• Sonuç bulunamadı

Risaletin İnsanî Buudu

Belgede KUR ÂN DAN İDRAKE YANSIYANLAR (sayfa 94-97)

EN’ÂM SÛRESİ رِ

1. Risaletin İnsanî Buudu

Buna göre âyet şu mânâyı ifade etmektedir: Allah (celle celâluhu), peygamberliği, peygamberlere verdiği risaletini, onlar vasıtasıyla sunmak istediği ilâhî mesajlarını kime vereceğini, kime tevcih edeceğini en iyi bilendir.

O dönemde bazı kimseler Velid İbn Muğire ve Urve b. Mesud es-Sekafî gibi kendilerince takdir ettikleri zatları bu işe daha münasip görüyorlardı.1 Onların bu iki zat hakkındaki mülâhazaları, Kur’ân’da başka bir âyette şöyle anlatılır.

Onlar: “Risalet veya peygamberlik (Kureyş’in fakirine ineceğine) bu iki şehirden (Mekke veya Taif) şu (iki büyük insandan) birine inseydi ya!”2 demişlerdi. Kur’ân, onların bu anlayışlarına şu karşılığı verir:

ا ﺪﱡ ﻟ ﯿَ ﻧْ

ﺎ ةِ ﻮ ﺤ َﯿٰ ﻟْ ا ﻲ ﻓِ ﻢ ْ ﮫُ ﺘَ ﺸ َ ﯿ ﻌ۪ ﻣَ ﻢ ْ ﮫُ ﻨَ ﯿْ ﺑَ ﺎ ﻤ ْﻨَ ﺴ َ ﻗَ ﻦ ُ ﺤ ْ ﻧَ

“Dünyadaki maişetlerini dahi aralarında Biz taksim ederiz.”3 Yani insanların yeme ve içmelerine kadar her şey ilâhî taksime tâbi ise, peygamberlik gibi en mühim bir mesele, elbette falanın-filanın takdirine bırakılamaz. Eğer insanların ruhta, gönülde letâifte dirilmesini hedef alan Allah (celle celâluhu), insanların ne ile dirileceğini biliyorsa, –ki mutlaka biliyor– o meseleyi temsil edecek şahsı da en iyi bilen yine O’dur. Dolayısıyla peygamberlik pâyesiyle kimi serfiraz kılmışsa, en münasip o demektir. Risalet

meselesinde ileri geri söz sarfedenler –Velid İbn Muğire vb.– Hz. Peygamber’i küçük gördüklerinden ötürü, bilerek en büyük cinayeti işlemişlerdir.. ve işledikleri bu cinayet, peygamberi tahkir ve tezyif etme mânâsına geldiğinden dolayı da onlar, Allah nezdinde küçüklerden daha küçük olmaya mahkûm edilmişlerdir. Nitekim âyetin devamında onların su-i akıbetlerine de işaret edilir ve:

ﻳَ

ﻤ ْ ﺮُ ﻜُ

و

ن َ ا ﻮ ﻧُ ﺎ ﻛَ ﺑِ ﻤ َﺎ ﺪٌ ﻳ ﺪ۪ ﺷ َ ب ٌ ا ﺬَ ﻋ َ وَ ﻪ ِ ﻠّٰ ﻟ ا ﻋ ﺪَ ِﻨْ رٌ ﺎ ﻐَ ﺻ َ ا ﻮ ﻣُ ﺮَ ﺟ ْ أَ ﻦ َ ﻳ ﺬ۪ ﻟﱠ ا ﺐ ُ ﯿ ﺼ ۪ ﯿُ ﺳ َ

“Düzenbazlık yapmaları sebebiyle, risalet hususunda cürüm işleyenlere Allah tarafından (dünyada) bir zillet ve (ahirette de) şiddetli bir azap dokunacaktır.”4 Bu böyledir, zira peygamber seçimi bizzat Allah’a (celle celâluhu) aittir:

ا ﻨﱠ ﻟ ﺎ

س ِ ﻦ َ ﻣِ وَ ﻼً ﺳ ُ رُ ﺔ ِ ﻜ َ ﺌِ ﻤ َﻠٰۤ ﻟْ ا ﻣِ ﻦ َ ﻲ ﻔ۪ َ ﻄ ﺼ ْ ﻳَ ﻪُ ﻠّٰ ﻟ اَ

“Allah meleklerden de insanlardan da elçiler seçer.”5 Allah seçip sonra da takdir ve teşrifte bulunduysa bize, bu takdire saygı duyup itaat etmek düşer.

Aksi hâlde Allah’ın seçtiğine karşı en küçük vicdanî bir rahatsızlık bile, insanı hor ve hakir kılar.. ve böyleleri, peygamberler veya evliyâ, asfiyâ, ebrar ve mukarrabînle gelen feyiz ve bereketlerden mahrum kalırlar. Evet, böyle biri kim olursa olsun âdeta küçüklüğe hapsolur ve bütün ilâhî mesajlara karşı kapalı hâle gelir.

Kaldı ki Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) liyakat ve büyüklüğü, her devirde hemen herkes tarafından kabullenilmiş bir olguydu. Ayrıca O’nun geleceğine dair bir hayli işaret ve bişaretler de bulunmakta idi. Evet, bunca tahrife rağmen, Üstad Allâme Hindî’den Hüseyin Cisrî’ye kadar niceleri eski kitaplarda, Hz. Peygamber’e ait tam 114 işaret ve bişaret bulunduğunu tespit edebiliyorlardı. Evet, ta Hz. Davud, Hz. Süleyman’dan, Hz. Musa, Hz. Yahya, Hz. Zekeriya ve Hz. İsa’ya kadar bütün peygamberler (aleyhimüsselâm), o sarsılmaz icmalarıyla Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) geleceğini haber vermiş ve O Zât’ın, hepsinin büyüklüklerinin câmii olduğunu ümmetlerine bildirmişlerdir. Bu yönüyle Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem), bu mânâdaki makam-ı cem’in sahibidir.

Evet enbiyâ-yı izamın cihet-i vahdeti bir cihette O’nda tecellî etmiştir. Yani Hz. Peygamber (sallallâhu aleyhi ve sellem) âlemşümul risaletiyle, âdeta bütün enbiyâ-yı izamın düşüncelerinin hulâsasını ve topyekün insanlığa sunulacak

mesajlarının esasını cem etmiştir. Böylece tesisi gerekli meseleleri tesis ettiğinden ötürü bir müessis; tahrif edilen şeylerin hakikatini ortaya koymakla musahhih; tecdit ve tekmil gereken şeyleri de tecdit etmekle O, bir Müceddid-i Ekmel olmuştur. Artık O’ndan sonra resûl gelmeyecektir. Zira meseleler bu kadar vahdete ulaşınca, O’ndan sonra kim gelirse gelsin bu vahdeti yeniden parçalayıp dağıtacaktır. Bu yüzden O en sondur. İnsanlık O’nunla, duygu ve düşüncede, din ve akidede, yol ve yöntemde hayatî bütün ünitelerin ana başlıklarına ulaşmıştır ve artık yeni bir risalete ihtiyaç kalmamıştır. Evet, bundan böyle bütün insanlık, bütün hayatî meselelerini bu son risaletin verdiği en son şekle göre düzenleyip hayata geçirecektir.

Meselenin bir diğer yönü de şudur: Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) risalet ve nübüvveti temelde, diğer bütün peygamberlerden önce idi.

Nitekim O, bir hadislerinde:

ي ﻧُ ۪ ر ﻮ ﻪُ ﻠّٰ ﻟ ا ﻖ َ ﺧ َﻠَ ﻣَ ﺎ وﱠ ـ ل ُ َأ

“Allah’ın ilk yarattığı şey, benim nurumdur.”6 buyurmaktadır. Diğer bir hadislerinde de; “Hz. Âdem henüz çamur ve balçık arasında debelenirken, ben peygamber idim.”7 ferman etmektedir. Demek ki, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) peygamber olarak plânlanması, herkesten önceydi. Bu mesele, tasavvufçularca “hakikat-i Ahmediye” unvanıyla ele alınmış ve uzun uzun üzerinde durulmuştur. Onların bu mevzudaki mülâhazalarında hakikat-i Ahmediye, aynı zamanda kâinatın da hakikati olarak işlenmiştir ki, bununla da, Hz. Peygamber’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) büyüklüğü ve en büyük risalete mazhariyeti anlatılmak istenmiştir.

Burada şu husus üzerinde de durmakta yarar var: Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) –neşrettiği nur itibarıyla– hem kemmiyet plânında hem de keyfiyet plânında ulaştığı noktaya bir başkası ulaşamamıştır; ulaşamaz da. Bu da pratik olarak O’nun ve sunduğu peygamberlik mesajının büyüklüğünün en açık bir emaresidir. Zira bugün yeryüzünde Budizm’den Brahmanizm’e, Taoizm’den Totemizm’e ve semavî dinlerden de Hıristiyanlık ve Yahudilik’e kadar yüzlerce din bulunmaktadır ama, İslâmiyet hariç, diğerlerinin hepsinde ilâhî mesaj istihâle görmüş ve belli ölçüde tahrife uğramışlardır. Hıristiyanlık bugün İslâmiyet’e göre daha yaygın olabilir. Ne var ki, gerçek Hz. Mesih’i ve Mesih anlayışını bugünkü Hıristiyanlığın o zor anlaşılır yorumlarında bulmak mümkün değildir. Eğer biz Hz. Mesih’in hakikî kimliğine Kur’ân sayesinde muttali olmasaydık, onu Kitab-ı Mukaddes içindeki yeriyle kabullenecek ve binlerce çelişkiyle karşı karşıya kalacaktık. Çünkü,

gerek Yuhanna’da ve gerekse Matta ve Luka’da karşımıza çıkan İsa’nın –hâşâ–

Allah’tan farkı yoktu. O, Arş’ın yanında O’nunla beraber oturmakta ve O’nun rubûbiyetini paylaşmaktaydı. İnsanlık onun fıkdaniyle zenb-i aslî ağına düşmüştü ve onun sayesinde yeniden yitirdiği Cennet’e ulaşacaktı. Evet, maalesef Hz. Mesih’in kimliği Kitab-ı Mukaddes’in bugünkü metinlerinde bu kadar karışık ve bu kadar tutarsızdır. Biz, her şeyin hakikati gibi Hz. İsa’yı da, Hz. Peygamber’in risaleti sayesinde dahası olmaz ölçüleri içinde öğrenmiş bulunuyoruz.

2. Risaletin Mekân Buudu

Belgede KUR ÂN DAN İDRAKE YANSIYANLAR (sayfa 94-97)