• Sonuç bulunamadı

TEVBE SÛRESİ ﺑِﺄَ

Belgede KUR ÂN DAN İDRAKE YANSIYANLAR (sayfa 112-116)

ﻣْ

ﻮَ

ﻟِ ا ﮫ ِ

ﻢ ْ ﻪ ِ ﻠّٰ ﻟ ا ﻞ ِ ﯿ ﺒ۪ ﺳ َ ﻲ ﻓ۪ ا و ﺪُ ھ َ ﺟ َﺎ وَ ا و ﺮُ ﺟ َ ھ َﺎ وَ ا ﻮ ﻨُ ﻣَ اٰ ﻦ َ ﻳ ﺬ۪ ﻟﱠ اَ

ا ﻔَۤ ﻟْ

ﺋِ ﺎ ﺰُ

و

ن َ ھ ﻢ ُ ُ ﺋِ ﻚ َ ٰٓ ل وۨ أُ وَ ۘ ﻪ ِ ﻠّٰ ﻟ ا ﻋ ﺪَ ِﻨْ ﺔ ً ﺟ َ رَ دَ ﻢ ُ ﻈ َ ﻋْ أَ ْۙ ﻢ ﮫ ِ ﺴ ِ ﻔُ ﻧْ أَ وَ

“İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla mücahedede bulunanlar, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler.

Kurtuluşa erenler de işte onlardır.”

(Tevbe sûresi, 9/20)

Kur’ân-ı Kerim’de bir iki âyet hariç, cihad ve cihadda fedakârlık anlatılırken hep mal, canın önünde zikredilmiştir. Evet, bana öyle geliyor ki, insan hayatta olduğu müddetçe, her zaman malını canından daha aziz bilecektir. Zaten “Malı yolunda öldürülen şehittir.”1 hadis-i şerifi de bir yandan hüküm bildirirken öte yandan insanın, işte bu cibillî ruh hâletini ifade etmektedir. Zaten “Mal, canın yongasıdır.” atasözümüz de, aynı hakikatin bir başka şekilde ifadesi değil midir?

Ancak bu arada bazı insanlar da vardır ki, dünyayı kesben değil kalben terk etmişlerdir.. Hz. Ebû Bekir, Hz. Osman, Hz. Abdurrahman b. Avf gibi. Veya baştan, dünya mal ve mülkü adına onların ellerinde hiçbir şey yoktur. İşte bu gibi kimseler için can önce gelebilir.. tabiî onun gerçek bedeline tam uyanmamışsa…

Evet, iman etme, imanla yer değiştirme ve onun gereklerini yapma, öyle zannedildiği kadar basit bir iş değildir. Yılların vermiş olduğu alışkanlık, o duygu ve düşünce ile içli dışlı yetişme; bir de bunlara fıtrat eklenince, insanın malını-canını bir çırpıda feda etmesi bir hayli zor olsa gerek. İşte Hz. Hamza, Allah Resûlü’nün (sallallâhu aleyhi ve sellem) amcası, süt kardeşi; o bile bir iki gün tereddüt geçiriyor. Belli ölçüde herkes için aynı olan bir meselede ve böyle ağır bir imtihanda mala, cana takılıp kalanlara kızmak, öfkelenmek yerine, onları yakın takibe alarak ilgilenmeli ve gıyabî dualarla imdatlarına koşulmalıdır.

Evet, iman etme, şeytanın ilk engelini aşmak ise; kavim, kabile, hısım ve akrabaları bırakarak başka bir diyara göç etmek, öncekine yakın güçlü bir mâniayı daha aşmak demektir. Yurdunu-yuvasını terk etmekle de kalmayıp gittiği yeni dünyada Cenâb-ı Hakk’ın namının bayraklaşması için mücahedede

bulunmak, aşılmaz bir seddi daha aşmak sayılır ki, bunları aşan kendini de aşmış ve kurtuluşa ermiş sayılır.

ﺗَ

ﺤ ْﺘِ

ﮫَ

ﺎ ﻣِ ﻦ ْ ي ﺮ۪ ﺠ ْ ﺗَ ت ٍ ﺎ ﺟ َﻨﱠ ت ِ ﺎ ﻨَ ﻣِ ﺆْ ﻤ ُ ﻟْ ا وَ ﻦ َ ﯿ ﻨ۪ ﻣِ ﺆْ ﻤ ُ ﻟْ ا ﻪُ ﻠّٰ ﻟ ا ﺪَ ﻋ َ وَ

ۘ ﻋ َ ﺪْ

ن ٍ ت ِ ﺎ ﺟ َﻨﱠ ﻲ ﻓ۪ ﺔ ً ﺒَ َﯿِّ ط ﻦ َ ﻛِ ﺎ ﺴ َ ﻣَ وَ ﺎ ﮫَ ﯿ ﻓ۪ ﻦ َ ﻳ ﺪ۪ ﻟِ ﺧ َﺎ رُ ﺎ ﮫَ ﻧْ ﻷَْ ا ا

ﻌَ ﻟْ

ﻈ ۪ ﯿ

ﻢ ُ زُ ﻮْ ﻔَ ﻟْ ا ھ ﻮَ ذٰ ُ ﻚ َ ﻟِ ۘ ﺮُ اﻟ ﺒَ ﻛْ أَ ﻪ ِ ﻠّٰ ﻣِ ﻦ َ ن ٌ ا ﻮَ ﺿ ْ رِ وَ

“Allah, mü’min erkeklere ve mü’min kadınlara, içinde ebedî kalmak üzere altından ırmaklar akan Cennetler ve Adn Cennetlerinde güzel meskenler

vaad etti. Allah’ın rızası ise hepsinden büyüktür. İşte büyük kurtuluş da budur.”

(Tevbe sûresi, 9/72)

Adn Cenneti, bu âyet-i kerimede görüldüğü ve birtakım hadis-i şeriflerde anlatıldığı üzere2, kısmen ruhanî, daha çok cismanî Cennet nimetlerini câmî bir yerdir. Evet, bazılarında cismanî arzular inkişaf eder ve bedenî istekler galebe çalar. İşte böyle kimselere mükâfat adına “Adn Cenneti” gibi her şeyi câmî bir yer, çok şey ifade eder. Bazılarında da ruhî melekât o kadar gelişir ki, onların nazarında yeme, içme, huri, gılman vs. pek fazla bir şey ifade etmez. Böyleleri hep ruhun tatmin olacağı mânevî ezvak peşinde koşarlar. İşte böyleleri için de Firdevs Cenneti hazırlanmıştır ki, âyetin devamında ifade edilen “Allah’ın rıdvanı daha büyüktür.” bu hakikate işaret etse gerek.

Firdevs’in bu fâikiyetindendir ki Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), bir hadislerinde, “Cennet’i istediğinizde Firdevs’i isteyin, zira o Cennet menzillerinin en üstünüdür.”3 buyurur. Öncelikle, Firdevs Cenneti, Cennet’in mahrûtî yapısı içinde diğer bütün Cennetlerin müşâhede edilebileceği merkezî bir müşâhede noktasıdır. Sâniyen: Geçmiş ümmetlerde “iman-ı bi’l-gayb” çok inkişaf etmemiş, dolayısıyla onlar gaybe ve mânâya ait hususlarda çok derinleşmemişlerdir. Ümmet-i Muhammed ise iman-ı bi’l-gayb ve ona taalluk eden şeylerde, sair ümmetlere nispeten çok derinleştiğinden, cismanî zevklerinden daha ziyade, ruhanî hazlarla tatmin olabileceklerdir ki, Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem), ümmet-i Muhammed’e, ruhanî zevklerle dolu olan Firdevs Cenneti’ni isteyin, buyurmuştur. Yani denilebilir ki, Adn Cenneti umumiyet itibarıyla ve bir ölçüde sair ümmetlerin mazhariyet ve nimet ufku, Firdevs ise ümmet-i Muhammed’in Cenneti’dir.

Vâkıa her Cennet’e girene Allah’ın hoşnutluğu söz konusudur ama, bütün Cennet nimetlerinin en büyüğü sayılan “rıdvân-ı ekber” hususî bir enginlik, her şeyden müstağni kılan öyle bir zenginliktir ki, o da, olsa olsa serkâr-ı hamdiyle meşbû Makam-ı Mahmud’un sahibi Hz. Muhammed’in ümmetine müyesser olur. Nâm-ı Celîli hamd ü senanın merkez-i nakşı O zâtın, Livâu’l-Hamd’le yürümesi, övülme ve övgüye mazhar olma makamına ulaşması, duyduğu ve duyurduğu her şeyin hamd ü senâ olması, Firdevslik ümmetinin, rıdvân-ı ekberle teşrif ve tekrim edilmesiyle tam uyum içindedir.

وَ

ﺮْ ﺗَ

ﺿ ٰ

ﻰ ﺐ ﱡ ﺤ ِ ﺗُ ﻣَ ﺎ ﻰ إِﻟٰ ﻢ ﱠ ﮫُ ﻠّٰ ﻟ اَ ، ك َ ﺿ َﺎ رِ وَ ﻚ َ ﺘَ ﯿَ ﻓِ ﻋ َﺎ وَ ك َ ﻮَ ﻔْ ﻋ َ ﻢ ﱠ ﮫُ ﻠّٰ ﻟ اَ

ﮫُ ﻟَ

ﻢ ُ ن ﱠ ﺑِﺄَ ﻢ ْ ﮫُ ﻟَ ا ﻮَ ﻣْ أَ وَ ﻢ ْ ﮫُ ﺴ َ ﻔُ ﻧْ أَ ﻦ َ ﯿ ﻨ۪ ﻣِ ﺆْ ﻤ ُ ﻟْ ا ﻣِ ﻦ َ ى ﺮٰ ﺘَ ﺷ ْ ا ﻪ َ ﻠّٰ ﻟ ا إِ ن ﱠ اْ

ﻟ ﺠ َﻨﱠ ﺔ َ

“Allah, mü’minlerden canlarını ve mallarını kendilerine verilecek (Cennet) karşılığında satın almıştır.”

(Tevbe sûresi, 9/111)

Bu âyetin ifade ettiği mânâya göre, Allah mü’minlerin fâni olan canlarına ve mallarına, bâki bedelleriyle talip demektir. Evet, onların mallarına, canlarına talip ama ahirette bunun karşılığında onlara Cennet’i verecektir. Ancak görüldüğü gibi burada sıralamada can, malın önüne geçmiştir. Zira ahirette öncelikle insanın nefsi önemlidir. Allah yolunda kullanılmış ve değer kazanmış mal sonra gelir. Yani ben Cennet’e girmedikten, giremedikten sonra, Cennet’in basit bir aksesuarı olan mal ne ifade eder ki? İşte bu hakikati ifade sadedinde başka yerlerden farklı olarak can, malın önünde zikredilmiştir.

İnsanların canları dahil muvakkaten sahip göründükleri her şey, aslında Allah’ın mülküdür. İlk varoluştan, onun devamı için gerekli olan vesilelerin lütfedilmesine kadar her şey cebrî bir ihsan; bu ihsanların emanetçinin elinde onun mülküymüş gibi kabul edilip ona göre bir kısım hukukî muamele diyeceğimiz hususlara imkân verilmesinin iş’ârı ikinci bir ihsandır. Kendi malını-mülkünü emanetçisinden, onun malıymış gibi gerçek bedelinin bin kat fazlasıyla satın alma talebi –ki bu mal ve can aynı zamanda sonuna kadar sahip olamayacağımız kadar kaypak, gelip-geçici ve fânidir– lütuflar, ihsanlar üstü bir keremdir. Bu öyle bir keremdir ki, o yok farz edildiği takdirde, ya emanetçiler ellerindeki vedîaları nefisleri, hevaları istikametinde harcayacak

ve gerçek mal sahibi, mülk sahibine hıyanet etmiş olacaklar veya uhdelerinde bulunan şeyler mevsimi gelince yok olup gidecek, onlar da en kârlı ticaretlerden daha kârlı bir kazancı ebediyen kaybedecekler.

Evet, böyle lütuf dalga boylu bir akit gerçekleştiği zaman, fâni canlar yerlerini ebedî varoluşa bırakıp öyle gidecekler.. gelip-geçici dünya metaı gidecek, ötede sonsuz nimetleri netice verecektir.. üç-beş günlük dünya, tohum gibi toprağın altına atılarak feda edilecek, bâki bir âlemde ebedî Cennetleri sünbül verecektir.. nefsin arzu, istek ve hoşlandığı şeyler ölçülü olarak terk edilecek, karşılığında Allah’ın rızası kazanılacaktır. Bütün bu mübadeleler gerçekleştirilirken iradî ve ihtiyarî olma çizgisinde gerçekleştirilerek, insanın hür iradesine değerler üstü değerler bahşedip elinden alınan şeylerin, cebrî alınmış gibi anlaşılmasına meydan vermemek için mesele, bir alışveriş esprisi içinde sunulmuştur.

Böyle bir ezelî misakın “lâ yezâl”deki tenfiz ve icrası o kadar beşerî ve evrenseldir ki, bu derinlikteki bir akit hem Tevrat’ta, hem İncil’de hem de Kur’ân’da yenilenmiş durmuş ve farklı üslûplarla hep üzerinde durulagelmiştir.

1 Buhârî, mezâlim 33; Müslim, iman 226; Tirmizî, diyât 21; Ebû Dâvûd, sünnet 29; Nesâî, tahrim 22, 23, 24; İbn Mâce, hudûd 21.

2 Bkz.: Taberî, Câmiu’l-beyan 10/179-182.

3 Buhârî, cihad 4; tevhid 22; Tirmizî, cennet 4.

YUNUS SÛRESİ

“Eğer Allah, insanlara, hayrı çarçabuk istedikleri gibi, şerri de acele verseydi, hemen onların ecelleri bitirilmiş olurdu. Fakat Bize kavuşmayı beklemeyenleri Biz, azgınlıkları içinde bocalar bir hâlde (kendi başlarına)

bırakırız.”

(Yûnus sûresi, 10/11)

Şerre yapılan duaları, Cenâb-ı Hakk’ın anında hemen kabul etmemesi aslında bizim için bir lütuftur. Yoksa her an ağzımızdan, bizim için veya bir başkası için, “Allah canını alsın, belâsını versin...” gibi şer dualar çıkabilmektedir. Ne var ki, Halîm olan Rabb-i Kerîmimiz, onları kabul etmede bizim gibi acele etmiyor. Evet, şayet O da her edilen duaya icabet etse, anında herkesin işi bitirilmiş olur. Kaldı ki bazen öyle bir zaman diliminde dua yapılmıştır ki, o âna mahsus olmak üzere Cenâb-ı Hak, “Şu anda kim ne isterse vereceğim.”

demiş olabilir. Yani o saat, bir saat-i icabe olup da, o esnada kul ne isterse ona icabet edilebilir.

Ayrıca bu, sadece kavlî duaya münhasır da değildir; bazen fiilî duayı da içine alabilir. Öyleyse tam o saat-i icabede yapılan işler de dua kapsamı içinde mütalâa edilebilir ki, her zaman dikkatli olmak icap eder. Zaten Allah Resûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) de, şu hadisleri ile bu konuda sıkı sıkı tenbihte bulunmaktadır:

“Nefislerinize, çocuklarınıza, mallarınıza beddua etmeyin. (Eğer) Allah’ın saat-i icabesine tevafuk ederse, Allah da o duayı kabul buyurur.”1

Durum böyle olduğu hâlde, bazı kimseler nebi veya nebilerin vârislerine

Belgede KUR ÂN DAN İDRAKE YANSIYANLAR (sayfa 112-116)