi olmuştur.131

Osmanlı’da vakıflar; “dinsel hizmetler, eğitim ve kültür kurumları, sivil ve askeri kurumlar, iktisadî alan, sosyal kurumlar” olarak sıralanabilir. Vakıflar bu başlıklar altında; cami yapımı, kütüphanelerin kurulması, bahçelerin tefriş ve düzenlenmesi, çarşı, bedesten, han, dükkân inşası ve kullanımının sürdürülmesi, hastaneler, cüzzamlar yurdu yapılması, çeşme, sebil, su kemeri inşası ve kullanımının sürdürülmesi, okçu dergâhlarının kurulması vb. hizmetleri sağlamışlardır.

Osmanlı vakıf kurumu; önceki İslam devletlerinden kendisine intikal eden vakıfları; “evkâf-ı kadime”, mirî arazinin temlîki suretiyle kurulan vakıfları; “evkâf-ı irsadiye” ve Osmanlı tebaasından hayırsever kimselerin sırf kendi mülklerinden ayırdıkları mallarla tesis ettikleri “evkâf-ı sahîhâ-i lâzime”,132 19. yüzyılın başına kadar çeşitli makamlar marifetiyle

131 Kazıcı, age, 103.

132 Öztürk, age, 187; Elmalılı Hamdi Yazır, İthaf-ül-Ahlâf fî Ahkâm-il-Evkaf, (Ankara: VGM Yayınları, 1977),

yönetilmiş ve korunmuştur. Ancak bu yönetim sadece kontrol ve kayıt amaçlı olup, vakıflar kendi vakfiyelerinde yazıldığı ve vakfedildikleri amaç doğrultusunda hizmetler görmeye devam etmiştir.133 Vakıflar üzerinde, hükümetlerin doğrudan hiçbir müdahalesi

olmamaktaydı. Kadı huzurunda yapılan duruşma sonunda, şer’iyye sicillerine yapılan tescîlin haricinde merkezî bir tescîl makamı bulunmadığı için, Osmanlı tebaasından hayırsever kimselerin sırf kendi mülklerinden ayırdıkları mallarla tesis ettikleri “evkâf-ı sahîhâ-i lâzime” adıyla anılan vakıfların birçoğunun varlığından merkezî hükümet çoğu zaman haberdar bile olmuyordu. Bu vakıflar, vakıf kurucularının belirlediği şartlara, serbest ekonomi kurallarına ve yerinden yönetim esaslarına göre idare ediliyordu. Elbette vakıfların, hükümetlerin doğrudan müdahalesinden uzak ve kurucuların koyduğu kurallara göre idare edilmiş olması, hiçbir kurala tabi olmaması ve hiçbir makam tarafından denetlenmemesi anlamına gelmemektedir.

Osmanlı Devleti’ne çeşitli zamanlarda vakıfların yönetimine idareciler atanmıştır. Kuruluş aşamasında Orhan Gazi (1326-1359) Bursa’da yaptırdığı cami ve zâviyenin idaresini veziri olan Sinan Paşa’ya 1358 yılında vermiştir. Bu nedenle Osmanlı’da ilk evkâf nâzırı olarak Sinan Paşa kabul edilebilir. Yine Yıldırım Bayezid (1389-1402) ve Çelebi I. Mehmet (1413-1421) vakıflarının nezâretini kadılara havale etmişlerdir. Kadılar hem bulundukları bölgelerdeki vakıfları teftiş etmeye ve hem de vakfiyeleri tasdik etmeye yetkili olmuşlardır. II. Mehmet’te, İstanbul’da yaptırdığı hayır eserleri için kurduğu vakıflarının idaresini 868/1464’de Veziriazam Mahmud Paşa'ya ve sonrasında 872/1467-8’de Veziriazam İshak Paşa’ya bırakmıştır.134

Osmanlı Devleti’nde vakıfların kontrolü her dönemde titizlik gösterilen bir husus olmuştur. Devletin idari, mali, siyasî ve kültürel müesseselerinde olduğu gibi, kuruluşundan itibaren vakıflar da doğrudan doğruya kadının gözetim ve denetimi altında bulunuyordu. Kadılar, mütevellînin yönetimi üzerinde sürekli ve mutlak bir denetim icra ediyor, her an hesapların tetkikini isteyebiliyor, gelirin vâkıf tarafından öngörülmüş hayır şartlarına uygun olarak harcanıp harcanmadığını araştırabiliyordu.135

133 Bu vakıflar, vakıf kurucularının belirlediği esaslara vakfiye şartlarına göre, serbest ekonomi kuralları ve

yerinden yönetim esaslarına göre idare ediliyordu. Genelde vakıf yöneticisi; hayatta olduğu sürece vâkıfın kendisi oluyor, ölümünden sonra da evladı ve akrabası yönetici oluyordu. Kuşaktan kuşağa intikal eden bu yönetim biçimi, aile fertlerinin için bir aile işletmesi gibi vakfı yönetmelerini getiriyordu; Öztürk, age, 187.

134 Kazıcı, age, 109.; Seyit Ali Kahraman, Şer’iyye ve Evkaf Nezâreti, Kitabevi Yayınları, İstanbul 2006, 2. 135 Öztürk, age, 65.

Osmanlı Devleti’nde 16. yüzyılda Harameyn Evkâf Nezâreti adında, padişahların, eşlerinin, annelerinin ve paşaların vakıfları ile darussaâde ağaları136 ve mensupları

vakıflarının nezâretleri birleştirilerek merkezde vakıf yönetimi 4 daireden oluşturulmuştur.137 Daha sonra bu vakıflara 8 daire daha eklenmiştir.138 Osmanlı Devleti'nde

divanda vakıf işleri görüşüldüğü sırada selâtin vakıflarının nâzırı dâru’s-saâde ağası, Haremeyn vakıfları müfettişi,139 evkâf muhasebecisi ve mütevellîler hazır bulunurdu. Devlet

hizmetleri ile vakıf hizmetleri birbirine sıkı bir şekilde bağlıydı. Şehir ve kasabalarda halkın bayındırlık, eğitim-kültür, sağlık ve sosyal yardım hizmetleri büyük ölçüde özerk yönetilen vakıflar tarafından karşılanıyordu. Bundan dolayı, Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti’nin kuruluşuna kadar, vakıflarla ilgili meseleler divanda görüşülür, alınan kararlar da kayda geçirilirdi.

I. Abdülhamid, “Hamidiye vakıfları” adı ile kurduğu meşhur vakıflarının nezâretini darussaâde ağalarına, kaymakamlığını da yazıcılarına şart kılmak suretiyle üç zorunlu memuriyetten mürekkep, müstakil bir yönetim haline getirmiştir. I. Abdülhamid’in kendi vakfı hakkında kurduğu yönetim biçimi sonradan “Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti”nin esasını teşkil etmiş olmakla beraber “Evkâf-ı Hamidiye”, Haremeyn Nezâreti'nin bir şubesi durumuna girmiştir. Çeşitli değişikliklerden sonra II. Mahmud kurduğu vakıflarını, I. Abdülhamid’in kurduğu Hamidiye vakıflarına katarak yönetimini “Darphâne-i Âmire Nezâreti”ne vermiştir.

Evkâf-ı Hümayûn Nezâreti Sonrası (1826) Vakıf Müessesesi

Kurumsal olarak vakıflar mütevellî140 veya nâzır141 denen kişilerce yönetilmiştir.

Vakıf paraların nemalandırılması, merkezî bir yönetim teşkil edilinceye kadar vakfiye

136 Bu nezâret Muharrem 995/Aralık 1586 tarihinde kurulmuştur. Ancak 2 Recep 996/28 Mayıs 1588 tarihli bir

belgeden anlaşıldığına göre Dârüssaâde ağalarına Haremeyn Evkaf nezâreti verilmiştir. Bkz. Seyit Ali Kahraman, age, 2.; Ali Himmet Berki, Vakıflar, (İstanbul: Cihan Kitaphanesi, 1946), 40.

137 1- Evkâf-ı Haremeyn Müfettişliği, 2- Evkâf-ı Haremeyn Muhasebeciliği, 3- Evkâf-ı Haremeyn

Mukataacılığı, 4-Dar'üs-Saade yazıcılığı, Öztürk, age, 76.

138 5-İstanbul kadısı, 6-Galata kadısı, 7-Üsküdar kadısı, 8-Eyüp kadısı, 9-Kaptan Paşa 10-Yeniçeri Ağaları, 11-

Sekbanbaşı, 12-Bostancıbaşı ile toplam 12 daireye ulaşmıştır. Öztürk, age, 76.

139Dârüssaâde ağalarının yönetimindeki "Haremeyn Nezâreti’ne bağlı ve Muharrem 995/Aralık 1586 tarihinde

kurulmuş kanunî bir memuriyettir. Bütün evkaf-ı hümâyûn ile Haremeyn vakıfları ve mülhakatına bakardı. Bu göreve ilk defa büyük âlim Amasyalı Mehmed Efendi tayin edilmiştir.

140 Vakfın işlerini yürütmek üzere tayin edilen kimsedir. Mütevellî herhangi bir şahıs olabilir; yeter ki mütevellî

olmak için lazım olan vasıfları haiz olsun. Bazı vakıflar, vakıflarının tevliyetini makamlara şart eylemişlerdir.

141 İslâm devletlerinde çeşitli kurum ve kuruluşların denetleyicilerini ifade eden terimdir. Vakıf hukukunda ise

vakfı denetleyen kişi anlamında “nâzır” denilmektedir. Bunun da vakıf geleneğinde üç türü vardır. Birincisi, vakıf yapan kişinin şartnamede bizzat kendisinin nâzır olmasını şart koşmasıdır. İkincisi, aile fertlerinden veya başka birini tayin etmesidir. Üçüncüsü ise devletin ilgili biriminin nezârete yetkili olmasıdır. Bunlardan her

esasları doğrultusunda mütevellîler tarafından yapılmıştır.142 Bu vakıfların yönetimi ve

denetimi, devletin (idari, mali, siyasî ve kültürel) diğer müesseselerinde olduğu gibi kuruluşundan itibaren doğrudan doğruya kadının gözetim ve denetimi altında bulunuyordu.143

Evkâf-ı Hümayûn Nezâreti öncesi dönemde vakıfların yönetimi vakıf kuran padişah, diğer hayır sahibi devlet ile saray erkanı tarafından nezâretleri, sadrazam, şeyhülislâm, dârüssaâde ağası ve İstanbul kadısı gibi yüksek devlet memurlarını görevlendirirlerdi. Sadrazama bağlı vakıfların yönetimi, vezir müfettişi adındaki bir görevli tarafından yürütülürdü. Vakıflarla ilgili anlaşmazlıklara ise, şehir ve kazalarda kadı ve nâibleri bakardı. Öte yandan İstanbul'da üç, Edirne ve Bursa’da birer tane olmak üzere yalnızca vakıflarla ilgili davâlara bakan müfettiş kadılar da vardı.144 Kadılar, mütevellînin yönetimi üzerinde

sürekli ve mutlak bir denetim icra ediyor, her an hesapların tetkikini isteyebiliyor; gelirin vâkıf tarafından öngörülmüş gayeye uygun olarak harcanıp harcanmadığını araştırabiliyordu. Uzun vadeli kiralama, mübâdele, ödünç alma, dava açma veya müdafaa hazırlama gibi vakıflarla ilgili önemli konuları karara bağlıyordu.145 Vakıf mütevellîleri, ayrı

bir nâzırı bulunsa bile, bazı tasarrufları yapabilmek için, “velâyet-i âmme” sıfatıyla hâkimin (kadının) reyini almak mecburiyetinde idi. Böyle bir durumda vakıfların merkezileşmesi ve nezâretlerinin değişik kişi, kuruluş ve makamlar tarafından yürütüyor olmasının, vakıfların yönetiminde, merkezî bir idareye geçiş ortamını hazırladığı söylenebilir.146

II. Mahmud (1808-1839) dönemindeki reformlarından en önemlisi olarak, 1826 yılında Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması ve sonra devlet merkez teşkilatını yeniden

biri hasbî yani ücret almadan bu görevi yapabildiği gibi, bu hizmet mukabilinde belli bir oran üzerine ücret de ödenebilir.

142 Öztürk, age, 139;

143 Evkaf Nezâreti öncesi dönemde vakıfların denetim ve kontrolünden büyük ölçüde kadılar ve kazaskerler

sorumlu olmuştur. Genellikle vakfın bulunduğu yerin kadısı, o bölgedeki vazife ve görevler için kendisine yapılan başvuruları kapsamlı bir şekilde incelemiş, araştırmış ve durumu İstanbul’a iletmiştir. 17. yüzyılda kazaskerlerin yetkilerinden birçoğunun şeyhülislamlara devredilmesi, ilmî cihetlerin tevcihinde şeyhülislamları etkin kılmıştır. Bkz. Talip Ayar, “Osmanlı Vakıf Geleneğinde Cihet Uygulaması”, Abant İzzet

Baysal Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, C. 18, S. 1, 2018, 297.

144 Ali Akyıldız Tanzîmât Dönemi Osmanlı Merkez Teşkilatında Reform (1836-1856), (İstanbul: Eren Yay.

1993), 97.

145Yediyıldız, age, 181. 146 Akgündüz, age, 277.

düzenlemesi gösterilebilir.147 Bu yıl ayrıca Evkâf-ı Hümayûn Nezâreti’nin kurulduğu yıl

olarak vakıf idare tarihi açısından da önemli bir dönemdir.148

Evkâf-ı Hümayûn Nezâreti’nin kurulması ile ilgili iç ve dış etkilere dayalı çok yönlü sebepler bulunmaktadır. Bunları, çok dağınık vaziyette olan vakıf yönetiminin merkezde toplanması ve böylece devlet yönetiminin merkezî bir anlayışla yeniden düzenlenmesinin yanı sıra vakıf kaynaklarından, devletin farklı alanlarda istifadesine imkân hazırlamak şeklinde özetlemek mümkündür. Bir diğer amaç olarak, dinî çevrelerin (ulemânın) gücünü kırmak düşüncesi de ön plana çıkmaktadır. Ulemânın ve şeyhülislâmlık makamının ekonomik gücünü aldığı önemli bir kuruluş olan vakıflara müdahale, bu makamların ekonomik bağımsızlığını kaybetmesine ve bürokratik gücünün zayıflamasına yol açtığı söylenebilir.149

Evkâf-ı Hümâyûn Nezâreti H.1242/ M. 1826 yılında, Darphane-i Âmire Nezâreti’ne bağlı vakıfların idaresi için kurulmuştur.150 Nâzırlığa ise eski Darphane nâzırı ve mütevveli

kaymakamı Hacı Yusuf Efendi getirilmiştir.151 Bu nezâret, kuruluşunda Kesedarlık152,

Zimmet Halifeliği153 ve Sergi Halifeliği154 unvanıyla üç daireye ayrılmıştır. 1831 de

Defterdâr-ı Şıkk-ı Evvel, Reisülküttâb ve İstanbul, Galata, Eyüp, Üsküdar kadıları ve

1471826 da yeniçeriliğin kaldırılmasıyla nâzırlıkları yeniçeri ve sekbanbaşı ağalarına şart edilmiş olan özel

vakıfların yönetimi de ilâve edilince idare daha da büyümüştür. Bkz. Kahraman, age, 5.

148 Evkaf Nezâreti kurulmadan önce vakıflar, Fatih devrinde Sadr-ı Âli Nezâreti, II. Beyazıd devrinde Şeyhül

İslam Nezâreti, Kanuni devrinde Kapuağası Nezâreti daha sonra Evkaf-ı Haremeyn Nezâretine dönüşmüştür. Evkaf-ı Hümâyûn Müfettişliği, Evkaf-ı Harameyn Mukataacılığı gibi adlarla teşkilatlanmalara rastlanmıştır. Bkz. Akgündüz, age, 1988, s.276-277.

149Vakıfları tek bir kurum ve yetki altında toplayan padişah, Ulemânın önemli bir gelir kaynağı olan vakıfları

doğrudan doğruya devletin denetimine sokarak, vakıf gelirlerinin devletin kontrolüne girmesinin ve ilmiyyenin daha sıkı hiyerarşik bir örgüt hâline gelerek dinî işlere hasredilmesinin, din kurumu denetiminin merkezîleştirilmesinin yolunu açmıştır.Bu durum hem ulemâyı merkeze daha bağımlı bir hâle getirip