• Sonuç bulunamadı

II. KAYNAKLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ

1. BÖLÜM

1.2. TOPLUMSAL SÖZLEŞME DİNAMİKLERİ

1.2.1. Toplumsal Sözleşme ve Adâlet İlişkisi

1.2.1.2. Toplumsal Sözleşmeyi Muhafaza Eden Unsurlar

Rousseau toplum düzenini kutsal bir hak olarak görmekte ve tüm öteki hakların temeli kabul etmektedir. Bu hakkın kökeni de doğa değil sözleşmedir.75 Diğer yandan, İslâm Hukukunun temel düzenleyici kuralı da “şeriat”tır, yani toplumsal sözleşmeden ziyade üst otorite olan Allah’ın kanun koyma faaliyeti olarak adlandırılan teşri’ de bu sözcükten türemektedir. Bu durum her iki görüşün birbirine zıt konumda olduğunu gösterir. “Kuran’da şeriat kelimesi sadece bir yerde zikredilmektedir. Casiye Suresi’nin 18’nci ayetinde Allah “Ey Muhammed, sonra seni iş hususunda bir şeri’at üzerine kıldık, onu izle” demiştir. Müfessirler bu ayetin tefsirinde daha sonraları…ayetteki “şeriat” kelimesini, peygamberlik durumu gereği

72 Ahmet Ağırakça, İslâm Tarihinde İlk Siyasi Hareketler, 3. Baskı, (İstanbul: Akdem Yay, 2011), 71.

73 Ağırakça, İslâm Tarihinde İlk Siyasal Hareketler, 76.

74 Ağırakça, İslâm Tarihinde İlk Siyasal Hareketler, 76.

75 Rousseau, Toplum Sözleşmesi (2012), 57.

Peygamberimizin, önceki peygamberlerinkine benzer ve dinle ilgili bir yol olarak yorumlamışlar,76 yani yasa manasından ziyade genel dini ilkeler şeklinde umumi bir tefsir etme yolunu tercih ederek, kısmen kanun yapma eyleminin önünü açmışlardır denilebilir.

“Bir gün Hz. Ömer, bir Yahudi’yi haksız yere tokatlayan Müslüman’ı yargılamış, mağdura herkesin önünde tazminat verilmesine hükmetmiş ve bu vesileyle halkın karşısında yaptığı konuşmada şunları söylemişti: “İnsanlar özgür doğdukları halde, onları köleleştirmeye size kim yetki verdi?”77 Görülüyor ki, İslâm Hukukunun birincil kaynağı olan ve ısrarla adâletin tecelli etmesi konusuna vurgu yapan “ahkam ayetleri, İslâmî yasamada öncelikli esaslardır. Bu ayetlerin sayısı tüm Kur’an’a göre iki yüzü geçmez ama ihtiva ettikleri hükümler kuşatıcı olduğu için toplumsal hayat için vazgeçilmez değerdedirler. Halbuki ahkam ayetlerinin tümü demesek de çoğu, hicretten sonra Medine’de vuku bulan herhangi bir hadisenin hükmünü açıklama, sorulan bir soruya ya da hakkında fetva istenen bir meseleye cevap vermek için nazil olmuştur.”78 Buna rağmen sebebi nüzulü tekil olaylar gibi gözükse de kıyamete kadar bâkî kalacak hükümleri ihtiva ettikleri konusunda şüphe bulunmamaktadır.

Hz. Peygamber dönemi Mekke ve Medine diye iki bölüme ayrılır. Mekke döneminde putperestlerin çok tanrılı inançları ile mücadele edilmiş Allah'ın varlığı ve birliği konusunda mesajlar verilmiştir. Bu dönemde, savaş kesinlikle emredilmemiş, sabır, iyilik, güzellik ve bağışlama telkin edilmiştir. Savaş ancak hicretten kısa bir süre önce emredilmiştir.79 Medine döneminde ise, yasama faaliyetleri geliştirilmiş, bir devlet oluşumu ortaya konulmuş ve toplumun bir arada yaşama kültürünün gelişmesi için düzenleyici kurallar yürürlüğe girmiştir. Avva'ya göre “Hicretle birlikte İslâm devleti teşekkül etmiş ve Müslüman topluluk devlet şeklinde örgütlenmiştir.”80 Devlet (d-v-l) kökünden türemiş Arapça bir kelimedir. Devlet kelimesi, müdâvele ve tedâvül kelimeleri gibi, devl kökünden alınmadır. Lügat manası, tedavül eden zamanla değişen, inkılap eden, elden ele geçen kuvvet, iktidar, mevki ve itibar demektir.

Arapçada harb tutan iki ordudan bazen birine, bazen ötekine geçen galibiyet ve zafere de devlet denir. Keza, servet, makam, nüfuz ve itibar sahibi kimselerin bu hallerine de

76 Kahveci, İslâm Siyaset Düşüncesi, 16.

77 Roger Graudy ve Faik Bercavi, İslâmiyet ve Sosyalizm, 1. Baskı, (İstanbul: Rebeze Kitap, 2012), 21.

78 Abdülvahhap Hallaf, İlk Dönem İslâm Hukuku, trc. Abdülhadi Timurtaş, 1. Baskı, (İstanbul: Pınar Yayınları, 2006), 12-13.

79 Avva, İslâm Devletinde Yönetim Şekli, 30

80 Avva, İslâm Devletinde Yönetim Şekli, 34.

devlet denilirdi.81 Günümüz tasavvurunda ise “belirli bir ülkede yaşayan ve üstün bir iktidara (otoriteye) tabi teşkilatlanmış insan topluluğunun meydana getirdiği devamlı ve hukukun kendisine şahsiyet izafe ettiği siyasi bir varlıktır” şeklinde tarifi yapılırken82 yine otorite ve lidere atıf yapılır.

İslamı referans alan Osmanlı Devletinde de Şeriat uygulamalarında bir takım sorunlarla karşılaşılmıştır. “Bağımsız, sırf dünyevî bir otoritenin oluşturulması aynı zamanda bağımsız bir kanun yapıcı otoritenin de kurulması anlamına gelir. Diğer taraftan, Şeriat’ın çözüm için bir kural koymadığı ya da boşluk bıraktığı durumlar ortaya çıkmakta idi. Fetva kurumu her zaman özellikle de kamu işlerinde yeterli değildi. Sultan tarafından verilen bazı ikincil hükümler, bazen Şeriat’le uyumlu görünmese bile sivil otoritenin devamı nihai olarak Müslümanların hayrı için zorunlu kabul edilerek, uygulama alanına konulmuştur”83 Bu minvalde Osmanlı Devleti’nin şeriat ve fetva makamları da re’sen “toplum düzenini” bir başka ifadeyle maslahatı kutsal bir hak olarak görmektedir. Bu durum, İslâm Şeriatını uzun yılar geniş coğrafi alanlarda uygulayan Osmanlı Devleti’nin aslında toplumsal sözleşmenin doğal uygulayıcısı olduğunu göstermektedir.

Halbuki “İslâm Hukuku açısından “adl-ü ihsan ve Ahitname-i Nebevî, İslâm hukuk koyucu ve koruyucusu demek olan protektoranın mutlaka yerine getirmesi gereken görevlerindendir. … Adl-ü ihsan görüşünün hakim tutulması ve esas prensip olarak ele alınması, zamanında hürriyetler nizamının amentüsünü teşkil eden hürriyet, adâlet, eşitlik, kardeşlik duygularını harekete geçirmiş, vicdan hürriyetini sağlamıştır.”84 Kur’ân-ı Kerîm’de adâlet şu şekilde öğütlenir: “Allah size, mutlaka emanetleri ehli olanlara vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adâletle hükmetmenizi emreder. Allah size ne kadar güzel öğütler veriyor! Şüphesiz Allah her şeyi işitici, her şeyi görücüdür.”85

Felsefede ise adâlet, “yaşayan tüm canlıların sahip olduğu hakları kullanabilmesi ve haksızlığa uğramaması durumudur. Adâletin sağlanması bir idealdir. İnsan toplumlarının hedefi, bu ideale mümkün olduğu kadar yaklaşmaktır.

81 İbn Manzur, Muhammed b. Mükerrem b. Alî. Lisanu’l-Arab, (Beyrut: Darü'l-Kütübi'l-İlmiyye, 1999), “d-v-l maddesi.

82 Ömer İlhan Akipek, Devletler Hukuku, (Ankara: İstiklal Matbaası, 1964), 12.

83 Halil İnancık, Osmanlı Tarihinde İslâmiyet ve Devlet, 1. Baskı, (İstanbul: Türkiye İş Bankası Yayınları, Haziran 2016), 6.

84 Gür, Osmanlı İmparatorluğu’nda Kadılık, 4-5.

85 Nisa 4:58.

Adâlet, hukukun egemen olması, herkese hak ettiğinin verilmesi dileği üzerine kurulmuştur, bu yüzden hukukun hedefidir.”86 Hem İslâm’ın asli kaynakları olsun hem de felsefi literatür adâleti ulaşılması gereken bir temel bilinç olarak görmektedir.

Felsefe adâlet hedefine ulaşılabilmesi için hukuk nosyonunu kullanmayı amaçlar.

Kur’ân-ı Kerîmde ise adâlet kutsallaştırılmış, beşerin varlığının ana temasının adâlet ile gerçekleşeceği hükmü yer almıştır.

Hadid Suresi’nde Allah adâleti şu şekilde beyan eder: “Andolsun, biz elçilerimizi açık mucizelerle gönderdik ve beraberlerinde kitabı ve mizanı (ölçüyü) indirdik ki, insanlar a d a l e t i yerine getirsinler….”87 Vahyin inmeye devam ettiği dönemde, gerilik içinde yaşayan milletleri yüksek bir ahlâk ve içtimai bir seviyeye çıkartmak amacını güderek içkiden vazgeçme, itidal, iyilik, adâlet ve eşitlik prensiplerini ortaya atmıştır.”88

Felsefi tanımda belirtildiği üzere adâlet kavramına ulaşmak için hukuk bir araçtır. “İslâm hukuku da kaynağını ve hükümlerini çoğunlukla vahiyden ya da onun yorumlarından alır. Mesela kilise hukuku İncil’e ve papaların beyanlarına dayalıdır.

Yahudi hukuku, Tevrat’ın ve kendi din adamlarının, hahamların veya din âlimlerinin görüşlerine dayanır. Bunun gibi semavi olmayan dinlerin hukuku da, yine bu dinlerdeki uluların ve erdemli kişilerin beyanına dayanır. İslâm Hukuku da temel ilkelerini Kur’ân-ı Kerîm’den ve insanlığa gönderilen son peygamber Hz.

Muhammed’in sözlerinden ve fiillerinden almıştır. Dini hukuk denilmesinin sebebi budur.”89

Bundan dolayıdır ki, İslâm Hukuku adâlet kavramını Kur’ân-ı Kerîm’den aldığı güçle kutsal addeder. Toplumsal mutabakatların oluşmasında ilk şartın değiştirilemez hükmü olarak adâleti öncelikler listesinin en başında zikreder.

“Böylece İslâm Hukuku ve beşeri hukuk, adâlet gerçekleştirme ve insanlar arasında insafı yaygınlaştırma konusundaki kaynakları bakımından kendi özgün yapılarını korumakla birlikte gelişim aşamaları açısında da birbiriyle buluşmaktadır.”90

86 Flew, Felsefe Sözlüğü, 9.

87 Hadid 57:25

88 Graudy, İslâmiyet ve Sosyalizm, 101.

89 Armağan, Anahatlarıyla İslâm Hukuku, 29.

90 el-Fâsî, İslâm Hukuk Felsefesi, 79.

“Hz. Ali, Mısır’a vali tayin ettiği Malik b. el-Haris el-Eşter’e yazdığı emirnamede adâlet mefhumundan bahsederken şöyle der: “Nefsin hakkında, sana yakınlığı olanlar hakkında, tebaan arasında kendilerine meyil beslediğin hakkında, Allah’a ve Allah’ın kullarına karşı adâletten kat’iyyen ayrılma. Şayet böyle yapmazsan zulmetmiş olursun. Hâlbuki Allah’ın kullarına zulmedenin, Allah’ın kulları adına davacısı Allah’tır. Allah da birinin hasmı oldu mu, o kimsenin tutunabileceği bütün deler batıldır. Ölünceye yahut tövbe edinceye kadar kendisiyle harp içinde bulunur.”91

“Bir mütalaaya göre İslâm dini, insanların her tabakasını eşit tutar, Müslümanlık insanlar arasındaki hakiki eşitliği tesis etti, İslâm’da insanlıkta eş, dinde kardeş” olma ilkesinin hükmü büyüktür. Mücerret insan olmak hakkının büyük kıymeti olduğundan, İslâmlık, hiçbir insanın sefil ve zelil olmasına rıza gösteremez.”92 Diğer bir ifadeyle İslâm Hukuku hem kendini hem de çevresinde olup bitenleri oldukça dikkatli bir şekilde değerlendirir, birincil kaynakları doğrultusunda süzgeçten geçirir ve toplumsal hak ve adâletin sağlanmasına yönelik belirli adımları atar.