• Sonuç bulunamadı

C- Literatür ve Yöntem

1.2. Osmanlı Devleti’nde Para Vakıfları

1.2.3. Para Vakıflarının Sermayelerini İşletme Usulleri

1.2.3.1. Muâmele-i Şer’iyye

Hanefî fıkhında, vakıf birine borç verir karşılığında bir akarı rehin misali alır ve kiraya vererek işletirse buna beyʹül-istiğlâl ve muâmele-i (muâmele-i şeriyye/meriyye) adı verilir. Bu yöntem borç verirken zarar etmeme ilkesine dayanmaktadır.209 Vakıf paraların işletilme yöntemlerinden en yaygın olanı muâmele veya muâmele-i şerʹiyye adıyla ifade edilen yöntemdir. Vakfiyelerde genellikle bu usul şart koşulmuştur. Muâmele-i şerʹiyye “kanuna uygun işlemler” anlamına gelmektedir.210

Bu usulle parayı işletmeye “istirbah (kâr getirmek üzere paranın işletilmeye verilmesi)”, “istiğlâl (gelir getirme)”, “murâbaha”, “muâmele-i şer'iyye” veya “murâbaha-i mer'iyye” denir. Paranın getirisine “ribh (kâr) ve nema (gelir)”, parayı “ribh=nemâ” getirmek şartıyla işletmeye vermeye de “ilzâm-ı ribh” veya “ilzâm” denir. Kârlı veya kârsız paranın borca verilmesine de “idâne” denir.211

Muâmele-i şer’iyye, iktisadî zorunluklar, halk arasında örf ve adetlerinin baskısı ve hayır yollarını kapamamak gayesi ile İslam hukukunda “beyʹuʹl-îne” diye bilinen bir çeşit satım sözleşmesi geliştirilmiş ve resmiyet kazandırılmıştır. Beyʹuʹl-îne, bir malın vadeli olarak satılıp müşteriye teslim edildikten sonra, müşteri bedelini ödemeden aynı malı aynı kişiden peşin olarak daha az bir bedelle satın alınmasıdır.212

Çatalcalı Ali Efendi vermiş olduğu bir fetvasında bey’uʹl-îne’yi şu şekilde açıklamaktadır:

“Ödünç veren, ödünç alana bir malını vadeli bir şekilde satar ve malı ona

teslim eder. Sonra ödünç alan, malı aldığı fiyattan daha azı ile üçüncü bir şahsa satar. Bu üçüncü şahıs da onu, ödünç verene, malın ona ulaşmasını sağladığı için,

208 Özcan, age, 289. 209 Kudat, agm, 267.

210 Yediyıldız, age 2003, 142. 211 Çağatay, agm, 42.

212 Hüsnü Koyunoğlu “Para Vakıfları: Muhasebe Defterlerine Göre 17. yüzyıl İstanbul Uygulaması” Din

aldığı fiyatla satar ve satış bedelini alır, parayı ödünç isteyen şahsa verir. Böylece ödünç isteyen, ödünce (karz) nail olurken, ödünç veren için de kâr (rıbh) meydana gelmiş olur”.213

Bey’uʹl-îne, Şafiilere göre caiz, Mâlikiler, Hanbeliler ve Hanefîlerin çoğunluğuna göre ise caiz değildir; fakat buradaki caiz olmama mutlak değildir. Hanefî mezhebindeki iki görüş Ebussuûd Efendi tarafından te’lîf edilerek, bazı şartları taşıdığında caiz olur neticesine varılmıştır. Özetleyecek olursak, eğer satıcı veya ödünç veren şahıs sattığı mal veya ödünç verdiği para geri kendisine dönüp de zilyetliğini kazanmadığı takdirde bu sözleşme caiz olur; eğer bu mal veya para satıcıya dönüp satıcı zilyetliğini kazanırsa caiz olmaz.214

Beyʹuʹl-îne, bu şekli “muâmele-i şer'iyye” adıyla vakıf paraların işletilmesinde kullanılmıştır. Bu usule kanuni çözüm manasında “hîle-i şer’iye” denmiştir. Ancak, “faizdir” veya “Allah’ı aldatmaktır” diyenlerin hatalı olduğu belirtilmiştir. Ebüssuûd Efendi yumuşak bir uslub kullanarak “haram dememek gerek” demiş, İbn-i Kemal de “hile Allah’ı aldatmaktır” diyene taʹzir215 cezası gerektiğini söylemiştir.216

Muâmele-i şer’iyye konusunda Şeyhülislam Ebüssuûd Efendinin ağırlığı hissedilmektedir. Bu konudaki uygulamalar genellikle onun görüşleri etrafında şekillenmiştir. Muâmelenin nasıl yapılacağı, çeşitli durumlarda nasıl davranılacağı ile ilgili çok sayıda fetvası bulunmaktadır. Muâmele-i şer’iyenin nasıl yapılacağı konusunda Ebüssuûd Efendinin fetvası şöyledir:

“Sıhhat üzerine muâmele-i şerʹiyye ne vecihle olur? El-Cevap: Mütevellî bir meta-ı şer’le bin yüz akçeye beyʹ eyleyüb metaı Amrʹa teslim ettikten sonra Amr dahi baʹdeʹl-kabz metaı Bekrʹe bin akçeye beyʹ idüp akçesin Zeydʹe veriüp Bekr dahi aldıktan sonra bine tuta. Metaı mütevellîye verse câiz görülmüştür.”217

Vakıf paraların işletilme yöntemleri üzerine yapılan çalışmalarda da çoğunlukla muâmele-i şerʹiye yapıldığına ilişkin kayıtlar bulunmaktadır. Tahsin Özcan’ın doktora çalışmasında incelediği 1520-1566 yılları arasında Üsküdar’da kurulan 116 adet para vakfının 1061 idâne işleminin 875 adedini yani %82,47’lik kısmını muâmele-i şerʹiyye

213 Döndüren, agm, 63. 214 Koyunoğlu, agm, 270.

215 Had ve kısas cezaları dışında yöneticinin veya hâkimin takdirine bırakılan ceza. 216 Koyunoğlu, agm, 270.

işlemi oluşturmaktadır.218 Yine, Murat Çizakça’nın çalışmasında 1667- 1805 yılları arasında

Bursa’da faaliyet gösteren 1563 adet para vakfının asl-ı malı ile yıllık murâbaha oranları incelendiğinde, bu vakıflardan 1559 adedinin yıllık kâr/sermaye ortalaması %12’dir. Bu dönemde sadece dört adet para vakfında bu oran farklılık göstermiştir. Bu çalışmaya göre, vakıf paraların ortalama %12 civarında sabit denebilecek bir oranda işletilmesi, vakıf mütevellîlerinin genel olarak “Muâmele-i şerʹiyye” veya “Murâbaha” yöntemine başvurduklarını göstermektedir.219 Ayrıca yapılan bir araştırmada %15 işletme oranının

bütün yüzyıllarda genel kabul gördüğünü söylemek mümkündür.220

Muâmele-i şerʹiyye konusundaki en önemli sınırlama muâmele oranları konusundadır. Yüksek kredi kullandıran tefeciliğe karşı alternatif bir finansman sistemi olan muâmele-i şer’iyye uygulamasında, değişik tarihlerde farklı oranların tespit edildiği görülmekle beraber daha çok ona onbir (%10) oranı ile muâmele olunması istenmekte ve bu oranın üzerinde muâmele yapılması yasaklanmaktadır. Değişik tarihlerde incelenen farklı kanunnamelerde ve fetvalarda muâmele oranının “ona on ikiden (%20)” fazla olduğu görülmemiştir. Bu da muâmele oranının %10 ile %20 arasında değişebildiği, ancak hiçbir zaman %20’nin üzerine çıkmasına izin verilmediği anlamına gelmektedir. Nitekim, Ebüssuûd Efendinin bir fetvasında221 943/1536 yılı sonlarında kadıların muâmele

işlemlerinde ona onbir buçuktan ziyadesine (%15’ten fazlasına) hükmetmekten men’ olundukları kaydedilmektedir.222

Getirilen bu sınırlamayla, ribh oranları ile tefecilerin, görünürde muâmele-i şerʹiyye işlemi yaparak yüksek faiz oranlarıyla borç para vermeleri engellenmiştir. Böylece para vakıfları, piyasadaki nakit ve kredi ihtiyacını karşılayan birer alternatif olarak görülmektedir. Tespit edilen muâmele oranları da piyasa borç verme oranlarını makul seviyelere çeken bir iktisat politikası aracı fonksiyonunu icra etmektedir.223

218 Özcan, age, 375. 219Çizakçe, age, 56.

220 Mehmet Tuğrul ve Mehmet Bulut, “Bir Mikrofinans Modeli Olarak Osmanlı Para Vakıflarının

Karşılaştırmalı Analizi Edirne, Filibe, Selanik, Tekirdağ ve Üsküp Para Vakıfları” Adam Akademi Sosyal

Bilimler Dergisi, 7 (2), (2017): 239-302.

221Ebüssuûd Efendi, Fetâvâ, SK., İsmihan Sultan, nr. 223, v.141b.

222Muâmele-i şerʹiyye yaparken birtakım yanlışlara düşülerek doğrudan faiz işlemi yapılmasını önlemek

amacıyla bazı sınırlamalar getirilmiştir. Bu sınırlamalar, yapılan işlemin kadının tescili ile şerʹi hale getirilmesi ve “muâmele oranının tespitidir. Bkz. Özcan, age, 59.

223 Altay & Bulut, agm, 210-215. Osmanlı'da Para vakıflarının finansal istikrar açısından önemine dair detaylı

bilgi için Bkz. Mehmet Bulut ve Cem Korkut, “Finansal İstikrar ve Para Vakıfları Etkisi: Rumeli Para Vakıfları Örnekleri”, İslam Ekonomisi ve Finansı Dergisi, Sayı 1/Cilt 2, (2016): 55-76.

Yapılacak muâmelenin İslam hukukunun hükümlerine uygun olarak tayin edilen şekillerde yapılması gerekir. Muâmele işlemi, kadının tescîl etmesi halinde geçerli kabul edilmektedir. Şer'î muâmele olmaksızın yapılan muâmele işlemlerinde borçludan “ilzâm-ı rıbh” yani ribh talep edilemez. Konuyla ilgili fetvalarda, şerʹi muâmele yapılmayan yani belirlenen şekillere uymayan ve kadı tarafından tescîl edilmeyen muâmele işlemlerinin geçersiz kabul edileceği ve bunlardan dolayı herhangi bir ribh talep edilemeyeceği vurgulanmaktadır.

Vakıf paraların muâmele-i şerʹiyye ile işletilebilmesi, daha açık bir ifade ile borç verilmek ya da diğer adıyla idâneye verilmek sureti ile belli miktarda nema sağlanması için bazı koşulların yerine getirilmesi gerekmektedir. Bunları şu şekilde sıralayabiliriz:

a) Muâmelenin Şer'î Olması

Muâmele işleminin İslam hukukunun hükümlerine uygun bir şekilde yapılması gerekir. Şerʹî muâmele işlemi iki farklı şekilde uygulanmaktadır. Bunlardan ilki, muâmelenin satım akdine dayanmasıdır. Yani ödünç verecek mütevellî, vakıf paradan ödünç almak isteyen şahsa vadeli bedel ile bir malı satar ve teslim eder. Görünürde malı satın alan şahıs, aldığı malı daha düşük ama peşin fiyatla üçüncü şahsa satar. Mütevellî ile müşteri arasındaki anlaşma gereğince malı düşük fiyatla alan üçüncü şahıs, verdiği bedel ile tekrar aynı malı mütevellîye satmaktadır.

Örneğin, ödünç paraya ihtiyacı olan A şahsı, B (veya para vakfından) şahsından bir yıl sonra ödemek üzere 100 lira ödünç ister. B şahsı, faizsiz olarak ödünç vermek istemez, faiz de yasak olduğuna göre bir çıkış yolu olarak, bir malını 120 TL fiyatla, bir yıl vadeli olarak A şahsına satar. A şahsı malı teslim aldıktan sonra, bu malı C şahsına 100 TL fiyatla satar ve teslim eder. C şahsı da bu malı yine 100 TL fiyatla tekrar B şahsına peşin olarak satar ve malın peşin fiyatı olan 100 TL parayı alıp, A şahsına verir.

Görüldüğü üzere, bu işlem sonunda A şahsı ihtiyacı olan 100 TL parayı bir yıl vadeyle geri ödemek üzere 120 TL karşılığında elde etmiştir. Araya konulan satışlar olmadan, B şahsı, A şahsına ihtiyacı olan 100 parayı ödünç olarak verseydi, sadece verdiği miktarı geri alabilecekti.

İkinci uygulamada ise, muâmele işlemi karz (borç) ve hibe akdinden oluşur. Şöyle ki: Mütevellî ödünç almak isteyen şahsa borç verir. Sonra ribh (kâr) miktarına göre bir malı

belli bir süre vadeli olarak mütevellî, ödünç alan şahsa satar. Ödünç alan şahıs da üçüncü bir şahıs vasıtasıyla satın aldığı malı mütevellîye hibe ettirir. Bu sayede ayrı ayrı meşru olan karz, vadeli satış ve hibe akitleri birleştirilmiş olur. Sonuç olarak mütevellî, borcu faizle veremeyeceği için bu şekilde bir satış işlemi gerçekleştirerek kâr adı altında borç verdiği şahıstan bir fazlalık almış olur.224

Yine örnek vermek gerekirse, paraya ihtiyacı olan A şahsı, B şahsından 100 TL ödünç istiyor. B şahsı A şahsına istediği 100 TL’yi ödünç veriyor. Ama ödünçle birlikte, A şahsına bir yıl vadeyle, herhangi bir malını 200 TL’ye satıyor. A şahsı ise, bu malı C şahsına hibe ve teslim ediyor. C şahsı da aynı malı B şahsına hibe ve teslim ediyor. Böylelikle karz, vadeli satış ve hibe akitleri birleştirilerek borç verme işlemi gerçekleşir.

b) Ribh Oranının %15’i Geçmemesi Şartı

Muâmele oranlarının değişik tarihlerde ona on iki (%20), ona onbir (%10), ona onbir ve sümün (%11,25), ona onbir ve rub’u (%12,5), ona onbir buçuk (%15), şeklinde uygulandığı görülmüştür. Uygulamada birliğin sağlanması amacıyla belli bir resmi oranın tespiti gerektiğinden konu Ebüssuûd Efendinin şu fetvasıyla çözümlenmiştir: “Zeyd, onikiye

(%20), onüçe (%30), dahî ziyade ile muâmele eylese, zamanımızda emr-i Sultânî, Şeyhüʹl- İslâm hazretlerinin fetvâsı, onbirbuçuktan (%15) ziyadeye verilmeye deyû tenbih olunduktan sonra kulak asmayıp ısrar eyleseler tazir edilir ve hapsedilirler. Alınan kâr ise, anlaşmaları şartı ile geri alınmaz deyû meʹmûrdurlar.”225

c) Kârın Şart Koşulması (Îlzâm-ı Rıbh)

Vakıf paralar borç verilirken kârın şart koşulması eski tabir ile “ilzâm-ı rıbh” edilmesi gerekir. Aksi takdirde kâr üzerine anlaşma olmadan ödünç alan şahıstan kâr diye bir şey istenmez. Alındığı takdirde borca sayılır. Ancak ödünç alan şahıs, mütevellîye, vakfın masraflarına harcama teklifi diye bir miktar para verirse, bu borca sayılmaz. Aynı şekilde kâr alınacak süre geçince de artık kâr işlemez. Zira üzerinde kâr anlaşması yapılmayan süreler için kâr istenmesi faiz şüphesini arttırır.226

224 Kurt, agm, 77.

225Akgündüz, age, 152-153. 226 Kurt, agm, 77.

d) Kârın İstenmesinin Borcun Devamına Bağlı Olması

Vakıf paraları ödünç alan şahıstan kâr istenmesi, borcun devamına bağlıdır. Borçlu ölünce borcu, derhal peşin hale gelir. Terekesinden ifa edildiği takdirde ancak ifa edildiği tarihe kadarki kârı istenir. Mütevellî, borcun aslını terekeden alabildiği gibi kârını da alabilir. Ancak borçlunun ölümü ile zimmetindeki bütün borçlar düşer ve terekeye rücu imkânı doğar. Bu sebeple artık borç sakıt olduğundan dolayı kâr işlemez. Vakıf paraların mütevellîsi öldüğü veya azledildiği takdirde yeni mütevellî vakfın alacaklarını ve kârlarını takip etmeye yetkilidir. Bir şahsın terekesine taʹalluk eden alacaklar arasında, vakıf alacağının diğer alacaklardan farklı bir imtiyaz hakkı yoktur. Mütevellî de diğer alacaklılar gibi bir alacaklıdır. Vakıf paraların borç olarak verilmesi halinde “Vakfın alacakları emsâli ile ifa olunur” diye bir kaide vardır. Yani, ödünç alan şahıs, borcunu aynen tesviyeye mecburdur. Altın olarak mütevellîden aldığı parayı altın olarak ödemek mecburiyetindedir. Akçe ile değeri neyse onu ödeyeyim diyemez.227

e) Vakıf Paraların Teminat Karşılığında Muâmele-i Şerʹiyye’ye Verilmesi

Vakıf paraların zayi olmasını önlemek için birtakım önlemler alınmıştır. Bu önlemlerin başında ödünç alandan istenilen teminat gelmektedir. Bu teminat ya kuvvetli ve borcu karşılayabilecek bir rehin, eski tabir ile “rehn-i kavî” veya borçlu ödeyemediği takdirde borcu ödeyebilecek kadar zengin olan bir kefil, eski tabirle “kefîl-i melî” olabilir. Bu sebeple vakıf paraların işletilmesi için yerli tüccar ve sanayicilerin seçilmesi; fakirlere, iflas edenlere, misafirlere, kadılara, müderrislere, sipahilere, yeniçerilere, tımar sahiplerine, kadınlara, devlet adamlarına vb. borç verilmemesi, vakfiye ve sicillerde kesin bir şart olarak gösterilmiştir. Vakıf paraları sadece üretime katkıda bulunanlara kredi olarak verilebilmektedir. Ayrıca bazı vakfiyelerde de her bin akçeye bir kefil istenmesi şartı ileri sürülmüş ve muâmele-i şerʹiyye uygulamasının hâkim tarafından tescîli aranmıştır.228

Uygulamada genellikle 1 yıl vade ile işlem yapıldığı görülmektedir. Ancak vadesi dolan vakıf paralarının tahsili aşamasında, muâmeleinin yenilenmesi işlemi de yapılabilmektedir. Kredi olarak verilen borçlar muâmeleinin yenilenmesi ile yıllık ribhı her yıl ödenmek şartıyla uzun yıllar borçlunun zimmetinde kalmaktadır. Vakıf görevlileri vade sonunda borçlu olan kişiden tahsilatı yapamadıkları hallerde, konuyu mahkemeye taşıyarak

227 Kurt, agm 2015, 78. 228 Kurt, agm 2015, 79.

borç verilen parayı kefilden istemekteler ya da rehin alınan mülkün satışı ile tahsilatı gerçekleştirmektedirler. Kefilden tahsilatın yapıldığı durumlarda yıllık ribh miktarı alınarak, muâmelenin yenilenmesi de söz konusudur. Kefil olan şahıs, ödediği miktarı kefili olduğu asıl borçluya mahkeme yoluyla rücu da edebilir. Rehin alınan malın satışı yoluyla borcun tahsil edilmesi durumunda ise, rehin alınan mal müzayede usulüyle en yüksek meblağı veren kişiye satılmaktadır. 229