• Sonuç bulunamadı

ŞUARÂ SÛRESİ

Belgede KUR ÂN DAN İDRAKE YANSIYANLAR (sayfa 178-186)

*ۚ ن َ ﻮ ﻛُ رَ ﺪْ ﻤ ُ ﻟَ إِﻧﱠ ﺎ ىۤ س ٰ ﻮ ﻣُ ب ُ ﺤ َﺎ ﺻ ْ أَ ﻗَ ل َ ﺎ ن ِ ﺎ ﻌَ ﻤ ْ ﺠ َ ﻟْ ا ءَ ا ﺮَۤ ﺗَ ﻤ ﱠﺎ ﻠَ ﻓَ

ﺳ َ ﯿَ

ﮫْ

ﺪ۪

ﻦ ِ ﻲ ﺑّ۪ رَ ﻲ َ ﻌِ ﻣَ إِ ن ﱠ ﻛَ ﻼﱠ ﻗَ ل َ ﺎ

“İki topluluk birbirini görünce, Hz. Musa’nın adamları: ‘İşte yakalandık!’

dediler. Hz. Musa: ‘Asla!’ dedi. ‘Rabbim, şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.’ ”

(Şuarâ sûresi, 26/61-62)

Toplum maddeperest bir mülâhaza ile probleme bakıyor; Hz. Musa da onlara yaklaşırken onların bu hususiyetlerini nazara alıyordu. Evet, bu cemaat büyük ölçüde maddî yönleri galip, akılları gözlerine inmiş, metafizik âleme kapalı olageldiklerinden, bu özelliklere sahip bir cemaatin eğitilmesi, peygamberlik yolunu düşünüp benimsemeleri için uzun bir gayret gerekiyordu. Onun içindi ki, Hz. Musa, hayatı boyunca öyle bir yolu seçti; durmadan-usanmadan hep bu uğurda mücadele verdi. İşte mealini verdiğimiz âyet-i kerimede o günkü Yahudilerin bu özelliğine dikkat çekiliyordu. Firavun orduları onları takip ettiği esnada Kızıldeniz harikulâdeden, onların geçmesine imkân verecek tarzda yarılmış. İşte tam bu sırada bile Yahudiler, bütün bunların Allah’ın kudretiyle olagelen bir mucize olduğunu gözardı ederek, “Yakalandık!” deyivermişlerdi.

Bu maddeperest cemaat karşısında Hz. Musa, tekitli bir cümle ile onlara, inandırmak için “Rabbim, şüphesiz benimledir, bana yol gösterecektir.”

diyordu.

Kâdı Beyzâvî, tefsirinde bu âyeti tahlil ederken, Hz. Musa (aleyhisselâm) ile Hz. Muhammed’i (sallallâhu aleyhi ve sellem) karşılaştırır. Böylesi bir tehlike ortamında Hz. Musa’nın

ﻦ ِ ﻳ ﺪ۪ ﮫْ ﯿَ ﺳ َ ي رَ ب ّ۪ ﻲ َ ﻌِ ﻣَ إِ ن ﱠ

gelecek zaman kipiyle

“Rabbim bana yol gösterecektir.” sözü ile, hicret esnasında mağaraya sığındıkları anda, müşriklerin kendilerini görüp yakalama ihtimalinin belirmesi üzerine, Hz. Ebû Bekir’in endişelerine karşı

ﺎ ﻨَ ﻌَ ﻣَ ﻪ َ ـ ـ ـ ﻠّٰ ﻟ ا إِ ن ﱠ ن ْ ﺰَ ﺤ ْ ﺗَ ﻻَ ـ ـ ـ

“Tasalanma, mahzun olma, Allah bizimle beraberdir.”1 diyen Hz.

Muhammed’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) sözlerini mukayese ederek, Efendimiz’in Allah’a olan güveninin sınırsızlığıyla O’nun güveninin fâikiyetine işaret eder.2

Hiç şüphesiz böyle bir üslûpta Hz. Musa’nın muhataplarıyla Efendimiz’in muhatabının tevekkül, teslim ve tefviz farklılığı da önemli bir saiktir. Makam-ı sıddîkiyetin zirvesini tutmuş, peygamberinin dudaklarından dökülen her şeyi hiçbir tereddüde düşmeden kabul eden bir insana hitapla, elbetteki her meselede peygamberlerini sorgulayan bir topluma hitap aynı seviyede olmayacaktı ve olmadı da.

۝ ﻦ َ ۙ ﻳ ﺮ۪ ﺧ ِ ﻻْٰ ا ﻲ ﻓِ ق ٍ ﺪْ ﺻ ِ ن َ ﺎ ﺴ َ ﻟِ ﻲ ﻟ۪ ﻞ ْ ﻌَ ﺟ ْ ا وَ

ا ﻨﱠ ﻟ ﻌ۪

ﯿ

ﻢ ِ ﺟ ﺔ ِ َﻨﱠ ﺔ ِ ﺛَ رَ وَ ﻣِ ﻦ ْ ﻲ ﻨ۪ ﻠْ ﻌَ ﺟ ْ ا وَ

“Bana, sonra gelecekler içinde, iyilikle anılmak nasip eyle. Beni, Naîm Cenneti’nin vârislerinden kıl.”

(Şuarâ sûresi, 26/84-85)

Hz. İbrahim (aleyhisselâm) Rabbisinin kendisine ihsan ettiği nimetlerini ve sonsuz lütuflarını hakkıyla idrak eden bir insandır. Evet bu seviyeli idrake göre her şey Hak’tandır. Yediren O, içiren O, doyuran O, konuşturan O. Demek ki mutlak hâkim de sadece ve sadece O’dur. İşte böyle bir idrak, “Beni arkadan gelenler arasında yâd-ı cemil kıl.” diyorsa, bu duayı ona mutlaka Allah ilham etmiştir. Diğer bir tabirle Allah onun konuşan dili olmuş, dua ettirmiş; sonra da o duayı kabul etmiştir. Aslında kabul etmeyecek olsaydı, bu duayı ona ilham da etmezdi. Evet, bu duayı kabul etmiştir diyoruz ve işte göstergesi; Müslümanlar olarak bizler, namazlarımızda okuduğumuz her salavât-ı şerifede onu anıyor ve dualarımıza dahil ediyoruz.

Burada önemli bir diğer husus da şudur: Bilindiği gibi peygamberler vefat ettiklerinde mal-mülk gibi şeyler miras bırakmazlar. Onların mirası, davalarıdır. İşte kendisine kadar gelen peygamberlik silsilesinde, kendi devri itibarıyla çok şeyleri değiştiren ve bu yönüyle de bir müceddit, bir muslih sayılabilecek olan Hz. İbrahim (aleyhisselâm), o engin himmetiyle bütün insanlığa açılmak istiyordu. Nitekim kabul olan bu duanın gereği olarak da Rabbim onun bu isteğini gerçekleştirmiştir. Yani Hz. İbrahim, iki önemli sürgünle bütün insanlık için bir tubâ-i Cennet hâline gelmiştir: Oğullarından biri olan Hz. İshak ile başlayan çizgide Hz. Mesih’e; Hz. İsmail ve onun soyundan Hz. Muhammed’e (sallallâhu aleyhi ve sellem) kadar O hep örnek olmuştur. Evet bu peygamberlerin her birinin dilinde Hz. İbrahim bir yâd-ı cemildir. Ayrıca peygamberlik halkası Efendimiz ile son bulmasına rağmen Hz.

İbrahim’in anılması son bulmamıştır. Yukarıda da işaret ettiğimiz gibi, ümmet-i Muhammed, ruhlarına içirilen Hz. İbrahim sevgisi ve Hz. Muhammed’in talimiyle namazlarda getirdikleri salavât-ı şerifelerle her zaman onu anmaktadırlar ve ihtimal bu duaların neticesi olarak da Hz. İbrahim Naîm Cenneti’nin vârislerinden olmuştur.

Son bir hususu hatırlatıp geçelim. Peygamberlerin eda ettikleri misyon ve ortaya koydukları davaları bir mefkûre, bir ideal değildir hatta gaye de değildir. Bunların yani mefkûre, ideal vs. onların temsil ettikleri davaların büyüklüğünün yanında lafı bile edilemez. İşte ilâhî bir memur olan peygamberler ve hassaten Hz. İbrahim, davasının kendi vefatıyla son bulmaması; son bulmayıp ilelebet pâyidâr olmasının lâzımı olarak sonraki nesiller içinde iyilikle anılmayı istemiş olabilir.

ا ﻨﱠ ﻟ ﻌ۪

ﯿ

ﻢ ِ ﺟ ﺔ ِ َﻨﱠ ﺔ ِ ﺛَ رَ وَ ﻣِ ﻦ ْ ﻲ ﻨ۪ ﻠْ ﻌَ ﺟ ْ ا وَ

“Beni nimetlerinin nümayan olduğu Cennet’in vârislerinden kıl.” talebi, soyundan gelen enbiyâ-i izamla dünyada yanıltmaz vesileler ve kadirşinas vârisler talep ettikten sonra, bunca hayır vesilesine menşe ve peygamberlerin yürüdüğü şehrahta pişdâr olmasına rağmen, maddî-mânevî bunca sebepten sonra neticeyi Hz. Müsebbibü’l-Esbâb’dan bekleme, Cennet’in mahzâ bir lütuf olduğunu, onun amellerle elde edilemeyeceğini, Cenâb-ı Hakk’ın rahmetinin enginliği sayesinde ve ısrarlı taleplerle nail olunabileceğini vurgulama bakımından çok mânidardır.

ﺘﱠ ﺗَ

ﻘُ

ن َ أَ ﻻَ ﺢ ٌ ﻟِ ﺻ َﺎ ﻢ ْ ھ ُ ﻮ ﺧ ُ أَ ﻢ ْ ﮫُ ﻟَ ﻗَ ل َ ﺎ إِ ذْ

“Kardeşleri Salih, onlara: ‘Allah’a karşı gelmekten sakınmaz mısınız?’

dedi.”

(Şuarâ sûresi, 26/142)

Kur’ân-ı Kerim’in kâfir ve inançsız olan kavimlere karşı, gönderilen peygamberler için “kardeşleri” diye ifade etmesi sadece Hz. Salih (aleyhisselâm) için bahis mevzuu değildir. Aynı ifade ve üslûp içerisinde Hud, Şuayb, Nuh, Lut (aleyhimüsselâm) gibi peygamberler de zikredilir.3 Burada gönderilen bu peygamberlerin o kabile içinden zuhur etmesine rağmen soy sop, duygu, düşünce açısından onlardan biri olduğu anlatılmamaktadır.

İhtimal böyle bir ifade, o kavimdeki insanların, kendi içlerinden çıkan ve

âdeta kardeşleri olan peygambere karşı onların şefkat hislerini ve peygamberin de onlara bakış tarzını ifade etmektedir. Yoksa, Hz. Salih nesep ya da din kardeşliği bakımından o kâfirlerin kardeşi değildir.

Ama o, insan olarak onlardan biri, onların üzerlerine titremesi açısından âdeta kardeşleri; sıdkı, emaneti, iffeti ve fikir istikameti bakımından da çok iyi tanıdıkları bir yakın hemşehrileri idi ki, bu mülâhazaların herhangi biriyle onların kardeşi sayılabilirdi.

Baba, dayı, amca, ata da denebilirdi ama bunların her biri birer vesile-i teâzum sayılması açısından “kardeş” sözcüğündeki sıcaklığı ifade etmezdi.

ا ﻟ ﺴ ﱠ ﺎ ﺟ ِ ﺪ۪

ﻦ َ ﻲ ﻓِ ﻚ َ ﺒَ ﻠﱡ ﻘَ ﺗَ وَ ۝ۙ م ُ ﻮ ﻘُ ﺗَ ﻦ َ ﯿ ﺣ۪ ﻚ َ ﻳ ﺮٰ ﻳَ ي ﺬ۪ ﻟﱠ اَ

“O ki, (gece namaza) kalktığın zaman seni görüyor. Secde edenler arasında kıvrım kıvrım kıvrandığını da.”

(Şuarâ sûresi, 26/218-219)

ﻟﱠ

ﺐ َ َ ﺗَ ﻖ

sigası,

ﻞ َ ﻌﱠ ﻔَ ﺗَ

babındandır ve bu kipte kendini zora koşma mânâsına bir tekellüf vardır. Yani insanın bir işte kendini olabildiğine zorlaması, ısrar etmesi söz konusudur. İşte Allah (celle celâluhu), Resûlü’nün secdesini bize böyle bir kiple tersim ediyor. Demek ki O, secdede, Rabbisine kulluk yaparken, hem de O’na en yakın olduğu mekân ve zamanda, kulluğun hakkını tam verebilmek için kıvrım kıvrım kıvranıyor, ısrar ediyor ve âdeta yaptığı iş içinde eriyip gidiyordu. Yalnız bir hususu vurgulamakta yarar var; mâneviyat olmadan, kat’iyen bu ufuk yakalanamaz ve bu zirveye ulaşılamaz. Bu zirveye ulaşmayan insanların secdede böyle tavır içine girmeleri ise, riyadan başka bir şey değildir.

Evet, bilhassa Hakk’a kullukta mâneviyat çok önemlidir. Âzamî zühd, âzamî takva ve âzamî ihlâs yakalanarak her yerde ve her şeyde O’nu aramak, O’na yönelmek bir mü’minin biricik gayesi olmalıdır; gayesi olmalıdır ama bu, bütün bütün dünyanın terk edilmesi şeklinde de anlaşılmamalıdır. Evet bir yandan dünya imar edilip Cennetlere çevrilirken diğer yandan da gönüller ilâhî aşka yönlendirilerek iman hayata hayat kılınmalıdır. Yani bir yandan dünyaya çeki düzen verilirken öte yandan daima O’nun rızası gözetilerek O’nunla münasebet kapıları açık tutulmalıdır.

Zaten

ﻪ ِ ﻠّٰ ﻟ ا ﻪُ ﻓَ ﺟ ْ وَ ﻢ ﱠ ﺜَ و ا ُّ ل ﻮَ ﺗُ ﻤ َﺎ ﻨَ ﻳْ ﺄَ ﻓَ

“Nereye yönelirseniz yönelin, bî kem ü keyf Allah oradadır.”4 âyetinin mazmunu da bu değil mi? Bence bu âyet, kâmil

bir mü’minin genel durumunu, karakterini, Allah ile münasebet ölçülerini yansıtması bakımından fevkalâde mânidardır. Fıkıhçıların dediği gibi, kıblenin bilinmediği yerlerde, sor soruştur, kendi imkânlarınla kıbleyi bulmaya çalış, sonra tam ters tarafa yönelsen de yine isabet etmiş sayılırsın. Ne var ki mesele sadece bununla kayıtlı değil.. yani âyeti sadece bu mânâya hasretmek doğru değil. İnsan yerken, içerken, yatarken, gezerken ailesi ile birlikte olurken, hâsılı yirmi dört saatlik günlük hayatı içinde, hemen her zaman O’nu gözetmesi, O’nu araması ve O’na yönelmesi gerekir.. evet âyet bu mânâlara da işaret etmektedir.

Doğrusu insan her zaman kendini Rabbisi ile münasebeti adına yenilemeli ve hep taze kalmaya çalışmalıdır. Gerçi O teceddütten, tegayyürden, tebeddülden münezzehtir. Ancak bizler O’nu yeniden bir kere daha duymamız ve O’nu hissetmemiz adına kendimizi her zaman yenileyebiliriz. Yani eskilerin

“manzurun ileyh” dediği, bakılan zât adına değil de bakanlar adına bir yenilik.

Bu, her gün O Mâbud-u bi’l-hak ve maksud-u bi’l-istihkakın yeni bir tecellîsi ile buluşmak, tanışmak ve böylece imanımız adına yeni derinliklere ulaşma mânâsında bir yeniliktir. Biz mutlaka bunu yakalamak zorundayız. Yoksa çürüyüp gitmemiz işten bile değildir.

Âyete dönecek olursak, “kıvrım kıvrım bir hâlde secde etme” Allah’ın gönülde, kalbte duyulması ile doğru orantılıdır. Bin bir isminin bin bir tecellîsi ile vicdanlarında Allah’ı duymayan, onca nimetler içinde yüzdükleri hâlde, herhangi bir minnet hissi taşımayan ve vefa duygusundan uzak kişilerin hayatlarında bir kere olsun, böyle secde edecekleri mümkün olsa da zordur.

Ayrıca burada Allah Resûlü’nün derin bir kulluk şuuruyla kıvrım kıvrım ol mas ı

م ُ ﻮ ـ ﻘُ ﺗَ ﻦ َ ـ ﯿ ﺣ۪ ﻚ َ ـ ـ ﻳ ﺮٰ ﻳَ ي ﺬ۪ ﻟﱠ اَ

“O, kıyam ettiğin vakit seni görür.”

mefhumunca, Allah’ın rü’yeti altında bütün benliğiyle bir kalkma, doğrulma, derlenip toparlanma sonucudur. Evet O secdededir ama davranışlarını belirleyen Hakk’ın emirlerini yerine getirme istikametinde kıyam ruhudur. O, gecenin yarısında teheccüde kıyam eder; dini ikame adına elpençe emre âmâde bulunur; mü’minlerin maddî-mânevî ihtiyaçları karşısında da hep divan durur;

böyle sürekli kulluk mülâhazasıyla emre hazır yaşamayı, baş ve ayaklarını aynı noktada birleştirmek suretiyle daha bir derinleştirir ve

ﺪُ ﻋ َﺒْ ل ْ ا ن ُ ﻮ ﻜُ ﻳَ ﻣَ ﺎ ب ُ ﺮَ ﻗْ َأ

ﺳ َ ﺎ ﺟ ِ

ﺪٌ ﻮَ رَ ﮫُ ﻓَ ﻪ۪ ﻣِ ﺑِّ ﻦ ْ

“Kişinin, Rabbine en yakın olduğu an secde hâlidir.”5 zirvesine ulaşır.

وَ

دٍ ﻛُ ا ﻞ ِّ ﻲ ﻓ۪ ﻢ ْ ﮫُ ﻧﱠ أَ ﺗَ ﺮَ أَﻟَ ﻢ ْ ۝ ن َ ۘ و وُۧ ﺎ ﻐَ ﻟْ ا ﻢ ُ ﮫُ ﻌُ ﺒِ ﺘﱠ ﻳَ ءُ ا ﺮَۤ ﻌَ ﺸ ﱡ ﻟ ا وَ

۝ ن َ ۙ ﻮ ﻤ ُ ﯿ ﮫ۪ ﻳَ

“Şairler(e gelince) onlara da sapıklar uyarlar. Onların her vadide başıboş dolaştıklarını ve gerçekte yapmadıkları şeyleri söylediklerini görmedin mi?

Ancak iman edip iyi işler yapanlar, Allah’ı çok ananlar ve haksızlığa uğratıldıklarında kendilerini savunanlar başkadır…”

(Şuarâ sûresi, 26/224-227)

Kur’ân âyetlerinin en önemli özelliklerinden biri, bu âyetlerin hedef olarak ele aldığı kimselerle, bilvesile hitap ettiği kimselerin ayrı olması ve her iki kesimin de âyetten alacakları derslerin farklı bulunmasıdır. Meselâ, bu âyet-i kerimede, muhatap kitle cahiliye dönemi şairleridir. O dönemde şair, gaybten haber aldığını iddia eden, secalı sözler söyleyerek etrafındakileri büyüleyen ve bir ölçüde bugünkü medyumlar gibi cinlerle içli dışlı olan, dahası Kur’ân’a muarız bulunan kişilere denirdi. İşte burada Kur’ân, şairler derken bunları kastediyor. Zaten bu tip insanlara uyanların, Kur’ân’ın ifadesiyle sapık olması da onların karakterleri hakkında bize yeterli ipuçları vermektedir.

Beri taraftan bu âyet, bilvesile cahiliye dönemindeki gibi olmasa bile, her tıpkı sürekli yalan söyleyen avcılar gibi edebiyat der, roman der, şiir der ama hep yalan söylerler.

yapanlar hariç.” Onlar; şair olmanın yanıbaşında mü’mindirler. Dolayısıyla onlara uyanlar da, aynı duygu ve düşünceyi paylaşan insanlardır. Onlar, Kur’ân çizgisini hayatlarına hayat yaptıklarından dolayı, hiçbir zaman yoldan sapmaz ve hele kat’iyen şaşkınlığa düşmezler.. evet onlar, yapmadıkları şeyleri söylemeyi Allah katında en büyük günah saydıklarından hiç mi hiç yalan söylemezler. İnandıkları değerleri, edebiyata, romana, şiire kat’iyen feda etmezler. Çünkü onlar mü’mindirler. Yani emn ü emanın yeryüzündeki temsilcisidirler ve her zaman çevrelerine emniyet telkin ederler. Zaten onlar söz-amel bütünlüğü içinde daima bir salih daire içindedirler. Esasen sabah-akşam Allah’ı zikreden, haksızlığa maruz kaldıklarında, haklarını müdafaa eden bu insanlardan, başka bir şey de beklenemezdi.

Evet, görüldüğü gibi Kur’ân’dan istifadenin en önemli şartı, onun evrensel olduğu nazara alınarak, her şahsın kendini ona muhatap kabul ederek okumasıdır. Böyle yapıldığı takdirde, Kur’ân kendini ifade edecek, biz de ondan istifade edebileceğiz.

Hâsılı pek çok iş ve meslek gibi şiir de, nesir de temsil edildikleri kimseler itibarıyla farklılık arz ederler. İman edip salih amelde bulunan, her yerde iman esaslarını şiirine ve nesrine konu edinip her yerde Hakk’ı haykıran, sanat kabiliyetlerini fantastik mülâhazalarda harcamayıp onu hakikatin ikame ve inşasına harç yapan, icabında çiğneyip ve çiğnenen ama hakkı tutup kaldıran, Hansâ, Ka’b b. Züheyr, Ka’b b. Mâlik, Hassan b. Sabit, Abdullah b. Revâha…

gibi Ruhü’l-Kudüs’le desteklenen kimselerin elinde şiir ve iyi bir nesir, yerinde müessir bir hitap, yerinde herkesi tesiri altına alan bir büyü, yerinde en keskin kılıçlardan daha keskin bir silah, yerinde Hakk’ı haykıran bir ses ve soluk, yerinde de hakikat adına gürleyen bir destan olmasına karşılık; heva ve hevesin elinde onlar birer sapıklık, birer çarpıklık vesilesi olur ve hep insanları yanıltırlar. Bugün cömertliği över, yarın ona savurganlık derler; bugün göklere çıkardıklarını yarın yerin dibine batırırlar.. bazen birer sönük hayali parlak birer hakikat gibi gösterirler; bazen de en parlak hakikatleri birer vehim gi bi resmederler.. güzellikten bahsederken cismanî iştihaları şahlandırır ve hüsn-ü mücerredi görmezlikten gelirler.. tabiattan söz ederken onu bir mâbud gibi gösterirler.. hep olmadık ve olmayacak şeyleri söyler, sanatı yalanın, mübalâğanın, demagojinin bir vasıtası hâline getirirler.. ve bunlar her hâlleriyle şeytânîdirler.

1 Tevbe sûresi, 9/40.

2 Bkz.: Kâdı Beyzâvî, Envâru’t-tenzîl ve esrâru’t-te’vîl 1/10.

3 Şuarâ sûresi, 26/106; 26/124; 26/161; A’raf sûresi, 7/85; Hûd sûresi, 11/84; Ankebût sûresi, 29/36.

4 Bakara sûresi, 2/115.

5 Müslim, salât 215; Ebû Dâvûd, salât 147, 148; Nesâî, tatbik 78.

NEML SÛRESİ

Belgede KUR ÂN DAN İDRAKE YANSIYANLAR (sayfa 178-186)