• Sonuç bulunamadı

TÂHÂ SÛRESİ ﻳُ

Belgede KUR ÂN DAN İDRAKE YANSIYANLAR (sayfa 162-167)

ﺣٰ ﻮ

ﻰ ﻟِ ﻤ َﺎ ﻊْ ﻤ ِ ﺘَ ﺳ ْ ﺎ ﻓَ ﻚ َ ﺗُ ﺮْ ﺧ ْﺘَ ا وَ ﺎ ﻧَ أَ

“Ben seni peygamber olarak seçtim. Şimdi vahyedilene kulak ver.”

(Tâhâ sûresi, 20/13)

Hz. Musa’nın Benî İsrail’e peygamber olarak seçilmesi hem ulaşılamayan bir pâye hem de bir imtihandır; o bu yüce mansıbı istikbaldeki azm ü ikdamına bir ücret-i âcile olarak almış; vazife şuuru, peygamberane azim, tevazu, mahviyet ve hakperestliğiyle bu uhrevî sermayeyi ebedîleştirmiştir. Bir kere Hz. Musa (aleyhisselâm), Firavun’un sarayında ihtimam içinde yetişmiş, prensler gibi muamele görmüş ve hep aziz tutulmuştur. İşte böyle birinin, Firavun’un hor gördüğü, öldürdüğü ve halâyıkı gibi kullandığı insanların arasına dönmesi, onlarla haşir neşir olması hakikaten aşılması çok güç bir problemdir. Ama Hz. Musa (aleyhisselâm) bunları aşmış, insanî değerler açısından zirveye ulaşmış üç-beş müstesnadan biridir.. ve onun gerçek portresi sayılan işte bu ince ve anlamlı çizgiler: “Şüphesiz Ben seni seçtim.” ilâhî iltifatına cevap niteliğindedir.

Hz. Musa’nın saray çevresindeki insanlar veya İsrailoğulları tarafından değil de; semavî bir intihapla Hak tarafından seçilmesi, evvelâ ilâhî kelâma muhatap ve temsilci olması sonra da onu başkalarına tebliğ edip öteler buudlu direktiflerle yeni bir dünya kurması içindir. Bu espriden dolayıdır ki Allah ona:

“Ben seni seçtim; şimdi sen de vahyolunacak şeyi iyi dinle!” diyerek iltifatın şahsîliğinin ötesinde ona, tek bir fert iken himmetinin enginliği ölçüsünde koca bir millet hâline gelme ufkunu göstermişti.

Böyle bir hitapta, intihapla beraber sorumluluk ihtarı, seçilme bişaretiyle beraber mesuliyetin hatırlatılması iç içedir. Kelâm, Hak kelâmı, muhatap da Hz. Kelîm olunca sözün böyle bir zarafete ulaşması normaldir.

ﻌَ ﻟَ

ﻪُ ﻠﱠ ﺎ ﻨً ﯿِّ ﻟَ ﻻً ﻟَ ﻮْ ﻗَ ﻪُ ﻻَ ﻮ ﻘُ ﻓَ ۝ ﻰ ۚ ط َﻐٰ إِﻧﱠ ﻪُ ن َ ﻮْ ﻋ َ ﺮْ ﻓِ ﻰ إِﻟٰ ﺎ ھ َﺒَۤ ذْ اِ

ﻳَ

ﺨ ْ ﺸ ٰ

ﻰ أَ وْ ﺮُ ﻛﱠ ﺬَ ﺘَ ﻳَ

“Firavun’a gidin. Çünkü o, iyiden iyiye azdı. Ona yumuşak söz söyleyin.

Belki o, aklını başına alır veya korkar.”

(Tâhâ sûresi, 20/43-44)

Burada peygambere, peygamberâne bir üslûpla anlatılıyor ki, tebliğ eri, muhatapları Firavun, Nemrut, Şeddad gibi kalb ve kafaları imana kapalı, küfre programlanmış insanlar bile olsa, anlatacağı şeyleri yine “kavl-i leyyin” ile anlatmalıdır. Ayrıca burada, önemli bir husus daha var ki, o da; eğer kavl-i leyyin mürşid ve mübelliğin aslî vasfı hâline gelmişse, bu onun duygu ve düşüncesi ile bütünleştiği için müessir olacaktır. Aksi hâlde , pek çok falsonun yaşanması kaçınılmaz olacaktır. Yani, kavl-i leyyin mürşidin fıtratı ile bütünleşmemişse ve içinden gele gele o hâli yaşayamıyorsa, er-geç damarına basıldığında iç kimliği ortaya çıkacak ve tamiratı tahribata çevirecektir. Böyle bir sertliğe toslayan muhataplar da onun temsil ettiği düşünceden de, davadan da uzaklaşacaklardır.

Bu itibarla kavl-i leyyinin fıtrat hâline getirilmesi çok önemlidir. Bu ise ancak hâl-i leyyin, tavr-ı leyyin, kalb-i leyyin ile mümkün olacaktır.

Eğer “küfre kızma” diyorsanız, onun hükmü bellidir:

ﻪ ِ ﻠّٰ ﻟ ا ﻲ ﻓِ ﺾ ُ ﻐْ ﺑُ ْ اَ ل

“Allah için gazap etme.” Hem siz birilerine karşı içinizde iğbirar duysanız dahi, bunu sıfatlara incirar ettirmeli ve hususiyle de vazife esnasında ipek gibi yumuşak olmalısınız. Aslında siz şayet bir mütemerridi hidayete çağırıyorsanız, o kabul etse de, etmese de sizin kazandığınızda şüphe yoktur.

Ayrıca burada Cenâb-ı Hak, ısrarla Firavun’a iki kişi gidilmesini tavsiye etmektedir ki, bu bazı işlerin kolektif yapılmasının daha müessir ve yararlı olacağına bir irşattır. Hususiyle de büyükler veya büyüklük taslayanların huzurunda, birbirine mânevî destek olunması, işhad görevinin yerine getirilmesi, zâhirî yalnızlığın endişelerinden âzâde olunması bakımından çok önemlidir.

Karşı taraf azgın bir insan olmasına rağmen, Nebi’ye yumuşak bir üslûp kullanmasının tavsiye edilmesi; tabiatla bütünleşen bir üslûbun arizî sebeplerle değiştirilmeyeceğini tenbih, onları kendi nezih üslûbuna fiilen çağrı, sert ve haşin söz dinlemeye alışmamış kimseleri tenfir etmeme adına da bir irşaddır.

Ve hele Hz. Musa’nın içinde büyüyüp geliştiği, iyiliklerini görüp ruhunda hissettiği kimselere karşı yumuşak davranması, yumuşak yaklaşıp yumuşak konuşması, hususiyle onlara uhrevîliği duyurması, onları ebediyete uyarması ve semavî vazifesinin yanında hiç olmazsa ilk mülâkatta bir kadirşinaslık gereğiydi. Kim bilir belki de böyle davranmakla, âyetin sonunda da dendiği gibi, öyleler “belki” nasihat dinleyip Allah’a karşı saygı duyabilecektir.

Bazıları ferden dinlemese bile, bu tür kimseler nev’en dinleyebilir.

ﻧُ

ﺨ ْﻠِ

ﻔُ

ﻪُ ﻻَ ا ﺪً ﻋ ِ ﻮْ ﻣَ ﻚ َ ﻨَ ﯿْ ﺑَ وَ ﺎ ﻨَ ﻨَ ﯿْ ﺑَ ﻞ ْ ﻌَ ﺟ ْ ﺎ ﻓَ ﻪ۪ ﻠِ ﺜْ ﻣِ ﺮٍ ﺤ ْ ﺴ ِ ﺑِ ﻚ َ ﻨﱠ ﯿَ ﺗِ ﺄْ ﻨَ ﻠَ ﻓَ

وَ

أَ

ن ْ ﺔ ِ ﻨَ ﻳ ﺰّ۪ ﻟ ا م ُ ﻮْ ﻳَ ﻢ ْ ﻛُ ﺪُ ﻋ ِ ﻮْ ﻣَ ﻗَ ل َ ﺎ ۝ ى ﻮً ﺳ ُ ﺎ ﻧً ﻜ َﺎ ﻣَ ﺖ َ ﻧْ أَ وَ ﻻَۤ ﻦ ُ ﺤ ْ ﻧَ

ﺿ ُ ﺤ ً

ﻰ س ُ ﺎ ﻨﱠ ﻟ ا ﺮَ ﺸ َ ﺤ ْ ﻳُ

“Öyle ise, muhakkak surette biz de sana, aynen onun gibi bir büyü getireceğiz. Şimdi sen, seninle bizim aramızda, ne senin ne de bizim muhalefet etmeyeceğimiz uygun bir yerde buluşma zamanı ayarla. Musa:

‘Buluşma zamanımız, bayram günü, kuşluk vaktinde insanların toplanma zamanı olsun.’ dedi.”

(Tâhâ sûresi, 20/58-59)

İlk muhatabı Hz. Kelîm olan bu âyetlerden ruhlarımıza ne nurlar ve ne sırlar akıp gelmekte… Evet ilk önce sırlı bir Tûr hâdisesi yaşamış; yani asâsının yılan olduğunu, elinin ışık saçan bir el hâline geldiğini görmüş, pratik yakîn ufku, potansiyel yakîn ufkuyla aynı noktaya ulaşmış bu yüce Nebi’nin Rabbisine itimat ve güveni tastamamdır. Artık Firavun’un sihirbazları ne yaparsa yapsın, onları alt edeceğinden emindir. Onun için o, bir peygamber fetaneti ile meseleyi şöyle çözümler:

1.Bu ihkak-ı hak ve koz paylaşma işi kapalı kapılar ardında olmamalı;

herkesin serbestçe ve kolayca gelebileceği düz, açık bir zeminde gerçekleşmeli.. gerçekleşmeli ve bu düelloyu bütün Mısır halkı seyretmeli…

2.Bu iş için bir bayram günü seçilmeli. Böylece milletin işinin gücünün olmadığı bu tatil gününde herkesin oraya gelmesi sağlanmalı.

3.Böyle bir karşılaşma için kuşluk vakti ideal bir zamandır. Milletin üzerinden hem yorgunluğu hem de mahmurluğu attığı, kendini dinç hissettiği ve dipdiri olduğu bir vakittir. Ve her şeyi en iyi muhakeme etme zamanıdır.

İşte bütün bu mülâhazalarla bir bayram günü, sabahın erken saatlerinde, bütün Mısır halkı sihirbazlarla Hz. Musa arasındaki müsabakayı seyretmek için akın akın böyle bir buluşma zeminine gelirler. O dönemde sihirbazlık, çok ileri seviyede icra edilen bir meslektir.. hem de itibar gören bir meslektir. Bu sihirbazlar, kat’iyen basit, alelâde insanlar değillerdir. Bunlar zaman zaman cinlerden haber alan, ispirtizma bilen, belki ibtidaî şekliyle değişik parapsikoloji kurallarına vâkıf bulunan, yani kendi dönemlerinin elit tabakası sayılan insanlardır. Dolayısıyla bunların yenilip mağlup düşmeleri ve ardından

Hz. Musa’yı kabul edivermeleri, iman cephesi adına toplumda bir inkılâp başlangıcı sayılacaktı.. ve neticede de böyle olmuştu. Hz. Musa’nın eliyle zuhur eden harikaların sihir olmadığını anlayan sihirbazlar, herkesin gözü önünde Firavun’un; “Asacağım, ellerinizi ayaklarınızı çaprazvâri keseceğim.”1 tehditlerine rağmen iman ediverdiler. Bu entel tabakanın Hz. Musa’ya teslimiyetini gören avam halk da –şartlanmış olanlar hariç– iman edince, diğerleri de tereddüde düştü ki, artık maksat hâsıl olmuştu. Bu olaydan sonra artık “küfr-ü mutlak” kırılmıştı. Toplum da, Hz. Musa ile Firavun arasında muhayyerlik yaşadıkları bir noktaya gelmişlerdi.

Bizim bu âyeti değerlendirmede esas üzerinde durmak istediğimiz husus, Hz.

Musa’nın bu önemli karşılaşma için seçtiği zaman ve yer meselesidir. Bu hâdisede, günümüz Müslümanının da alacağı çok önemli dersler vardır. Bir kere mü’min, şahsî imkânlarına bakarak kat’iyen karamsarlığa düşmemelidir.

O, Allah’ın kendisine ihsan ettiği krediyi çok iyi kullanmalı ve onu hesapsız harcamamalıdır. Hani halk arasında derler: “Bir taşla iki kuş..” evet Müslüman her zaman bir taş ile yüzlerce kuş vurmanın plânını, programını yapıp uygulama yollarını araştırmalıdır. Tıpkı, Allah’ın icraatinde sık sık gördüğümüz gibi.

Evet nasıl âdiyât içinde tarlaya bir buğday tanesi atıyor, karşılığında yedi, yetmiş, yedi yüz alıyoruz. Öyle de, bütün davranışlarımızla iman, hizmet ve milletimiz adına yedi, yetmiş, yedi yüz alınması plânlanıp öyle hareket edilmelidir. İşte Hz. Musa’nın yaptığı da budur. O, Allah’a tevekkül ve itimadı gereği, Firavun ve Hâmân’ın gözü önünde, saraylarda kapalı kapılar ardında değil, münasip bir vakitte herkesin içinde kendini ifade edince, bir iş yaparken, binleri, yüz binleri de arkasına takabiliyor.

Kur’ân, Hz. Musa vasıtasıyla bize bütün bunları hatırlatırken, Sünnet-i sahiha da başka bir vak’a ile konuya ayrı bir derinlik kazandırır.2 Efendimiz’in beyanlarına göre bir devlet reisinin dinine girmeyen mü’min bir delikanlı öldürülmek istenir. Dağların tepesinden aşağılara atılır, o yürüyerek döner gelir. Denizin azgın dalgaları içine bırakılır, o yine kurtulur ve geriye döner..

evet onu öldürmek için ne yaptılarsa hiçbiri fayda vermez. En sonunda çocuk der ki: “Bütün halkı toplayıp, ‘Bu çocuğun Rabbi adıyla’ diyerek bana bir ok atarsanız işte o zaman beni öldürebilirsiniz.”

Mü’min mantığı, kendi kendine nasıl olsa öleceksin; bu gözü dönmüş insanlar seni yaşatmayacaklar. Öyleyse öteye giderken ucuza gitmemelisin..

evet işte hepsi bu kadar. Rabbi adına, davası adına son demde bile bir şeyler yaparak Allah’a mülâki olma mantığı. Hâdise bu açıdan değerlendirildiğinde, şehitlik arzu ve isteği bile –o, zatında çok büyük bir pâye ve mertebe olmasına rağmen– böylesine mefkûrevî yaşama yanında çok sönük kalır. Yani insan, şehitliğin ötesinde milletine, ülkesine, dinine hatta uhrevî derinliği adına daha neler yapabilir, neler kazandırabilir.. bunları kazanmanın yolu nedir?.. gibi hususları düşünmelidir. İşte bu mülâhaza –öyle zannediyorum ki– şehitliğin de önüne geçer. Evet o çocuk, dağdan atıldığında veya denizde boğulduğunda şehit olacaktı; olacaktı ama bire bir bir şey kazanacak ve sadece kendi uhrevî hayatını mamur edecekti. Ama diğer türlü yani milletin gözü önünde bahsettiğimiz şekliyle şehit olunca yüzlerce insanın imana gelmesine vesile oluyordu.

O hâlde insan, bahusus Müslüman kendi kadrini bilmeli ve pahalı; pahalı olduğu kadar kıymetli bir varlık olduğunu idrak etmelidir. Bu kâinatın, baştan başa kendisi için yaratıldığını, içindeki her şeyin onun etrafında emirber neferler gibi döndüğünü bilmeli ve buradan göçüp giderken de ucuza gitmemelidir. Ben giderim ama arkamdan da bu dünya, mutlaka yaratılış gayesine uygun bir çizgiye gelmeli, ölüm Cennet bahçelerinin kapılarını açan bir sırlı anahtara dönüşmeli ve küçük bir ışık sönerken onun yerinde yüzlerce, binlerce yıldız patlaması olmalıdır.

1 Tâhâ sûresi, 20/71.

2 Bkz.: Müslim, zühd 73; Tirmizî, tefsir (85) 2.

ENBİYÂ SÛRESİ

“Andolsun, size içinde sizin için öğüt bulunan (size şan ve şeref sağlayan) bir kitap indirdik. Hâlâ akıllanmaz mısınız?”

(Enbiyâ sûresi, 21/10)

Cenâb-ı Hak burada ilk muhataplarına açıktan açığa, daha sonrakilere de delâlet, iktiza hiç olmassa işaret yoluyla, kendilerine verilen bu kitapla aynı zamanda hem ilklere hem de sonradan gelenlere nam u nişan, şan ü şeref vaad ettiğini, hatta mukaddimeleriyle bizzat verdiğini kasemli bir hatırlatmayla belirterek, onların şuurlarını şükran ufuklarına yönlendirmektedir.

Bu önemli ve ukbâ buudlu nam u nişan ve şan ü şerefe gelince şunlar düşünülebilir:

1.Hak hedefli, emir-nehiy gibi doğru vesilelerin hatırlatılması düşünülebilir k i ;

ﻚ َ ﻣِ ﻮْ ـ ﻘَ ﻟِ وَ ﻚ َ ـ ـ ﻟَ ﺮٌ ﻛْ ﺬ ِ ـ ـ ﻟَ ﻪُ إِﻧﱠ وَ

“O Kur’ân, senin ve kavmin için bir hatırlatmadır.”1 âyeti bunu vurgulamış olsa gerek.

2.“Zikir”le va’z u nasihati hatırlamak da mümkündür ki, “Din nasihattir.”2 (mutlaka) yararlıdır.”3 âyeti de bu mülâhazayı teyit eder mahiyettedir.

3.Çevrenizdeki milletler ömr-ü tabiîlerini ve miadlarını bir bir doldurup bir bir tarih sahnesinden silinmelerine karşılık siz, bu zikr-i mübarek sayesinde ebed müddet var olmaya namzet sayılabilirsiniz.

“Onlar (kâfirler) görmüyorlar mı ki, Biz kudretimizle gelip onları dört bir yandan daralttıkça daraltıyoruz.. hükmü yalnız Allah verir ve O’nun hükmünü takibe alacak da yoktur.”4 âyeti işareten;

ﺎ ﻨَ ﻠْ ﻌَ ﺟ َ ا أَ ن ﱠ ا وْ ﺮَ ﻳَ ﻢ ْ ـ ﻟَ وَ َأ

insanlar kapıp götürülürken (kırıp geçirilirken) Bizim bulundukları yeri

Belgede KUR ÂN DAN İDRAKE YANSIYANLAR (sayfa 162-167)