• Sonuç bulunamadı

Ulu, Yüce Olması (ulu, fâyık, a’lâ, rif’at ve merfu)

BÖLÜM 1: XV. YÜZYIL KLASİK TÜRK ŞİİRİ

4. Münşe’ât: Aslında doğrudan Ca’fer Çelebi’nin hazırladığı müstakil bir eser değildir

2.2. Şiirle İlgili Özellikler

2.2.14. Ulu, Yüce Olması (ulu, fâyık, a’lâ, rif’at ve merfu)

Yükseklik, yücelik ve üstünlük anlamlarını karşılayan “ulu, fâyık, a’lâ, rif’at ve merfu” sıfatları “nazm, söz, inşâ, makalât, gazel, ma’ni ve beyit” için kullanılarak şiirin yeri ve kıymeti ifade edilmiştir. XV. yüzyıl şairleri hem şiirin hem de şairliğin yüce ve erişilmez bir mevkide olduğunu, buna bağlı olarak şiire ve şaire hürmet gösterilmesi gerektiğini düşünmüşlerdir.

Bu özelliği yalnızca bir övünme ya da fahriye olarak değerlendirmemek gerekir. Gerek kendi şiirleri gerek başka sanatkârların şiirleri için bir beğeni yönü olsa da şairler bu özelliğin neye bağlı olarak geliştiğini, hangi eserlerde görüldüğünü ve alametlerini açıkça dile getirmişlerdir. İlham, düşünce, hayal, aşk, tutku ve emek gibi şairlerin sahip olduğuna inanılan üstünlüklerin tamamı yüksek ayrıcalıklardır ve yüce bir yaratılışın ürünleridir. Bu inanıştan ötürü şairler ulvi bir yaratılışa sahiptir. Ayrıca şairlerin ürünü olan şiir ve şiiri meydana getiren mana da yücedir.

Dönemin mesnevi şairi Abdülvâsi Çelebi, ulu bir eser nazmetmek amacında olduğunu bunun için de Zemahşerî’nin 12. yüzyılda yazdığı tefsir kitabı Keşşâf’tan bazı ifadeler aldığını belirtir:

Bir ulu nesne nazm eyle kim anun

Ola Keşşâfdan hep intihâbı H, B.3627, s.491

Şairin böyle bir tefsirden alıntılar yapmak istemesinin sebebi eserin hem Kur'ân-ı Kerîm'in bir tefsiri olması hem de sahip olduğu edebi üstünlüğü ve nazım güzelliği ile

183

çokça beğenilmesidir. Zira el-Keşşâf, Kur‘an'ı lügat, nahiv ve belâgat ilkelerini dikkate alarak yorumlaması, Kur'ân-ı Kerîm'in i'caz yönlerini, özellikle taşıdığı edebî üstünlüğü ve erişilmez nazım güzelliğini ortaya koyması, Kur'an'da mânaların tasvir ve temsil yoluyla anlatılmasının etkili bir metot olduğunu göstermesi gibi özellikleriyle çok beğenilmiş ve hemen bütün müfessirlerce kaynak olarak alınmıştır.295

Buna göre şairlerin ulu şiirler nazmetmesi için şiirin muhtevasında kutsî ifadeler, hakikat ve ilim olması kısaca ilahî kaynaklı olması gerekir. Abdülvâsi Çelebi, bu bilinçle eserini yazdığını dolayısıyla eserinin yüce bir eser olduğunu ifade etmiştir. Şairin bu değerlendirmesi ile değerlendirmenin yapıldığı esere bakıldığında; Halilname’nin zaten bu özelliğe sahip olduğu görülmektedir. Zira mesnevi, Hz. İbrahim’in İslâmî kaynaklı hayat hikâyesinin anlatıldığı bir eserdir.

Hamdullah Hamdî’ye göre şiirin yalnız hakikatleri barındırması icap eder. İçinde hakikatlerden bir hazine olan eser, âlemde daha üstün ve yüce bir mevki kazanacaktır: Söz oldur kim ola ‘âlemde fâyık

Kim ola mecmua-i kenz-i hakâyık TU, s.211

Tuhfetü’l-Uşşâk mesnevisinde geçen bu beyitte şair, gerçeklerin her zaman için değerli

olduğunu, gerçekleri anlatan sözlerin de seçkin kabul edileceğini anlatmaktadır.

Sözün yüce olduğuna işaret, yerinin baş üstünde olmasıdır. Yazdığı eserlerin üstünlüğünü “Kalemim ile neyi yazsam başların üstünde gül gibi makamı olur.” diyerek ifade eden Tâci-zâde Cafer Çelebi, hem eserlerinin hem de iddiasının büyüklüğünü göstermiş olur: Neyi kim hâr-ı kilküm itse inşâ

Dutardı başlar üzre gül gibi câ HN, B.443

Buna göre bir eserin bu derecede kıymetli olabilmesi için eseri yazan kişi önemlidir. Ayrıca beyitte hem bir takdir ifadesi hem de bir gelenek olarak insanlar tarafından beğenilen ve çok okunan şiirlerin bir kâğıda yazılarak sarığın içinde taşınması hatırlatılmaktadır.

Aynı uygulamaya Necâtî Bey de değinmiş ve sevgilinin kaşı ile gözü üzerine nazmedilen her gazeli mana erbabının şevkle başının üstüne götüreceklerini ifade etmiştir:

Her gazel kim nazm olur ol göz ile kaş üstüne

295 Ali Özek, “el-Keşşâf”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 2002), 25: 329.

184

Şevk ile erbâb-ı ma'ni götürür baş üstüne NBD, G.550/1, s.395

Şiirin üstün ve ulu olmasının diğer şartı ulvi bir duygu olan aşkı işlemesidir. Necâtî bu görüşle sevgiliden özellikle sevgilinin gözlerinden ve kaşlarından söz eden gazellerin ehlince tereddütsüz bir beğeni ve hürmet ile karşılanacağını dile getirmektedir. Dolayısıyla âşıkların gönlünde en üstün makama sahip sevgiliden söz eden şiirler, insanlar tarafından baş üstünde tutulur.296

Başka bir ifadesinde Necâtî Bey, böyle eserlerin oldukça yüce bir makama sahip olmasından ötürü erişilemez bir seviyede olduğunun dolayısıyla onların ayrıcalık taşıdığının kabul edilmesi gerektiğini belirtmiştir (NBD, K.19/36, s.93).

Şeyhî; şairi bir mimara, gazel yazmayı birkaç ev inşa etmeye, mesnevi yazmayı ise bir şehir kurmaya benzettiği beyitlerde, kurduğu şehirdeki her bir evin mamur ve yine her birinin çatısının felekten daha yüce olmasını dilemiştir:

Ki her bir beyti ma’mur ola mecmu’

Felekden sathı a’la sakfı merfu’ HŞ, B.570, s.21

Devamında şair, sözü yüceltecek vasıtaların da hazır olmasını ister zira sözün yerden Ülker yıldızına kadar ulaşması gerekmektedir (HŞ, B.590, s.22). Şeyhî, şiirin yücelikte ulaşması gereken seviyeyi gösterirken buraya erişebilmek için bazı vasıtalara ihtiyaç olduğunu da ifade etmiştir.

Bu dönemde eserleri incelenen şairlerden Abdülvâsi Çelebi, Hamdullah Hamdî, Tâci-zâde Cafer Çelebi, Necâtî Bey ve Şeyhî bu konuda “erişilmez, ulu, fâyık, baş üstünde, a‘la, merfu‘, rif’at” gibi sıfatlarla düşüncelerini ifade etmişlerdir. Diğer şairler şiirin üstünlüğüne daha çok cevher, yıldız, güneş, cennet gibi teşbihlerle işaret etmişlerdir.297

Dolayısıyla tüm şairler şiirin kıymeti ve yüceliği konularında hemfikirdir.

Kısaca şiirin diğer sözlerden farklı bir yeri olduğu görüşü üzerine temellendirilebilecek bu özellik, şairlerin eserleri ile övünmelerine bir vesile olurken diğer taraftan neye bağlı olarak eserlerin üstün nitelikli kabul edildiğini ve hangi vasıflara haiz olduğunu da açıkça göstermektedir. Ulu ve yüce bir eserin muhtevasında yalnızca ilahî ifadeler, Kur’an-ı Kerim, hakikatler, aşk ve sevgili olmalıdır. Bu gereklilikten ötürü makamın üstünlüğünü, manada aramak lazımdır. Özellikle aşkı işleyen şiirlerin erişilemez bir seviyede olduğu

296 Kaya, “Necati Bey’in Şiir Anlayışı”, 196.

185

kabul edilir. Bu seviye bazen felekten daha yücedir bazen de Ülker yıldızının yanıdır. Ancak bu vasıftaki eserlerin itibarı hiç değişmez. Böyle seçkin eserler hem toplum hem de şiirden anlayanlar tarafından hürmetle karşılanır, kıymeti bilinir ve çokça saygı görür. Her biri üstün bir değere sahip olan hislerin, düşüncenin, aşkın, ilhamın, emeğin ve şairliğin ürünü olan eserler de yüce bir yere sahiptir.

Örneklemelerin yapıldığı beyitlerde aynı bağlamda eserlerde tefsir kitabı Keşşâf’tan alıntılar yapılmasından, hakikatlerin bir hazine olduğundan, eserlerin başların üstünde gül gibi makamı olduğundan, sevgilinin kaşı ile gözünden, mana erbabından, şehir – mesnevi teşbihinden ve Ülker yıldızından söz edilmiştir.

2.2.15. Yeni ve Orijinal Olması (nev, ter, bikr-i fikr, benzersiz, bî-nazîr, hâs, nâ-yâb

olması; taklit, tercüme ve işitilmiş olmaması)

Sanatın gayesi olan güzele ancak daha önce hiç denenmemiş yollarla varılabilir. Bu nedenle sanatkâr her zaman yenilik ve orijinallik peşinde koşmalıdır. Bu, edebiyatın eski veya yeni olmasına bağlı olarak değişen bir arayış değildir. Dolayısıyla klasik şairlerimiz de şiirlerinde bütün sanatkârlar gibi yeniyi ve farklı olanı hedeflemişlerdir.

“Yeni, taze, bikr-i fikr, bî-nazîr, hâs, nâ-yâb, taklit, tercüme…” gibi farklı ifade ve tamlamalar kullanılsa da işaret edilmek istenen yön, şiirin daha önce yazılmış olanlara benzememesi ve tamamen özgün olmasıdır. Şiirin bütününü veya bu bütünü meydana getiren unsurları hedef tutan bu değerlendirmelerle kastedilen özelliğin ne olduğunu kesin olarak söylememizin mümkün olmadığını ifade eden Harun Tolasa şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Bikr, hâs, nâdir, tâze, tarâvet … “el değmemişlik, kendine özlülük, orijinallik, az bulunurluk, şahsilik, başkalarına benzememezlik, yaratıcılık vb.” anlamlar etrafında toplayabileceğimiz bu tavsif ve takdirler, kabul edilebileceği üzere hemen her sanatta aranan genel ve temel değerleri ifade ederler. İlk üçü daha çok şiirin yapısını oluşturan unsurlardan “ma‘nâ, fikir, hayal, edâ” üzerine kullanılmaktadırlar.”298

İslam dininin etkisi altında Arap, Fars ve Türk toplumlarının müştereklerini ve İslam öncesi dil, edebiyat ve kültür mirasını da bünyesine alan bu gelenek; hem kaynakları bakımından hem de tesirinin günümüze kadar devam etmiş olması bakımından dünyanın en zengin edebiyat geleneğidir.299 Bu şekilde Arap ve Fars edebiyatının etkisinde oluşup gelişen, şiiri oluşturan ögeleri de yine bu iki kültürden alan klasik Türk şiiri, özgün

298 Harun Tolasa, “Divan Şairlerinin Kendi Şiirleri Üzerine”, 31.

186

olmadığı yönünde bazı çevrelerin tenkitlerine hedef olmuştur. Divan şairleri de bu tenkitleri önceden sezerek - belki kendileri bu kusurun farkında olarak – devamlı bir yenilik arayışı ya da en azından iddiası içinde olmuşlardır. Bundan dolayıdır ki XV. yüzyıla ait divan ve mesnevilerde bile yenilik ve orijinallik bağlamında çok sayıda beyitle karşılaşılmıştır.

Divan şiiri uzun bir süre değişmeden devam edebilen bir gelenektir. Şiirde idealize edilen sevgililer ve âşıklar, kullanılan mazmunlar, söz sanatları nerdeyse aynıdır. Ancak yine de şairler, bu değişmezlik ve ortaklık karşısında birbirlerine benzemeyen söyleyişler geliştirmeyi başarabilmişler. Bu yeteneğe sahip şairlerimiz aynı olanın içinde başka olanı, kişisel olanın gizini bulabildikleri için özgün ve yenidir.300

Klasik Türk şiirinin mevzusu binlerce şairin müşterek olarak başvurduğu klişe haline gelmiş hayallerden oluşmasına rağmen bu edebiyatının orijinalliği, bu kadar mahdut ve beylik mevzuları bin bir çeşitli şekilde ifadeye muktedir olması ve her büyük şairin ötekinden farklı şekilde yaratmasıdır. Birbirlerini sevenlerin Leyla ile Mecnun’a benzetilmesi gibi orta malı teşbihlerin etrafındaki hayal zenginliği ve tazeliği şaşırtıcıdır.301 Dolasıyla bir kaynak havuzu vardır ve bu havuz her şairin kullanımına açıktır. Bu kadar ortak kaynak ve mevzuya göre özgün eserlerin ortaya çıkabilmesi tamamen üslup ve konuların işleniş biçiminden kaynaklanmıştır. Gelenek bu türde açılımlara zaten izin vermiştir. Bununla beraber geleneğin bünyesine zarar verecek, çığır açıcı farklılık – biçimle ilgili – hevesinde olan şairlerimiz de vardır ki bunlar birinci sınıf sanatkâr değildir. Böylesi arayışlar içindeki şairleri, ruhlarında heyecan, hareket olan, bir şeyler yapma, farklı oluşunu gösterme çabasında fakat şiir kudreti buna el vermeyen kimselerdir.302

XV. yüzyıla ait divan ve mesnevilerde şairlerin şiir anlayışlarındaki yenilik ve özgünlüğe işaret eden kullanımlar “yeni, taze, bikr-i fikr, benzersiz, bî-nâzir, hâs, nâ-yâb, taklit ve tercüme vb.” dir. Bu sıfatlar her ne kadar şiirin aynı özelliklerine işaret etseler de kullanıldıkları bağlamın ve kelime seçiminin farklı olmasından dolayı biz bunları ayrı başlıklar altında değerlendirdik. Bu ayrımla başlıklar arasında farklılaşan yönleri tespit etmek istedik.

300 Nazan Aksoy v.dğr., Şiir ve Şiir Kuramı Üstüne Söylemler, (İstanbul: Düzlem Yayınları, 1996), 115.

301 Peyami Safa, Sanat Edebiyat Tenkit: Objektif 2 (İstanbul: Ötüken Yayınları, 1985), 293.

187

Yeni (Nev) Olması

“Kullanılmamış, oluş veya çıkışından beri çok zaman geçmemiş; o güne kadar söylenmemiş, görülmemiş, gösterilmemiş, düşünülmemiş olan; bilinmeyen ve daha öncekilerden farklı olan”303 durum, varlık ve eylemler için kullanılan yeni; “yeni, taze, son zamanlarda çıkmış”304 gibi anlamları karşılayan nev, şiir için kullanıldıklarında benzersizliğe ve ilk olmaya işaret eder.

“Arus, kıssa ve ma’nâ” için sıfat olarak kullanılan yeni (nev) sıfatını, XV. yüzyıl eserleri içinde yalnızca mesnevilerde tespit edildi. Buna göre yenilik sadece şiir için değil manzume ve mesneviler için de aranan önemli bir vasıftır. Ayrıca klasik edebiyatta XIV. ve XV. yüzyıl, mesnevi açısından hem önemli hem de verimli bir dönemdir. Ancak eserlerde Fars edebiyatının, özellikle muhteva yönünden, tesiri açıkça görülmektedir. Bu nedenle mesnevi şairlerimiz eserlerinde hep yenilik peşinde olmuşlar ya da yenilik iddiasına sahip olmuşlardır. Diğer yandan bu yüzyıl, mesnevi sahasında orijinal örneklerin telif eserlerin görülmeye başladığı bir dönemdir.

Abdülvâsi Çelebi, mesnevisinde “Gelin, bu geline yiğitçe bakın; (gelinin) örtüsü olmayan yüzün ne hoş olduğunu görün. Ma‘nâ adamı için bu yeni gelinin ağzının suyu şekerden tatlıdır.” demek suretiyle ‘arus’u (gelin) istiare yoluyla şiirin benzetileni olarak kullanmış. İkinci beyitte de aynı benzetmeye başvuran şair; gelinin yüzünde örtü olmadığını, bu yüzden gelinin -şiirin- bütün güzelliklerinin gözler önüne serildiğini söylemektedir. Ayrıca yine gelinin ağzının suyu şekerden daha tatlı ve leziz olması, şiirin hem söylenmesi hem işitilmesinin çok güzel olması ile ilgilidir. Lafız gelin, ma‘nâ ise erkek olarak düşünülmüş. Dolayısıyla şiirde ma‘nâ kadar lafız ve ahenk de önemlidir.

Gelün merdâne bakun bu ‘arûsa Görün ne hoş-likâdur yok hicâbı Ma’âni merdine bu nev ‘arusun

Şekerden tatlıdur agzınun âbı H, B.3641-3642, s.493

Beyitlerde şiir için gelin benzetmesinin yapılması gelinin taze, körpe ve el değmemiş hatta güzel ve ilgi çekici olmasına bağlanabilir. Şiir de taze bir gelin gibi yeni,

303 Türk Dil Kurumu, “Büyük Türkçe Sözlük”, erişim: 3 Ocak 2016, http:/tdk.gov.tr.

188

görülmemiş, hiç duyulmamış ve hoş olmalıdır. Bu gelinin ifadeleri, lafızları da hem bikr hem de hoşa gidecek biçimde sevimli ve tatlı olacaktır.

Şiirdeki yenilikten kasıt şiirin biçimsel yapısı değildir, yalnızca şiirin muhtevasında ve lafızlarında bir yenilik meydana getirmektir. Çünkü klasik Türk şiiri şeklî dokunulmazlığa sahip bir gelenektir. En başından son dönemine kadar bakıldığında bile şairlerin biçim yönünden büyük bir değişiklik yapmaya çalışmadıkları görülecektir. Hatta mesnevilere konu olan kıssalar bile ya birbirinin tekrarı ya da temelde benzer bir kurguya sahiptir. Çoğu mesnevinin isimleri de aynı kalmıştır. Heves-nâme’de bu konuya değinen Tâci-zâde Cafer Çelebi, artık o klasik hikâyelerin kullanıla kullanıla eskidiğini, yeni kıssalara ihtiyaç olduğunu söylemektedir:

Kühendür kıssa-i Şirin ü Hüsrev

Revâdur söylesen bir kıssa-i nev HN, B. 494

Misal olarak Husrev ü Şirin’den bahseden şair, artık bu hikayenin eskidiğini bu yüzden yeni bir hikaye söylemek istediğini ifade etmiştir. Kühen ve nev kelimelerini özenle seçip kullanan şair, bize eski ile yeni arasındaki farkı göstermek istemiş gibidir. Bu beyit Cafer Çelebi’nin neden klasik bir aşk konusunu seçmediğine de cevap niteliğindedir.

Ma‘nâ için de yenilik arayışına yönelen Tâci-zâde Cafer Çelebi, diğer taraftan bu yeniliğin esere neler kazandıracağına da değinmiştir. Aynı mesnevisinde yeni anlamların ve ince hayallerin bir arada olduğunda eserin yüceleceğini bildirmiştir (HN, B. 2124).

Taze (Ter, Tarâvet) Olması

Tâzelik, “ter, tarâvetli, yeni, genç, körpe”305 anlamlarını karşıladığı için yeni ile benzer durumlar için kullanılsa da şairler tarafından yeniye göre daha çok tercih edilmiştir. Edebiyatta gelenekten kopuş anlamındaki “yeni” sıfatının Tanzimat’tan sonra kullanılmaya başlandığı ifade edilir. Buna neden olarak da klasik Türk şiirinin yüzyıllar boyu devam eden, çok büyük ve keskin değişmeler yaşamayan sadece kendi içinde sürekli yenilenen bir gelenek olması gösterilir. Çünkü klasik şiirimiz yapısı ve sanatı gereği büyük değişiklere ya da köklü yeniliklere müsait değildir. Zaten Tanzimat ve sonraki dönemlerde onun aleyhinde yapılan eleştiriler hep bu tarafı konu edinmiştir. Ancak Türk şiiri tarih boyunca sürekli değişim geçirmiş ve bu süreçte şiirimizde yenilik arayışları hiç