• Sonuç bulunamadı

Risaletin Mekân Buudu رِ

Belgede KUR ÂN DAN İDRAKE YANSIYANLAR (sayfa 97-100)

EN’ÂM SÛRESİ رِ

2. Risaletin Mekân Buudu رِ

ﺳ َ ﺎ ﺘَ ﻟَ

ﻪُ ﻞ ُ ﻌَ ﺠ ْ ﻳَ ﺚ ُ ﺣ َﯿْ ﻢ ُ ﻠَ ﻋْ أَ ﻪُ ﻠّٰ ﻟ اَ

Allah peygamberliği nerede ve kime vaz’edeceğini en iyi bilendir.” : Hz.

Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) Mekke’de neş’et etmesi de risalet cihetiyle tamamen yine hikmet ve gaye yüklüdür. Bilindiği gibi “Mekke-i Mükerreme” âdeta yerin göbeğini çevreler. Kâbe, yerin göbeği, varlığın da kalbidir. Ehl-i keşfe göre Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), Kâbe ile birlikte yaratılmıştır. Hakikat-i Kâbe ile Hakikat-i Ahmediye birbirine eştir.

Hakikat-i Muhammediye’deki tenezzülde bazı veliler yanılarak, “Hakikat-i Kâbe, Hakikat-i Muhammediye’den öndedir.” demişlerdir. İşin doğrusu Hakikat-i Muhammediye, Hakikat-i Kâbe’den asla geri değildir. Bu iki şey, bir vâhidin iki yüzü gibidirler. Şimdi eğer yeryüzünde evrensel bir din, mekân olarak herhangi bir yerde temsil edilecekse, herhâlde o yer Efendimiz’e analık yapan Kâbe olmalıdır. Zaten Kur’ân da ona “Ümmü’l-Kurâ”8 demiyor mu?..

Evet, bütün köy ve şehirlerin anası olan Mekke; Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) neş’etine de dâyelik yapmış, hatta tıpkı bir ana rahmi gibi O’nu bağrında besleyip geliştirmiştir. Hz. Musa’nın Benî İsrail’e ait mesajının Eyke’de değil de Tûr-i Sina’da telakki edilmesi, dağıyla taşıyla mukaddes olan Tur-i Sina’nın Museviyetle çınlaması, Hz. Musa ve İsrailoğullarının kendi seviyelerine göre ilk mesajlarını bu mukaddes dağdan almaları gibi, bütün insanlığı, bütün zaman ve mekânlarda ilgilendiren ve âlemşümul bir mesaj olan Kur’ân da ancak Kâbe’nin bulunduğu beldeden yankılanabilirdi ve öyle oldu…

Meselenin bir diğer yanı da şudur: Mekke oldukça stratejik ehemmiyeti haiz bir beldedir. O âdeta vahy-i semaviye açıldığı dönem itibarıyla, dünya devletlerinin mültekâsı, yani gelip gelip dalgaların çarpıştığı, çarpışıp kırıldığı ve buluştuğu bir yerdedir. Ayrıca Mekke, Medine bir kısım eski medeniyetlere

de beşiklik yapmış beldelerdendir: Sebe’, Hadramut ve San’a medeniyetleri gibi –ki anlatılanlara bakılırsa– o gün bir insan Medine’den yola çıksa başı güneş görmeden Hadramut’a ulaşabiliyordu. Zaten Kur’ân da, “Yeryüzünün Cenneti”9 diye bu bahçelerden bahsetmiyor mu?

İşte Mekke ve Medine bir taraftan böyle kadim bir medeniyete beşiklik yapmış, diğer taraftan da Roma ve Sasani imparatorlukları gibi iki büyük medeniyete hep açık bulunmuştu. Roma kültürü, Antakya bağlantısı ile eski Mısır kültürüyle buluşmuş ve tarihî İskenderiye’yi doğurmuştu. Roma, o günün süper gücü sayılırdı ki; Kur’ân’daki Rum sûresi de bu hâkim güçler hakkında nazil olmuştu. Vilâdet yıllarında, Sasani İmparatorluğu, Yemen’de belli bir süre hâkimiyet kurmuş ve daha sonra da yer yer onları Mekkelilerin aleyhine tahrik etmişti ki, Mekke’yi tahrip etme düşüncesiyle gelen Fil ordusu, Fil ashabı, Sasanilerin tezgâhı ve tahrikleri sonucu meydana gelmiş bir olaydı.

Ancak, Allah’ın (celle celâluhu) o beldeyi emin kılması sebebiyle herhangi bir zarar verememişlerdi.

Bu zaviyeden denebilir ki; Ceziretü’l-Arap, âlemşümul İslâm mesajının sunulması için müsait bir yer idi. Evet, bütün dünyaya hitap edecek bir mesaj, öyle bir yerden verilmeli idi ki, mevcudiyeti hissedilir edilmez hemen dünyaya yayılabilsin. İşte Mekke ve Medine stratejik olarak bu şartları tam haizdi. Bu mübarek yerde risalet hakikati, ayakları üzerine doğrulur doğrulmaz, hemen iki büyük medeniyet ve kültürle karşılaştı. Dolayısıyla da bu iki kültür ve medeniyet sayesinde, birdenbire onlarla alâkalı, dünya kadar milletlerle münasebete geçiverdi. Derken kısa zamanda birisiyle Avrupa kapılarına , diğeriyle de Asya vadilerine ulaşarak evrensel çizgide ve en seri şekilde misyonunu eda edebildi.

Mekke o gün için aynı zamanda büyük bir ticaret merkezi idi. Dünyanın hemen her tarafından ticaret veya ihracat, ithalat yapmak üzere tüccarlar sık sık Mekke’ye gelir-giderlerdi. Mekke, yaz-kış her zaman, Kur’ân’ın da ifade ettiği gibi, Şam ve Yemen taraflarına ticaret kervanları düzenlemeye oldukça müsait bir yerdi. Dahası, Mekke o bölgenin ticaret merkezi ve kalbi gibiydi. Hatta Mekke Müslümanları, Medine’ye hicret ettiklerinde, o güne kadar orada ticareti elinde bulunduran Yahudiler bile artık ticaret yapamaz olmuşlardı. Bu da Mekkelilerin, dünya ile ticarî ilişkiler sayesinde, o günün süper devletlerinin sosyal ve kültürel yapılarını çok iyi bildiklerini göstermektedir.

Bugün daha iyi anlıyoruz ki, bir milleti genel ve sosyal karakterleriyle tanımak, onun ilgi odaklarına muttali olmak; onların ekonomik ve iktisadî yapılarını teşhis etmek ve münasebete geçmek için çok önemli esaslardır. İşte Mekke ahalisi, daha o dönemde kurdukları ticarî ilişkileri sayesinde, çevredeki devlet ve milletlerin kültürlerini çok iyi tanımışlardı. Bu da daha sonra neş’et edecek olan risalete, güzel ve uygun bir zemin teşkil ediyordu.

Evet, Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemşümul bir risaletle, böyle zeminde, yani Sidretü’l-Müntehâ’nın yerdeki iz düşümü olan Kâbe ve onun çevresi Mekke’de zuhur etmesi o kadar önemlidir ki, siz bu yeri değiştirseniz; bu misyonu Mekke’den ve Medine’den alıp Taif, Riyad ya da Amman’a yükleseniz, dengeyi bütün bütün bozar ve Mekke’ye ait avantajların hiçbirini elde edemezsiniz ki, bu da risaletin, rahat boy atıp gelişmesini engellemek demektir. Evet, Mekke ve Medine risalet adına çok önemli yerlerdir.

Ayrıca burada şu hususu da ifade etmeliyim ki, risaletin böylesine kavurucu bir çöl ortasında zuhuru da, bir avantaj sayılır. O çöl ki, nice Napolyonları, Hitlerleri, Rommelleri yutmuş ve bitirmiştir. Bu çölün kavurucu sıcak ve meşakkatlerine alışmış olan ilk İslâm mücahitleri, girdikleri her savaşı kazanmış ve muzaffer olmuşlardı. İklimin müsaadesi ölçüsünde bu mücahitler, başkalarının sürüne sürüne yol aldığı yerleri, koşarak geçmiş; rahatlıkla ve lojistik avantajlarıyla hep önder olmuşlardı. Meselâ, bir Tebuk seferinde Türkiye ve Şam iklimine alışmış insanlar mücadele verseydi, muhtemelen, çölün o sıcaklığında nefes alamaz ve telef olur giderlerdi.

Bir diğer mesele de, Ceziretü’l-Arap kuru bir çöl olduğundan, o gün için büyük devletlerin orada pek gözleri yoktu. Zaten o gün için petrol ve diğer cevherler de henüz bilinmiyordu. Otu, ağacı ve yeşili de oldukça azdı. Bu yönüyle Mekke ve Medine ticaret dışında, keşif ya da işgal için pek cazibesi olan yerler değildi. Bu yüzden de başka devletlerin sömürüsünden hep emin kalabilmişti. Vâkıa zaman zaman, bu mübarek yerlere de o günün süper güçleri tarafından umumî valiler gönderilmişti ama, onlar adına buralarda ne kaybedecek ne de kazanacak bir şey vardı. Dolayısıyla da, o milletlerin kültürleri buralara girip o saf düşünceleri karıştırıp melezleştirememişti.

Böylece İslâm, kendi saf akidelerini, diğer medeniyet ve kültür terâkümlerinden uzak tutarak dünyanın dört bir yanına yayma fırsatını bulabilmişti. Aksine Mekke ve Medine mevcut kültür ve anlayışların işgaline

uğramış olsaydı, o zaman İslâm risaleti, epey zorluklarla karşılaşacaktı. Evet İslâm kültürü bu emin merkezde yatağını bulan su gibi gelip kaynaklanmıştı;

kaynaklanmış ve bu berrak kaynağı, ona sonradan sokulan kovalar bulandıramamışlardı. Evet, ne Sasani’nin ne de Roma’nın putperest akideleri, bu tertemiz ve pırıl pırıl akan risalet kaynağına sızamamıştı.

ءُ ﻻَ ﺪ ِّ ﻟ ا هُ ﺪ ِّرُ ﻜ َ ﺗُ ﻻَ

fehvâsınca, ona dalan kovalar, feyz-i akdesten gelen ve her türlü emniyet ve karantina altında muhafaza edilen, vahye sırtını vermiş bu kaynağı bulandıramamıştı.

İşte hem mekân itibarıyla böyle Sidretü’l-Müntehâ’nın iz düşümü olan hem de Eski Dünya karalarının coğrafî konumu itibarıyla hususiyet arz eden Mekke, risalet adına bu kadar ehemmiyeti haiz bir mübarek mekândı. Daha sonraları değişik yerlerin, dünya muvazenesinde stratejik hususiyet arz etmesi sebebiyle, risalet emaneti başka başka yerlere taşınmıştı ama; biz meseleye sadece âyetin işaret buyurduğu İslâm’ın zuhur ettiği dönem açısından bakıyoruz. Yoksa İslâm’ın yayılışı ve gelişmesi adına bir zaman Bağdat, diğer bir dönemde Şam ve uzun bir müddet de İstanbul merkezlik yapmıştır. Hatta İslâm risaletine verâset adına İstanbul’un yüklendiği misyon, kendinden önceki medeniyet merkezlerini geride bırakacak kadar engin ve derindir. Ancak, risalet, İstanbul’dan temsil edildiği dönemlerde bile, Mekke, Medine başların tacı ve birer mübarek mekân olarak semavîliklerini hep devam ettirmişlerdir.

3. Risaletin Lisana Ait Buudu

Belgede KUR ÂN DAN İDRAKE YANSIYANLAR (sayfa 97-100)