• Sonuç bulunamadı

Har-nâme: Türk mizah edebiyatının ilk şaheserlerinden olan Har-nâme 126 beyitlik

BÖLÜM 1: XV. YÜZYIL KLASİK TÜRK ŞİİRİ

2. Har-nâme: Türk mizah edebiyatının ilk şaheserlerinden olan Har-nâme 126 beyitlik

küçük bir mesnevîdir. Manzume Arapça bir darb-ı meselden ve Emir Hüseynî’nin

Zâdü’l-Müsâfirîn’inde geçen bir beyitten ve esinlenerek kaleme alınmıştır. Diğer taraftan şairin,

eseri, Firdevsî'nin Şeh-nâme'sinde yer alan ve Fahrî'nin Hüsrev ü Şîrîn'inde "Ki varmışdı eşek kim bula boynuz/ Kulakdan çıkdı oldı hâli yavuz" şeklinde tercüme ettiği beyitten ilham alarak yazdığı da ifade edilen düşünceler arasındadır. Eser klasik mesnevîlerde bulunması gereken tevhid, na't, padişah medhiyesi, sebeb-i telif, asıl hikâye ve dua bölümlerini içermektedir. Manzume yük taşımaktan bıkmış bir eşeğin semiz öküzlere özenmesi sonucu kulağını ve kuyruğunu kaybetmesini ironik bir dille anlatmaktadır.137

3. Hüsrev ü Şîrîn: Şeyhî’nin asıl ününü sağlayan eseridir. Araştırmacılara göre Türk

edebiyatında yazılan Hüsrev ü Şîrîn mesnevîlerinin en başarılısı budur. Arapça ve Farsça eserlerin Türkçeye kazandırılması konusunda bilinçli bir politika izleyen II. Murâd, şark edebiyatlarının bu önemli mesnevîsini de Türkçeye kazandırmak istemiş, Şeyhî de

136 Halit Biltekin, Şeyhî Dîvânı: İnceleme- Tenkitli Metin-Dizin. (Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 2003)

137 Faruk Kadri Timurtaş, Şeyhî’nin Harnâme’si (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1970)

59

sultanın talebi üzerine Nizâmî-i Gencevî’ye (ö. 1214?) ait olan hikâyeyi dilimize kazandırmış ve II. Murâd’a sunmuştur.138 Şeyhî, Hüsrev ü Şîrîn’i tamamlayamadan hayata veda etmiştir. Metin, 16. yüzyılda Rûmî adında bir şair tarafından tamamlanmıştır. “Hüsrev-i şuarâ, pîşterîn-i şuarâ-yı Rûm, şeyhü’ş-şuarâ, emlahu’şu’arâ” gibi sıfatlarla anılan Şeyhî, ününü daha çok mesnevi alanında kazanmıştır. Eski edebiyatın kurucularından biri olduğu kabul edilen şair, Hüsrev ü Şîrîn ve Harnâme adlı eserleriyle Türk edebiyatında mesnevi sahasının önemli simaları arasında yer almıştır. XV. yüzyılda Germiyan sarayı tarafından himaye edilen Şeyhî, divan şiirinin ilk büyük üstadıdır. Şiirde Bâkî zamanına kadar devam eden tarzın yaratıcılarından, dolayısıyla Ahmed Paşa ve Necâtî gibi ilk tabaka Osmanlı şiirinin öncülerindendir. Sultân Veled (ö. 1312), Ahmed Fakîh gibi ilk temsilcileriyle 13. yüzyılda kabuk değiştirmeye başlayan Türk edebiyatı XV. yüzyılda, özellikle Şeyhî’nin atılımlarıyla İran edebiyatına bir alternatif olarak kendini göstermeye başlamıştır.

Türk şairleri, önceleri Hakîm Senâ’î (ö. 1131), Ferüdüddîn Attâr (ö. 1221) gibi mutasavvıf İran şairleri yolunda açık ve sembollerden uzak eserler vermişlerdir. Fakat daha sonra özellikle Şeyhî’nin açtığı yolla Kemâl-i Hocendî (ö. 1401), Selmân-ı Sâvecî (ö. 1376), Hâfız-ı Şîrâzî (ö. 1390?) gibi sanatçıları örnek alarak mecazî aşk ile tasavvufî yorumu harmanlamaya başlamışlardır. Şeyhî’nin Türk edebiyatındaki önemi de onun tasavvufî kavramları beşerî hallerle kaynaştırmasındaki becerisinden gelir. Şeyhî’nin şiirlerinde tasavvuf iki şekilde ele alınmıştır: Tevhidlerde görülen ilmî, didaktik, kuru tarz; gazellerinde karşımıza çıkan cezbe ve aşk heyecanını coşkun bir şekilde ifade ettiği lirik tarz. Şair kendisini ifade etme fırsatını lirik tarzda bulmuştur. Bu, onun Hâfız-ı Şirâzî ve Selmân-ı Sâvecî’den derin bir şekilde etkilenmesi sonucu sanatına da yansımıştır. Şeyhî, şiirlerinde zaman zaman yolundan yürüdüğü Hâfız ve Selmân gibi yüksek perdeden çıkışlarla içindekileri ifade etmeye çalışmış, fakat yaşadığı dönemde Türk dili henüz edebî manada tam olarak işlenemediği için onların düzeyine ulaşamamıştır. Ancak o, gazel sahasında Seyyid Nesîmî’den sonra şiirde tasavvufu mecazî aşkın içine adapte etme başarısını gösteren ilk şairdir. Fakat Şeyhî’yi mutasavvıf bir şair olarak değerlendirmek mümkün değildir. Nitekim şairin şiirlerinde tasavvuf sadece şiiri kuvvetlendiren bir unsur olarak karşımıza çıkmaktadır.

60

Şeyhî, kimi kaynaklarda zaman zaman tenkide uğramıştır. Bu tenkitler onun, daha çok İran şairlerinden etkilenmesi ve şiirlerinde arkaik kelimelere yer vermesi noktalarında toplanır.139 Şair, eski kaynaklar tarafından özellikle gazel ve kasidede başarı gösterememesi noktasında eleştirilse de kendisinden sonra gelen pek çok şair tarafından beğenilmiştir. Başta Ahmed Paşa olmak üzere Necâtî, Cemâlî, Cem Sultan, Sa’dî-i Cem, Halîlî, Visâlî, Bâkî, Fuzûlî, Hayâlî, Yahyâ Bey gibi pek çok şair Şeyhî’nin şiirlerini tanzir etmiştir.

Şeyhî, kasidelerinin nesîb bölümündeki canlı tasvirleriyle dikkat çekmekte, gazellerinde hayal zenginliğine rastlanmaktadır. Ancak yine de eski kaynakların hemen hepsi Şeyhî’nin mesnevîsini gazel ve kasidelerine tercih etmişlerdir. Çünkü gazel ve kaside alanında Şeyhî’nin önünde takip edebileceği bir örnek yoktur. Bunun için Şeyhî’nin sonraki dönem gazel ve kasideleri kadar başarılı metinler yazamadığı söylenebilir. Fakat bıraktığı eserlerle kendisinden sonra gelen şairlere model olmuş, onlar için farklı ufuklar açmıştır. Anadolu Türk yazı dilinin kuruluşundaki öncü isimlerden biri olmuştur.

İran’a giderek orada çağının güçlü şairleriyle tanışan ve şöhretli mutasavvıflarıyla hemhâl olan Şeyhî’yi muasırlarından üstün kılan ve beğenilmesine sebep olan, aslında bu tecrübelerini şiire yansıtabilmiş ve böylece bir anlamda Türk şiirini İran şiiriyle tanıştırmış olmasıydı. Bununla birlikte Şeyhî, bilhassa gazellerine o kadar mânâ yüklemesi yapmıştır ki, aklın ince yollarında şiirin “rûh”unu ve “öz”ünü çoğu zaman kaybetmiştir. Hatta bu mânâ kesafeti ve mazmun merakı, yer yer onun cümle yapısına dahi halel getirmiştir.140

1.3.11. Tâcî-zâde Cafer Çelebi*

Asıl adı da Cafer’dir. Ağustos 1452’de Amasya’da doğmuştur. Babası II. Bâyezîd’in defterdarlarından “Tâcî Bey” adıyla anılan şair, münşî ve hattat Hâcı Bey-zâde Tâceddîn İbrâhîm Paşa’dır. Cafer Çelebi, ilk öğrenimini Amasya’da babasından ve Amasya’nın önde gelen âlimlerinden almıştır. Eğitimini tamamlamak için Bursa’ya gitmiş ve Hâcı Hasanzâde (ö. 1506) ve Hocazâde Muslihuddin Efendi’nin (ö. 1488) derslerine katılmış;

139 Canım, Latîfî Tezkiretü’ş-Şu’arâ, 339-340; Kültür ve Turizm Bakanlığı e-kitap, “Âşık Çelebi Meşâ’irü’ş-Şu‘arâ”.

140 M. Fatih Köksal, “Divan Şiirinin Garipleri”, Berceste Dergisi 20 (Şubat 2004): 4

* Bu bölüm Mehmet Fatih Köksal’ın “TEİS” için yazdığı “Ca’fer, Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi” maddesinden (bk. Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü, “Ca’fer, Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi”, erişim: 20 Aralık 2018,

http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com.) ve İsmail E. Erünsal, “Tâcîzâde Cafer Çelebi”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 2010.), 39: 353-356.’den alıntıdır.

61

Hâcı Hasanzâde’den mülazım olmuştur. Önce Simav’da bir medreseye, sonra Simav kadılığına, 1489 yılında Edirne Bâyezîd İmâreti mütevelliliğine atanmıştır. 1492 yılına kadar süren bu görevden sonra İstanbul’daki Mahmûd Çelebi Medresesi müderrisliğine getirilmiştir. 1497’de Dîvân-ı Hümâyûn’a nişancı tayin edilmiştir. Divan kitâbetinde çığır açmış, tuğraî ve divanî yazılarını ıslah etmiş, siyâkat yazısı onun kalemiyle gelişme göstermiştir.

II. Bayezid döneminin sonlarına doğru şehzadeler arasında cereyan eden taht mücadelesinde Cafer Çelebi, Şehzade Ahmed’i (ö. 1513) desteklemiştir. II. Bayezid’in Şehzade Ahmed lehine saltanatı bırakmayı düşündüğü bir dönemde yeniçeriler isyan başlatınca II. Bâyezid, yeniçerilerin istekleri doğrultusunda 1511 yılında Nişancı Cafer Çelebi’yi azletmiştir. Bir müddet devlet görevinde bulunmayan şair, inşâdaki kabiliyeti dolayısıyla II. Bâyezîd gibi Yavuz Sultân Selîm’in de (1512-1520) takdirini kazanmıştır. Yavuz, onu yeniden nişancılık görevine, Çaldıran Savaşı dönüşünde de (1514) kazaskerliğe atamıştır. Ancak yine Yavuz Sultân Selîm devrinde yeniçerileri isyana teşvik ettiği gerekçesiyle 1515’de idam edilmek suretiyle öldürülmüştür.

Cafer Çelebi'nin eserleri şunlardır: