• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: XV. YÜZYIL KLASİK TÜRK ŞİİRİ

1.3. Edebî Durum

1.3.1. Abdülvâsi Çelebi*

Pek çok kaynakta adından ve eserinden bahsedilmeyen şairin hayatı hakkında da hemen hemen hiçbir bilgi yoktur.107 Elimizde olan tek eseri Halilname adlı mesnevinin "sebeb-i te'lîf" kısmından, şair hakkında çok sınırlı da olsa bazı bilgiler elde edilmektedir. Buna göre XIV. yüzyılın son yarısı ile XV. yüzyılın ilk yarısında (ö. 1414-15’ten sonra) Çelebi Sultan Mehmed zamanında (1413-1421) yaşamış olan müellif, dönemin vezirlerinden Bayezid Paşa (ö. 1421) tarafından himaye edilmiştir. Hayatının büyük bir kısmı memleketi olduğu düşünülen Amasya’da geçmiştir. Atasının kadılık mesleğini sürdürdüğü, kendisinin de -esas mesleği imamlık olmakla birlikte- bir dönem kadılık yaptığı bilinmektedir. Bu nedenle şiirlerinde “Kadı” ya da “Kadıoğlu” mahlasını kullanmaktadır.

3693 beyitten oluşan 1414’te yazılıp Çelebi Mehmed’e sunulan Halilname’nin108 Kahire nüshası, Muallim Cevdet nüshası ve Afyon nüshası olmak üzere bilinen üç nüshası vardır. Kahire nüshası olarak tanınan yazma, bugün Dârü’l-kütübi’l-Mısriyye adını almış olan

105 Mengi, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, 135-136; İsen - Horata, “Tarihî Gelişim”, 81-83.

106 Mengi, Eski Türk Edebiyatı Tarihi, 99-101.

* Bu bölüm Günay Kut, “Abdülvâsi Çelebi”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 1988), 1: 283-284; Ramazan Bardakçı, “Cumhuriyet Döneminde Yayımlanmış Mesneviler Üzerine 1”, Turkish Studies 8/1 (Winter 2013): 906; Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü, “Kadıoğlu Abdülvasi Çelebi”, erişim: 20 Aralık 2018, http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com.’den alıntıdır.

107 Yakın zamanlara kadar bilinmeyen bu eseri ve müellifini ilk defa Vasfi Mahir Kocatürk, Halilnâme adlı mesnevisini tanıtarak ilim âlemine takdim etmiştir. Bk. Vasfi Mahir Kocatürk, Büyük Türk Edebiyatı Tarihi (Ankara: Edebiyat Yayınları, 1964), 201-202

35

Kütüphâne-i Hidîviyye’de, Muallim Cevdet nüshası, Atatürk Kitaplığında, Afyon nüshası olarak bilinen yazma ise Gedik Ahmed Paşa Kütüphanesinde yer almaktadır.109

Bazı nüshalarda ve kaynaklarda İbrâhim ü Sara ve Dasitan-ı İbrâhim Nebi adlarıyla da anılan Halilname, İbrahim Peygamber’in hayatını anlatmaktadır. Abdülvâsi,

Halilnâme'nin "Der Medh ü Sebeb-i Nazm-ı Kitâb" bölümünde eseri nasıl ve niçin

yazdığını açıklar. Bu bölümde anlatılana göre Çelebi Sultan Mehmed, önce şair Ahmedî'den (ö. 815/1412-13) Farsça olan Veys ü Râmîn mesnevisini tercüme etmesini istemiş, Ahmedî’nin kısa zamanda ölümü üzerine de tercümeyi Abdülvâsi Çelebi'ye havale etmiştir. Fakat şair, eseri beğenmemiş ve bir peygamber kıssası nazmetmeyi daha uygun gördüğünden İbrâhim Halîlullah'ın hayat hikâyesini anlatan bu mesneviyi kaleme almıştır.

Halilname siyasi kargaşa, savaş ve kültürel faaliyetlerin birlikte yürüdüğü bir dönemde

kaleme alınmıştır. Abdülvâsi Çelebi eserde bir yandan Fetret Devri’ndeki şehzadeler mücadelesine yer verirken aynı zamanda dinî eserleri, özellikle tefsirleri ve hadisleri incelemiştir. Onun manzum bir siyer niteliğindeki bu eseri, Keşşâf ve benzeri tefsirlerden ve Hadis rivayetlerinden derlenerek yazılmıştır. Zira Hz. İbrahim’in hayat hikâyesi İslâmî kaynaklar, mukaddes kitaplar ve İsrâiliyat türü rivayetlerdeki bütün ayrıntılarıyla anlatılmıştır. İlme ve âlime büyük değer veren Abdülvasi Çelebi, eserini çeşitli edebî sanatlarla süslemiş, kuvvetli vurgular ve nükteli ifadelerle çekici hâle getirmiş ve olayları aktarırken tasvirleri canlı tutmaya özen göstermiş, süslü ve çekici bir dil kullanmıştır. Netice olarak Abdülvâsi Çelebi’nin bilinen tek eseri olan Halilname, gerek muhtevası, konusunun orijinalliği gerekse dil ve üslûbu bakımından Türk edebiyatında önemli bir yere sahiptir. Konusunun orijinalliği ile yalnız Türk edebiyatında değil, Doğu-İslâm edebiyatlarının da önde gelen eserleri arasında yer almıştır.

1.3.2. Adlî*

Adlî (ö. 1512), Bâyezîd-i Sânî ve Bâyezîd-i Velî olarak da bilinen Sultân II. Bâyezîd’in mahlasıdır. II. Bâyezîd’in doğum tarihi ve yeri konusunda kaynaklarda birlik yoktur. Bu tarih, Sicill-i Osmânî’de 1453 ise de onun 1447’de doğduğu daha fazla kabul görmüştür.

109 Çalışma kapsamında yer alan divan ve mesneviler “Eserlerin Genel Görünümü” başlıklı bölümde daha detaylı değerlendirilecektir.

* Bu bölüm Yavuz Bayram’ın “TEİS” için yazdığı “Adlî” maddesinden (bk. Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü, “Adlî”, erişim: 20 Aralık 2018, http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com.) ve Şerafettin Turan, “Bayezid II”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 1992), 5: 234-238.’den alıntıdır.

36

Yine kaynakların büyük kısmında hâlihazırda Yunanistan sınırları içinde bulunan Dimetoka olan doğum yeri, az sayıdaki kaynakta Amasya olarak gösterilmiştir. Osmanlı padişahlarının sekizincisi olan Sultân II. Bâyezîd, Fâtih Sultân Mehmed’in oğlu, Yavuz Sultân Selîm’in (1512-1520) babası, Kânûnî Sultân Süleymân’ın (1520-1566) ise dedesidir. II. Bâyezîd, yedi yaşında Amasya’ya sancakbeyi olarak gönderilmiştir. Burada hattatların pîri Şeyh Hamdullah’tan (ö. 1520) hat dersleri almıştır. Amasya’da kaldığı 27 yıllık dönemde şehrin imarına ve kültürel bakımdan zenginleşmesine önemli katkılarda bulunmuştur. Âlimlere, şairlere ve diğer sanat erbabına büyük değer vermiş, onları koruyup kollamıştır. Şehzadeliği döneminde Amasya’daki edebî muhitte, “Müeyyed-zâde Abdurrahman Çelebi (ö. 1516-17), Tâcî-zâde Ca’fer Çelebi, Mihrî Hatun, Sâfî (Cezerî Kasım Paşa), Sinoplu Seyfî, Amasyalı Âfitâbî” gibi birçok şair yer almıştır. Öte yandan onun zamanında pek çok âlim yetişmiştir. Molla Lutfî (ö. 1495), İbn Kemal (ö. 1534), İdrîs-i Bitlisî (ö. 1520), Zenbilli Ali Efendi (ö. 1526) gibi birçok âlim onun büyük desteğine mazhar olmuştur. Bayezid, İdrîs-i Bitlisî’ye Farsça, İbn Kemal’e Türkçe birer Osmanlı tarihi yazdırtmıştır. Ayrıca onun adına pek çok eser de kaleme alınmıştır. II. Bâyezîd, babası Fâtih’in ölümü üzerine 1481’de Amasya’dan İstanbul’a gitmiş, Şehzâde Cem’le girdiği zorlu mücadeleden sonra, aynı yıl sekizinci Osmanlı padişahı olarak tahta geçmeyi başarmıştır. Kardeşi Şehzâde Cem’in, Sultân II. Bâyezîd’in hayatında çok önemli bir yeri vardır. Aralarında Şehzâde Cem’in 1495’teki ölümüne kadar süren uzun ve yıpratıcı bir mücadele olmuştur. II. Bâyezîd, Cem’in kendisine bir mektup yazarak Osmanlı ülkesini paylaşma önerisini kesin bir dille geri çevirmiştir. Atalarına ve babasına göre daha az cevval olarak nitelendirilen Sultân II. Bâyezîd, saltanatının özellikle ilk yıllarında huzuru ve sükûnu korumaya yönelik politikalar izlemiştir. Nitekim onun tahtta bulunduğu yıllar, istikrar ve güvenlik içinde büyük bir ekonomik gelişme ve şehirleşme dönemi olmuştur. Edirne, İstanbul ve Bursa gibi şehirler, camilerin yanı sıra medrese, han, hamam ve külliyelerle büyük yapılar kazanarak gelişmelere eşlik ettiler. Dönemin tarihçisi Kemal Paşazâde, Bâyezîd’in babası gibi büyük bir fâtih olmadığını, ancak babasının dönemindeki fetihleri pekiştirdiğini söyler. II. Bâyezîd’in saltanatı döneminde Osmanlı ordusu yeniden düzenlenmiş, Osmanlı topraklarında nüfus ve arazi sayımı yapılmış, Rusya ve Endülüs’le ilk kez ilişki kurulmuş ve İspanya’dan kovulan Yahudiler himaye edilmiştir. Ancak Şehzâde Cem’le girdiği mücadelenin bir sonucu olarak Otranto’nun kaybı ve ataları döneminde olduğu gibi büyük fetihlerin gerçekleştirilememesi zaman zaman eleştirilmesine de sebep olmuştur.

37

Yaşlanınca devlet işlerinden elini biraz daha çekmiş, ibadetle meşgul olmuş ve olabildiğince yalnız kalmaya gayret etmiştir. Özellikle kendisini çekingen kalmakla suçlayanların eleştirilerinin, olayların aleyhine gelişmesinin ve belki biraz da sufî mizacının etkisiyle tahtı 1512’de oğlu Selîm’e bırakmış, kendi arzusu üzerine yirmi yük, yani iki milyon akçe yıllık maaş ile Dimetoka’ya gönderilmiştir. Dimetoka’ya yaptığı son yolculuğunu tamamlayamadan Mayıs 1512’de Havsa’da (Edirne) vefat eden II. Bâyezîd’in naaşı, İstanbul’a getirilerek padişahlığı döneminde yaptırdığı camiin haziresine konmuştur.

Kınalı-zâde Hasan Çelebi’nin (ö. 1604) ünlü mutasavvıf Bâyezîd-i Bestâmî’den (ö. 848?) ilhamla “Hân-kah-ı zühd ü salâhda Bâyezîd-i Sânî” dediği Adlî’nin fiziksel özellikleri ve kişiliği hakkında kaynaklarda zaman zaman birbiriyle örtüşen, zaman zaman da birbirinden ayrılan değerlendirmeler vardır. İslâm Ansiklopedisi’nde “ortadan uzun boylu, yağız çehreli, elâ gözlü, geniş göğüslü” olarak tavsif edilen II. Bâyezîd’in “yumuşak, hatta melankolik bir tabiata sahip” olduğuna işaret edilmektedir. Amasya’da bulunduğu dönemde hacca niyet ettiği söylenen Adlî’nin tasavvufa da derin bir ilgisi olduğu bilinmektedir. Şehnâmeci Taliki-zâde’ye (ö. 1600?) göre tasavvufa ilgi duymakla kalmamış, tasavvuf erbabı gibi davranmış ve ibadet etmiştir. Aynı kaynakta II. Bâyezîd’in Şeyh Vefâ’nın (ö. 1491) tasavvuftaki derinliğinden istifade ettiğinden de bahsedilmiştir. Kendisi tutumlu olmakla beraber, mahalline masrûf olmak üzere, ihsânı ve sadakası boldu. Hoca Sadeddîn’in (ö. 1599) kaydına göre, 1503 senesinde bu hususa 86.000 akçe sarf edilmiştir. Âlimlerin, sanatkârların ve şairlerin yetişmesine her türlü desteği veren ve bu konuda zaman zaman eleştirilere de maruz kalan II. Bâyezîd, şehzadeliğinde olduğu gibi İstanbul’daki padişahlık yıllarında da pek çok şairi çevresinde toplamıştır. Hatta pek çok kaynakta Mollâ Câmî’ye 1.000 altın maaş bağladığı anlatılmaktadır. Sultanın 1503-1511 yılları arasında şairlere, yerli ve yabancı devlet adamlarına, din ve ilim erbâbına yaptığı yardımların verilen hediyelerin kayıtlı olduğu bir in’âmât defterindeki bilgiler, ismi geçen sanatkâr ve ulemâ; onun din, ilim, devlet ve sanat erbabına karşı ne kadar cömert davrandığının somut kanıtlarıdır.

Klasik Türk edebiyatında “Adlî” ve “Adnî” mahlaslı birden çok şair bulunduğundan zaman zaman Sultan II. Bâyezîd’in mahlasıyla ilgili karışıklıklar da ortaya çıkmaktadır. Söz gelimi Gibb, Bâyezîd’in mahlasının “Adlî” değil “Adnî” olduğunu ve şiirlerinin Mahmûd Paşa ile karıştırıldığını söylemektedir. Ancak Gibb’in iddiasının aksine “Sultan İkinci Bâyezîd’in mahlasının Adlî olduğu hususunda, Âşık Çelebi de dâhil bütün

38

kaynaklar hemfikirdir. Ayrıca “Adlî” mahlasıyla yazdığı şiirlerinin yer aldığı Dîvân’ının serlevhası bulunan bütün yazma nüshalarında Dîvân-ı Sultân Bâyezîd ibâresi vardır. Adlî’nin tek eseri, tespit edilmiş beş nüshası olan Türkçe Dîvân’ıdır. En sağlam nüshası British Library’deki (Or. 9475) eserin diğer dört nüshası ise “İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, M. Cevdet Tb 416/1; Mısır Millî Kütüphanesi Türkçe Yazmalar, Talat 72; Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Efendi Manzûm Eserler 274; Millet Kütüphanesi, Ali Emirî Efendi Manzûm Eserler 277/1’de bulunmaktadır.110

Amasya’daki 27 yıllık şehzade valiliğinin ardından 31 yıl Osmanlı tahtında kalan Adlî’nin şairliği hakkında da tezkirelerin büyük kısmında bazı değerlendirmeler yapılmıştır. Bunlar arasında tezkirelerin çoğuna kaynaklık etmesi ve güvenilir yorumlar içermesi bakımından Latîfî’nin şairle ilgili değerlendirmeleri önemlidir. Latîfî Adlî’nin, şairlerin geçimine yaptığı katkıdan da söz ettikten sonra “Tarz-ı gazelde âbâ-i kirâmına gâlib ve şi’r-i şu’arâ-yı efâzıl ve ehâlî misâlinde bî-me’âyib ü bî-mesâlib idi.”111

cümlesiyle onun, şiir söylemede atalarından üstün olduğunu belirtmiştir. Âşık Çelebi ise “Kendiler dahi iştigâl-i saltanatdan kelâl ve a’mâl-i memleketden melâl geldükçe kule-i rıf’at-ı saltanatda vâdî-i şi’re tenezzül iderlerdi.”112 ifadesiyle Adlî’nin, özellikle devlet işlerinden bunaldığı durumlarda şiiri bir sığınak gibi düşündüğüne işaret etmiştir. Şüphesiz Sultân II. Bâyezîd’i, şairliği yönünden, XV.yüzyılın mesnevî üstadı Şeyhî, kaside üstadı Ahmed Paşa ve gazel üstadı Necâtî ile mukayese etmek doğru değildir. O; şiire kendi zamanına kadar gelen Osmanlı padişahlarından daha çok zaman ayırması, onlardan daha çok şiir yazması, hatta bu konuda çoğundan başarılı olmasıyla dikkat çekmektedir. Sultân II. Bâyezîd’in Türk şiirindeki önemi, Türkçe bir Dîvân sahibi olmasından ziyade, şehzâdeliği ve padişahlığı döneminde şairlere yakın ilgi göstermesinden, başta İstanbul, Amasya, Edirne, Bursa, Manisa gibi şehirler olmak üzere Osmanlı coğrafyasında şiire elverişli bir zemin oluşmasına önemli katkılar sağlamasından kaynaklanmaktadır.

110 Yavuz Bayram, Adlî Dîvânı’nı yukarıdaki beş nüshayı karşılaştırarak önce 2008'de, sonra aynı eseri bazı ilavelerle 2009’da yayımlamıştır. Bk. Yavuz Bayram, Amasya’ya Vâli Osmanlı’ya Pâdişâh Bir Şâir Adlî, Sultan İkinci Bayezid Han-ı Veli : Hayatı, Şahsiyeti Şairliği Divanının Tenkidli Metni (Amasya: Amasya Valiliği Yayınları, 2008).

111 Rıdvan Canım, Latîfî Tezkiretü’ş-Şu’arâ ve Tabsıratü’n-Nuzamâ: İnceleme-Metin (Ankara: AKM Yayınları, 2000), 143

112 Kültür ve Turizm Bakanlığı e-kitap, “Âşık Çelebi Meşâ’irü’ş-Şu‘arâ”, erişim: 20 Aralık 2018. http://ekitap.kulturturizm.gov.tr.

39

1.3.3. Ahmet Paşa*

Asıl adı Ahmed’dir. Kaynaklarda doğum tarihiyle ilgili bir kayıt bulunmamakla birlikte muhtemelen 1426 yılı civarında doğmuştur. Babası, Sultân II. Murâd devrinin tanınmış kazaskerlerinden Veliyüddîn bin İlyâs’dır (ö. 1432). Veliyyüddîn Efendi bizzat şiirle meşgul olmanın yanında sanatçıları himaye etmiş bir zattır. Ahmed Paşa, takriben Sultan II. Murâd zamanında Osmanlı Devleti’nin başkenti olan ve zamanın önemli kültür sanat merkezlerinden biri konumunda bulunan Edirne’de tahsil gördü. Şiirlerinden iyi bir medrese eğitimi aldığı, Arapça ve Farsçanın yanında devrin geçerli ilimlerini öğrendiği anlaşılmaktadır. Öğrenimini tamamladıktan sonra babasının da yardımıyla Bursa’da Murâdiye Medresesi’nde müderris olarak ilk görevine başladı. Daha sonra 1451-52 yılında Edirne’ye kadı tayin edildi. Ahmed Paşa, Fâtih Sultân Mehmed tahta geçtiğinde yazdığı şiirlerle onun dikkatini çekerek beğenisini kazandı. Kendisi de Avnî mahlasıyla şiirler yazan, şairleri, bilim ve sanat adamlarını seven, koruyan Fâtih, dönemin önemli şairlerinden Ahmed Paşa’ya da büyük bir ilgi gösterdi. Paşa, bu dönemde kısa zamanda yükseldi. Fâtih, onu önce kazasker, sonra da kendine musahip (sohbet arkadaşı) ve hoca tayin etti. Arkasından da payelerin en yükseği olan vezirlik rütbesini verdi. Ahmed Paşa’nın böyle hızla yükselmesinde; büyük bir şair olmasından ve padişahı methederek onun beğenisini kazanmasından çok, ince zekâsının yanı sıra özellikle devlet adamlığı konusundaki kabiliyetinin ve bunu kullanarak gösterdiği başarının payı fazladır. Şu anekdot, hem Ahmed Paşa ile Fâtih’in yakınlığını hem de Paşa’nın kıvrak zekâsını göstermesi bakımından ilginçtir: Ahmed Paşa’nın sakalını yolma huyu vardır. Fâtih Sultân Mehmed, tik haline gelen bu davranıştan rahatsızdır. Alışkanlığından kurtulmasını sağlamak için Ahmed Paşa’nın ellerini bağlatır. Paşa, bir gün musahip olarak padişahın huzurunda iken Fâtih, onun yöneticilik istememe sebebini öğrenmek ister ve nereyi isterse o yerin idaresini kendisine vereceğini söyler. Ahmed Paşa da bu sözden cesaret alarak yer öpüp sakalını yönetme hakkına yeniden kavuşmak istediğini söyler. Yine Fâtih, ağaran sakalını boyayan Ahmed Paşa’ya huzurunda bulunduğu bir gün niçin “nuru karanlığa” tercih ettiğini sorar. Ahmet Paşa da yalancının yüzünü karaladığını söyleyerek aslında genç olduğu halde ak sakalın kendisini yaşlı gösterdiğini ima eder.

* Bu bölüm Turgut Karabey’in “TEİS” için yazdığı “Ahmed Paşa” maddesinden (bk. Türk Edebiyatı İsimler Sözlüğü, “Ahmed Paşa”, erişim: 20 Aralık 2018, http://www.turkedebiyatiisimlersozlugu.com.) ve Günay Kut, “Bursalı Ahmed Paşa”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (Ankara: TDV Yayınları, 1989), 2: 111-112’den alıntıdır.

40

Ahmed Paşa’nın, İstanbul muhasarası sırasında Fâtih’in yanında bulunması ve kuşatmanın sonuna kadar hizmetinde olması sultanın ona verdiği değerin önemli göstergelerindendir. Paşa, İstanbul fethedildikten sonra da sarayda büyük bir hürmet görmüş ve imtiyazlı şahıslardan biri olmuştur. Devrin ileri gelen devlet adamlarıyla da sıkı bir ilişki içindedir. Bu dönemde “hâce-i şehriyârî” olan Paşa, birçok şairi Fâtih Sultân Mehmed’e tanıtarak onlara aylık bağlanmasını sağlamıştır. Ahmed Paşa’nın Fâtih’e çok yakın olması, ondan büyük ilgi görmesi, gerek bilim ve şiir gerekse devlet adamlığı konusundaki üstün yeteneği ile başarısı pek çok kişinin kıskançlığına yol açmıştır. Bu kıskançlığın etkisiyle Ahmed Paşa’nın gençlerle ilgilendiğine dair iftira ve dedikodular yayılmıştır. Söylentileri duyan Fâtih de öfkelenerek şairi görevinden azletmiş, bir rivayete göre sarayda Kapıcılar Odası’na, bir rivayete göre de Yedikule’ye hapsettirmiş; Ahmed Paşa, hapishanede iken “kerem” redifli meşhur kasidesini yazıp padişaha gönderince ölümden kurtulup günlük otuz akçe ile Bursa’ya sürülmüş, burada kendisine sırasıyla Orhan, Murâdiye ve Emîr Sultân vakıflarının mütevelliliği verilmiştir. Ahmed Paşa, gözden düşüp İstanbul’dan uzaklaştırıldıktan sonra bir daha oraya dönememiştir. Ancak şair, İstanbul’dan ve saraydan ayrıldıktan sonra kendisini tamamen şiir yazmaya vermiş ve eski mutlu günlerinin hasretini şiirlerine aksettirmiştir. Bursa’da yazdığı bazı şiirlerinden, verilen görevleri beğenmediği ve bunlardan bağışlanmayı istediği anlaşılmaktadır. Söz konusu şiirler üzerine Fâtih, Paşa’yı önce Eskişehir’de Sultanönü, daha sonra da Tire ve Ankara sancak beyliğine tayin etmişse de Ahmed Paşa kimi şiirlerinde, kendisine tevdi edilen bu görevleri de beğenmediğini ve Ankara’dan ayrılmak istediğini belirtmiştir. Ancak muhtemelen o sırada padişahın ölümü, şairin isteklerinin yerine getirilmemesine sebep olmuştur. Sultan II. Bâyezîd tahta çıkınca Ahmed Paşa buna tarih düşürmüş ve yeni padişaha birçok kaside yazarak onun da iltifatını kazanmıştır. II. Bâyezîd, şairi Bursa sancakbeyliğine tayin etmiş ve Ahmed Paşa, ömrünün sonuna kadar bu görevde kalmıştır.

Ahmed Paşa’nın ailesi hakkında kaynaklarda yer alan bilgiler oldukça azdır. Paşa hiç evlenmemiştir. Hatta Fâtih’in Paşa’nın evlenmemesine de neden gösterilen kimi dedikoduların doğruluğunu sınamak için cariyelerinden Tûtî’yi kendisine gönderdiği ve Paşa’nın adı geçen cariyeden bir çocuğu olduğu yolunda bir anekdot bulunsa da kaynaklarda bunu destekleyecek başka bir bilgi bulunmamaktadır. Bilindiği kadarıyla Ahmed Paşa’nın bir de erkek kardeşi vardır. 1496-97 yılında Bursa’da vefat eden Ahmed Paşa’nın ölümüne “Göçdi meded şâ’ir-i Rûm” mısraı ile tarih düşürülmüştür. Paşa’nın

41

mezarı, Bursa’da Murâdiye Camii yakınında kendi yaptırdığı medresenin yanındaki türbededir. Harabe olan türbesi son yıllarda tamir edilmiştir.

Ahmed Paşa’nın Leylâ vü Mecnûn yazdığı belirtilse de elimizde olan tek eseri Dîvân’ıdır. Eser, Ali Nihat Tarlan tarafından 15 yazma nüshası karşılaştırılarak 1966 yılında yayınlanmıştır. Daha sonra bu çalışmanın popüler neşri yapılmıştır.113 Kimi mecmualarda Ahmed Paşa’nın Dîvân’ında yer almayan başka şiirleri de vardır.

Ahmed Paşa, Bursa’da bir yandan yöneticilik yaparken diğer taraftan edebi sohbetler tertip etmiş, devrin şair ve yazarlarını bir araya getirip kabiliyetli şairlerle ilgilenerek onların yetişmesini sağlamıştır. Şiirden anlayan, şiire değer veren bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Paşa, daha küçük yaşlarda şairlik yeteneğini geliştirme imkânı bulmuştur. Kabiliyetli ve kuvvetli bir şair olduğu için devrinde takdir edilip kısa zamanda meşhur olmuştur. O, XV. yüzyılda Osmanlı şiirini tesiri altına alan ve klasik Türk şiirinin gelişmesinde önemli rol oynayan büyük ve tanınmış şairlerden biridir. Şöhretinin Osmanlı topraklarının dışına taştığı ve Orta Asya’ya kadar gittiği de hakkındaki rivayetler arasındadır. Ahmed Paşa’nın tesiri, yaşadığı yüzyılla sınırlı kalmayıp asırlarca devam etmiştir. Usta bir şair olan Ahmed Paşa, klasik Türk şiirinin gelişmesinde bir merhale olduğu için de kendi devrinden başlayarak Tanzimat dönemine kadar bütün kaynaklar ondan hep övgüyle bahsetmişlerdir. Kaynakların çoğu onun Osmanlı şiirine güzellik ve parlaklık getirdiğini belirtip onu büyük bir şair olarak kaydetmişlerdir. Şair hakkındaki bu görüş günümüze kadar gelmiştir. Ancak bazı tezkireciler ve şairler ise Ahmed Paşa’yı İran edebiyatının tesiri altında çokça kalmakla ve şiirlerindeki manaların birçoğunu İranlı şairlerin divanlarından almakla suçlamışlardır.114 Bunların Ahmed Paşa’yı İran edebiyatını taklit etmekle suçlamaları kıskançlıktan kaynaklanan bir mübalağadır. Çünkü XV. asırda Osmanlı edebiyatı gelişme dönemindedir ve bu sebeple de Osmanlı şairlerinin çoğu İran edebiyatından yararlanmıştır. Dolayısıyla böyle bir etkileşim o dönem için gayet doğal bir durumdur.115 Ahmed Paşa’yı çekemeyenlerin ortaya attıkları diğer bir

113 Ali Nihat Tarlan, Ahmet Paşa Divanı, Ankara: Akçağ Yayınları, 1992.

114 Canım, Latîfî Tezkiretü’ş-Şu’arâ, 156.

115 Künhü'l-Ahbâr adlı eserinde Gelibolulu Mustafa Âlî’nin (ö. 1600) Ahmed Paşa hakkında iki yüz yıllık bir tecrübeye, birikime rağmen hâlâ dile hâkim olamadığı, Türkçeyi aruz kalıbına koymakta güçlük