• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: XV. YÜZYIL KLASİK TÜRK ŞİİRİ

6. Dîvân: Geleneksel bir divan tertibine sahip olmayan divanın sadece 2 nüshası

1.3.9. Necâtî Bey *

Necâtî hakkında kaynakların büyük kısmında asıl adının Îsâ olduğu ve Edirne’de doğduğu belirtilmiştir. Ancak ailesi hakkında yeterli bilgi bulunmamaktadır. Yoksul bir aileye mensup olduğu yahut çocukken Edirneli yaşlı bir hanım tarafından köle olarak alınıp sonra evlat edinildiği, terbiye ve eğitimine Sâ'ilî adlı bir şairin de katkı sağladığı bilinmektedir. Gençlik yıllarında şiir ve nesir yazmaya yönelen şair, Edirne’den Kastamonu’ya gitti, orada hatla da ilgilendi ve şiirleriyle tanınmaya başladı. Son derece güzel gazeller yazdığı, özellikle “döne döne” redifli gazelinin hayli ünlü olduğu bilgisi, o sırada Bursa’da bulunan Ahmed Paşa’ya ulaştı ve şiirleri Paşa tarafından da beğenildi. Yazdıklarıyla Fâtih Sultân Mehmed’in de dikkatini çekmeyi başaran Necâtî, sultana bir şitâiyye bir de bahâriyye sundu. Bunların beğenilmesi üzerine dîvân kâtipliği ile görevlendirilerek İstanbul’a gitti. Fâtih’in vefatından sonra da İstanbul’da kalan şair, II. Bâyezîd’in de takdirini kazandı. Padişah, büyük oğlu Şehzâde Abdullâh’ı (ö. 1483) Karaman sancağına tayin ettiğinde, Necâtî’yi de onun dîvân kâtibi olarak görevlendirdi. Şehzadenin üç yıl sonra ansızın ölmesiyle görevi ve mutlu günleri sona eren Necâtî İstanbul’a döndü, duyduğu acıyı ise sultana sunduğu ünlü mersiyesinde dile getirdi. İstanbul’da kaldığı süre içinde başta padişah olmak üzere devlet erkânına, devrin diğer ünlü ve hatırlı kişilerine kasîdeler sundu. Kazasker Müeyyedzâde Abdurrahmân Çelebi’nin (ö. 1516) aracı olmasıyla II. Bâyezîd, diğer oğlu Mahmûd’u (ö. 1507) Manisa

132 Mehmet Arslan, Mihrî Hâtun Dîvânı (Ankara: Amasya Valiliği Yayınları, 2007)

* Bu bölüm B. Ali Kaya’nın “TEİS” için yazdığı “Necâtî Bey, Îsâ” maddesinden (bk. Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü, “Necâtî Bey, Îsâ”, erişim: 20 Aralık 2018, http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com.) alıntıdır.

55

sancağına tayin ettiğinde, Necâtî’yi de nişancılık görevi ile şehzadenin yanında gönderdi. Bundan sonra “Bey” nispesi ile anılan Necâtî, bu görevinde iken hayatının en güzel günlerini geçirdiğini ifade etmiştir. Ancak bu şehzadenin de genç yaşta ölmesi üzerine şairin mutluluğu yerini kedere bıraktı. Onun vefatından hayli etkilenen ve bir mersiye kaleme alan şair İstanbul’a dönmek zorunda kaldı. Üst üste gelen acıların ardından, belki de bir uğursuzluk olduğu düşüncesiyle Necâtî Bey yeni bir devlet görevi kabul etmedi. Ömrünün geri kalan yıllarını, kendisine bağlanan bin akçe aylıkla Vefâ semtindeki evinde, ilim ve sanat sohbetleri düzenleyerek geçiren Necâtî 1509 tarihinde vefat etti. Necâtî Bey, günümüze ulaşan tek eseri olan Dîvân'ını, Müeyyedzâde Abdurrahman Çelebi adına tertip etmiştir. Dîvân'ın çok sayıda nüshası bulunmakta olup belli başlıları şunlardır: İstanbul Üniversitesi Ktp. TY, nr. 784; Süleymaniye Ktp. Laleli, nr. 1769; Topkapı Sarayı Müzesi Ktp. Revan, nr. 783; Millet Ktp. Ali Emiri Manzum, nr. 424. Necâtî Bey’in Münâzara-i Gül ü Hüsrev, Leylâ ile Mecnûn, Gül ü Sabâ ve Mihr ü

Mâh adlı mesnevîlerinin, hatta bazı çevirilerinin bulunduğundan bahsedilmiş fakat

şairin Dîvân'ı dışında ele geçmiş başka bir eseri bulunmamaktadır.

Hem öğrencisi hem de yakın dostu olan Sehî Bey’in (ö. 1548) kaydettiğine göre, Necâtî’nin şiirleri son derece güzel, ince, renkli, temiz, içe işleyici, hep bir seviyede ve yanık olup güzellik ve incelikte âdeta mucize sınırına ulaşmıştır. Şairin âşıkâne gazelleri ve çok beğenilmiş matlaları bulunmaktadır. Kasîdeleri hayalle dolu, kıt‘aları ise inciler saçmaktadır. Tüm bu güzel şiirleri içermesinden ötürü Dîvân'ı halk arasında dillerde dolaşmaktadır. Şiirlerine öyle bir tarz ve edâ vermiştir ki Mevlânâ İdrîs-i Bitlisî (ö. 1520) bile Tevârih-i Âl-i Osmân’ında şairi, Hüsrev-i Rûm (Anadolu şairlerinin sultanı) olarak anmıştır.133

Latîfî’ye göre Necâtî, şiir meydanının hoş sözlü pehlivânı ve insana ruh veren parlak şiirleriyle Rum şairlerinin yüzü suyu olmuştur. Rum’da sözün ruhunu ilk o bulmuş, atasözü söylemek de Sâfî ile başlayıp Necâtî’de olgunluğa erişmiştir. Hatta atasözü söylemekte ona Tûsî-i Rûm denmiştir. O, gazel tarzında da yeni bir çığır açmış ve kendisinden önceki şairlerin üslûplarını, neshedilmiş kitaplar gibi hükümsüz bırakmıştır. Şairin birer sihr-i helâl örneği olan şiirleri ortada dururken başkalarının dîvân

56

düzenlemeye çalışmaları haramdır. Şeker gibi tatlı şiirlerinden halktan ve aydın kesimden herkes zevk almaktadır.134

Âşık Çelebi, Necâtî’yi Ahmed Paşa ve hatta Zâtî ile karşılaştırarak “Her ne kadar Ahmed Paşa bu yolda tek olsa da şairlere bir değer vermek gerekirse zamir yine ona döner; lâkin Necâtî ile aralarındaki fark, mûcize ile sihir ve güneş ışığı ile mum ışığı arasındaki farka benzer. Zâtî’de şiir, çalışma ve gayret ile kazanılmış ârızî bir iş, Necâtî’de ise güçlük çekmeden, yapmacığa düşmeden elde edilmiş zâtî bir keyfiyettir.” değerlendirmesinde bulunmuştur. Âşık Çelebi’ye göre Osmanlı şairleri arasında mesnevîde Şeyhî, kasîdede Ahmed Paşa, gazelde ise Necâtî kendilerinden öncekileri âdeta yok hükmüne indirgemişlerdir.135

Şairin dili özellikle gazellerinde son derece sade, üslûbu hayli güçlü ve etkileyicidir. Zengin hayallerle süslü şiirlerinde, mahallî renk ve özellikler sıkça görülür. Nitekim Latîfî, onun şiirlerinin iyice anlaşılabilmesi için Kastamonu’da kullanılan pek çok kelime, deyim, tâbir, yer adı, âdet ve anʻanenin de bilinmesi gerektiğini söyler ve bunlardan bazılarını açıklar. Yine onda, halk diline ve psikolojisine oldukça yakın nükteli ifadenin yanı sıra güçlü bir dile hâkimiyet de vardır. Kelime hazinesindeki zenginlik, ifadesindeki rahatlık, rindâne edası, söylediklerini yeri geldikçe atasözü ve deyimlerle zenginleştirip süslemesi, şiirlerinde çok sayıda Türkçe kelime ve deyime yer vermesinin yanı sıra kafiye ve rediflerini de çoğunlukla Türkçe kelimelerden seçmesi, Türkçe’yi aruza rahatça ve ustalıkla uygulayabilmesi de sanatının belli başlı özelliklerindendir. Bir diğer ifadeyle Necâtî, Şeyhî ve Ahmed Paşa’dan farklı olarak, büyük oranda Türkçe kelimelerden ve mahallî unsurlardan yeni bir şiir dili ortaya koymayı başarmıştır. Üstelik tezkirecilerin “mesel-âmiz, mesel-bürûz” olarak tanımladıkları bu dil, sadece atasözü ve deyimlerle örülü bir dil değildir. Bu dil bir adım sonra başta Bâkî olmak üzere birçok şair eliyle klâsik üsluba dönüşecektir. Necâtî’nin dili ve üslûbu, ilk dönemin başka şairlerinde de görülen folklorik üsluba yaslanmış didaktik bir dilden de ibaret olmayıp bununla klâsik üslup arasında, daha çok da klâsik üsluba yakın bir dildir. İşte Necâtî’yi çağdaşı şairlere üstün kılan da daha çok, şair ruhu ve zekâsının izlerini taşıyan tüm bu özellikleri olmuştur. Kaynakların da açıklıkla belirttikleri üzere Osmanlı şiir dilinin kurucu isimlerinden biri kabul edilen Necâtî’nin, çağdaşları üzerinde olduğu gibi, sonraki yüzyıllarda yaşamış

134 Canım, Latîfî Tezkiretü’ş-Şu’arâ, 515-517.

135 Kültür ve Turizm Bakanlığı e-kitap, “Âşık Çelebi Meşâ’irü’ş-Şu‘arâ”, erişim: 20 Aralık 2018. http://ekitap.kulturturizm.gov.tr.

57

şairler üzerinde de hayli etkisi olmuştur. Gerek tezkirelerden gerekse divanlardaki beyit örneklerinden hareketle, onun yaşadığı dönemden başlayarak üstat olarak görüldüğü ve şiirimizin belli başlı ustaları arasında anıldığı bilinmektedir. Necâtîʼyi üstat kabul edenler, ya kendilerini onunla karşılaştırarak ondan daha iyi ya da onunla aynı ayarda olduklarını dile getirenler, şiirlerini tanzir veya tahmîs edenler arasında da birçok ünlü isim bulunmaktadır. Sehî Bey, Gelibolulu Mustafâ Âlî, Mihrî Hatun, Mesîhî (ö. 1512) , Revânî (ö. 1523/24), Hayâlî (ö. 1556/57), Bâkî (ö. 1600), Fuzûlî (ö. 1556), Taşlıcalı Yahyâ Bey (ö. 1582), Neşâtî (ö. 1674), Nedîm (ö. 1730) ve Âsaf (Dâmâd Mahmûd Paşa, ö. 1930) bunlardan başlıcalarıdır.

1.3.10. Şeyhî*

Kaynaklarda hakkında yer alan bilgiler karışık ve yetersizdir. 14. yüzyılın güçlü beyliklerinden Germiyanoğulları Beyliği’nin sınırları içerisinde, 1371-1376 ya da 1385-1390 yılları arasındaki bir tarihte Kütahya’da doğdu. Adı divanındaki bazı şiirlerinde, kaynaklarda ve yeni çalışmalarda Sinan, Yûsuf Sinan ve Yûsuf Sinâneddîn şeklinde gösterilmektedir. Dîvân’ının bir iki yerinde ise kendisinden “Yûsuf-ı Şeyhî” şeklinde söz eden Şeyhî’nin babası Ahmed Mecdüddin’dir.

Anadolu’nun ilk önemli kültür merkezlerinden biri olan Kütahya, divan edebiyatında söz sahibi birçok önemli sanatçıyı da yetiştirmiş ve bu birikimini daha sonra Osmanlı Devleti’ne yansıtmıştır. Bu kişilerden Ahmedî (ö. 1412/13) ve Ahmed-i Dâ’î (ö. 1421’den sonra), Şeyhî’nin yetişmesinde önemli rol oynamış âlim şairlerdendir. Gençlik yıllarında tahsilini ilerletmek için İran’a giden Şeyhî, orada Seyyid Şerîf Cürcânî (ö. 1413) ile ders arkadaşlığı yaptı. Kaynaklara göre o, İran’da tasavvuf, tıp, edebiyat ve hikmet ilimlerini tahsil ederek Kütahya’ya döndü. Daha sonra Hakîm Sinân olarak şöhret bulan Şeyhî, özellikle göz hekimliği konusunda uzmanlaştı. Karaman Seferi sırasında Çelebi Mehmed’in sıkıntıdan gözleri rahatsızlanınca Çelebi Mehmed’i tedavi etmesi için Germiyan’dan getirtildi. Şeyhî’nin hizmetinden memnun kalan padişah da onu “re’is-i etibbâ” tayin etti. Şeyhî, İran dönüşü sırasında Ankara’da Hâcı Bayram Velî (ö. 1430) ile tanışıp kendisine intisap etti ve bundan sonra “Şeyhî” mahlasını aldı. Bir görüşe göre de Şeyhî, Hâcı Bayram’a değil Emîr Sultân’a (ö. 1429?) bağlandığı için “Şeyhî” mahlasını

* Bu bölüm Tuncay Bülbül’ün “TEİS” için yazdığı “Şeyhî” maddesinden (bk. Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü, “Şeyhî”, erişim: 20 Aralık 2018, http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com.) ve Halit Biltekin, “Şeyhî”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 2010), 39: 80-82’den alıntıdır.

58

seçmiştir. Araştırmacıların fiilen şeyhlik yapmadığı konusunda hemfikir oldukları Şeyhî’nin mutasavvıflar çevresinde oldukça önemli bir yeri olduğu bilinmektedir. Şeyhî’nin Osmanlı sarayıyla doğrudan münasebeti Emîr Süleymân Çelebi’ye (ö. 1411) intisabıyla başladı. Zaman zaman Çelebi Mehmed ve II. Murâd gibi Osmanlı sultanlarıyla da teması oldu. Ancak onun asıl bağlandığı devlet adamı şüphesiz Germiyanoğulları’nın son beyi II. Yakûb’dur (ö. 1429). Ayrıca II. Yakûb Bey dönemi Şeyhî’nin asıl şöhretini kazandığı dönemdir. II. Yakûb Bey’in 1428’de Edirne’de II. Murâd’ı ziyareti sırasında ona refakat eden Şeyhî, bu tarihten kısa bir süre sonra memleketi Kütahya’ya döndü ve hayatının sonuna kadar burada attarlık yaptı. Şeyhî’nin doğum tarihinde olduğu gibi ölüm tarihinde netlik yoktur. Timurtaş, Şeyhî’nin 1431 yılı dolaylarında vefat ettiğini söylemektedir. Şeyhî’nin mezarı Kütahya’ya bağlı Dumlupınar köyü sınırları içerisindedir.

Şeyhî’nin eserleri şunlardır: