• Sonuç bulunamadı

TEK PARTĠ DÖNEMĠ VE KEMALĠST MĠLLĠYETÇĠLĠK

5. TÜRKĠYE’DE MĠLLĠYETÇĠLĠK

5.3. TEK PARTĠ DÖNEMĠ VE KEMALĠST MĠLLĠYETÇĠLĠK

bulunan Ġttihat ve Terakki Cemiyeti‟ni de büyük ölçüde etkileyen Türkçülük, Cumhuriyet‟in kurulmasından bir süre sonra, Türk milliyetçiliğinin karakterini belirleyen ana akım olmuĢtur. Tek parti döneminde Türkçülük, ulus-devlet inĢa süreciyle birlikte Türk milliyetçiliğine dönüĢtürülmüĢtür. Bu dönemde resmi ideolojik söylemin dıĢında kalan Türkçülük söylemleri ortadan kaldırılmaya, bastırılmaya ya da kontrol altında tutulmaya çalıĢılmıĢtır (Ergün, 2010: 49). Ulusal bağımsızlığın kazanılmasından sonra 1923‟te Cumhuriyet‟in ilanıyla birlikte dinsel temelli milli anlayıĢ yerini hukuki siyasi bir tanıma bırakmıĢtır. Hukuki tanımın Türkiye coğrafyası ile sınırlı teritoryal anlayıĢı günlük yaĢama pek yansımamıĢ, bunun yerine siyasiler idari, fiili tedbirler alarak etnik temelli bir ulus anlayıĢını yaĢama geçirmiĢlerdir. Hukuki tanıma göre Cumhuriyet ülküsünü benimseyip, dil ve kültür birliği içerisinde yer alan herkes Türk olarak kabul edilmiĢtir (Yıldız, 2007: 139). Yani Türk toplumunun özel karakterini ve bağımsız kimliğini koruyan medenileĢtirici ve harsçı bir yaklaĢım kabul edilmiĢtir (Parla, 1995: 40). Bu yaklaĢımda daha çok Ziya Gökalp‟in izleri görülür. Herhangi bir ırk vurgusu yoktur, bunun yerine dil ve kültür birliği vurgusu yapılmıĢtır.

Türk ulusal kimliğinin erken Cumhuriyet döneminde ki teritoryal niteliğinin örneklerini, Cumhuriyet halk partisi programında ve 1924 Anayasasında görmek mümkündür. Anayasanın 88. maddesinin ilk fıkrasında “Türkiye ahalisine din ve ırk farkı olmaksızın vatandaĢlık itibariyle (Türk) ıtlak olunur.” denilmektedir. CHP‟nin 1931 programına göre de “millet, dil, kültür ve mefkûre birliği ile birbirine bağlı vatandaĢların teĢkil ettiği bir siyasi ve içtimai bir heyettir.” 1935, 1939, 1943

programlarında da aynı tanıma yer vermiĢtir. Ulus, kültür birliği ve Cumhuriyetin hedeflerine bağlı olmakla tanımlanmıĢtır (Yalçın, 2007: 63).

Teritoryal ulusçuluğun dil ve kültür birliği vurgusu da aslında bir dayatmayı ortaya koyar. Bu dayatma siyasi elitin belirlediği ve halkın kabul ettiği varsayılan bir dil üzerinden kurgulanır. Ancak ortada ırka yönelik bir vurgu olmadığı için daha yumuĢak bir söylemdir.

Özellikle tek parti döneminin sonuna doğru ırkçı, faĢist, yayılmacı söylemleri olan bir Türkçülük akımı da geliĢme ortamı bulmuĢtur. II. Dünya SavaĢı‟nın özgün koĢullarında ise iyice serpilip, Türkçülüğün altın çağını oluĢturmuĢtur (Ergün, 2010: 49). Osmanlı Devleti‟nin son döneminde ortaya çıkan Türkçülük akımı ile Cumhuriyet‟in kuruluĢundaki Türk milliyetçiliği ile Kemalist milliyetçilik ve daha sonra tek parti döneminin son yıllarında serpilen Türkçülük akımları birbirinden bağımsız, farklı dönemlerde adeta bir boĢluk üzerinde yükselmiĢ akımlar değildir. Tersine bu üç dönemde farklı biçimler almıĢ olan Türk milliyetçilikleri birbirinin devamıdır ve birbirinden beslenmiĢtir. Ġttihat ve Terakki Dönemi‟nin Türkçülüğü, Cumhuriyet Dönemi Türk milliyetçiliğinin üstünde yükseldiği zemindir. Fakat Cumhuriyet Dönemi Türk milliyetçiliği bir ulus-devlet yaratmanın ve ona bağlılığı sağlamak vazifesinin de sorumluluğu (özellikle de ilk yıllarda) ile etnik köken ve ırk vurgusundan çok toprak ve yurttaĢlık temelinde bir milliyetçiliğe vurgu yaparak, siyasal bir millet tanımı yapmıĢtır (Özdoğan, 2001: 49). Dolayısıyla daha baĢtan ırkçılık ve Pan-Türkçülük ile bağlarını koparmıĢ, hiçbir yayılmacı amacı olmadığını ortaya koymuĢtur. Fakat aynı Ģekilde özellikle 30‟larda bizzat Mustafa Kemal‟in önderliğinde yapılan Türk tarihi, antropoloji çalıĢmaları, vs ırkçı bir bakıĢ açısının genç kuĢaklarda yerleĢmesine yol açmıĢtır. Özellikle 1940‟lı yılların önde gelen Türkçülerinin bir kısmı 1930‟larda okul sıralarında olan ve yeni milliyetçilik anlayıĢının etkisinde hazırlanan müfredatla eğitim görmüĢ kiĢilerdir. 1920‟li yıllar yeni devletin kuruluĢ çalıĢmalarıyla, laik bir Cumhuriyetin kuruluĢuyla damgalanmıĢtır. Kemalist elit, 1930‟lara gelindiğinde ideoloji sorunuyla ancak uğraĢabilmiĢtir. Dolayısıyla tek parti milliyetçiliği denince daha çok 1931 yılı baĢlangıç sayılmaktadır. Tabii bunda, bu tarihe kadar iki defa çok partili sisteme geçiĢ denemelerinin yapılması da önemlidir. 1931‟den II. Dünya SavaĢı sonuna kadar olan dönem ise tek parti rejiminin tam anlamıyla yerleĢtiği ve rejimin

ideolojisinin de belirlendiği dönemdir. Bu dönem bizzat Mustafa Kemal yönetiminde Türk milliyetçiliğinin de, resmi ideoloji çerçevesinde yükseldiği dönemdir (Ergün, 2010: 50). Türk milliyetçiliği dönemlere ve Ģartlara bağlı olarak değiĢim göstermiĢtir. Cumhuriyet dönemi Türkiye‟sinin, mülkilik temelinde tanımlanmasına rağmen, 1925‟te isyanlar ile baĢlayan ve 1929‟dan sonra kendini gösteren etnik temelli bir dönüĢüm yaĢadığı söylenebilir.

1920 tarihli Misak-ı Milli, Kemalist milliyetçiliğin “Türklük‟ tanımının sınırlarını da büyük oranda ortaya koymuĢtur aslında. Misak-ı Milli ile Ġmparatorluktan geriye kalan coğrafi sınırlar çerçevesinde yeni bir millet ve ulus- devlet inĢası da baĢlamıĢtır. Yeni Türk devletini Türk milleti kurmamıĢtır. Tersine sınırları belli bir coğrafi alan içerisinde Kemalist elit tarafından bir Türk milleti inĢa edilmiĢtir. 20‟li yıllar Osmanlı‟dan kopuĢu ve yeni ulus-devleti belirleyen bir dizi sosyal, ekonomik ve politik reformlarla geçmiĢtir. 30‟lu yıllar ise tüm bilimsellik iddialarına rağmen bilimsellikten uzak tarih ve dil teorilerinin, rejimin sağlamlaĢtırılması için kullanılan yoğun ideolojik söylemlerin damgaladığı yıllardır (Ergün, 2010: 50). Türk Tarih Tezi ile bir “Türk” geçmiĢi yaratılmaya çalıĢılmıĢ ve Türk Dil teorisi ile de “Türk”ün konuĢması gereken dil belirlenmiĢtir.

Türk milliyetçiliğinin açmazlarına değindiği makalesinde AyĢe Kadıoğlu, Kemalist milliyetçiliğin dini olanı reddederek taĢra kültürü ile arasında oluĢan mesafeyi, Türk milliyetçiliğinin temel sorunlarından biri olarak görmektedir. Kemalist elit yüklendiği görev ile “taĢra kültürü‟nün karĢısına tepeden dayattığı ve benimsetmeye çalıĢtığı” medeniyet‟ ile çıkmaktadır (Kadıoğlu, 1995: 91-100). Özellikle laik Kemalist milliyetçiliğin Ġslam dini ile alakalı olan her Ģeyle arasına bir mesafe koyması, Türkiye Cumhuriyeti‟nin giderek Türklerin devleti olarak tanımlanması, Ġslam dininin farklı unsurları bir arada tutma iĢlevini de ortadan kaldırmıĢtır. Aynı makalesinde Alman milliyetçiliği ile Türk milliyetçiliği arasındaki farktan da bahseden Kadıoğlu, Alman milliyetçiliğinin Alman ulus-devletinin kurulmasından yaklaĢık yarım asır önce gündeme geldiğini; fakat Türk milliyetçiliğinde durumun tam tersine geliĢtiğini ifade etmiĢtir. Türk milliyetçiliğinde milletin kurucu faktörünün Alman modelinin aksine birinci önemde etnik ve kültürel değil siyasal olduğunu belirterek, Türk milliyetçiliğini “milletini arayan devlet” olarak tanımlamaktadır: “Milliyetçilik ve ulus-devlet arasındaki sıralama

Almanya‟dakinin tersine tezahür etmiĢ ve Türkiye Cumhuriyeti‟ni milletini arayan bir devlet olma özelliğiyle öne çıkarmıĢtır (Kadıoğlu,1995: 99).

Bu noktada Kemalist milliyetçiliğin bilinen etnik ve sivil milliyetçilik tanımlarıyla tariflenemediğini öne süren Ayhan Akman ise üçüncü bir kavramı, “modernist milliyetçilik” kavramını ortaya atmıĢtır (Akman, 2009: 81-90). Modernist milliyetçiliğin; etnik milliyetçilikte olduğu gibi milleti türdeĢ saydığını fakat bu türdeĢliği ırka değil, topyekûn giriĢilen BatılılaĢma çabasına dayandırdığını iddia eden Akman, Cumhuriyet dönemi milliyetçiliğini bu kategoriye dâhil etmektedir (Akman, 2008: 81). Modernist milliyetçilik, BatılılaĢma sürecini sekteye uğratacak her türlü etnik ya da kültürel grupların siyasal katılımını reddeder ve sivil toplumu kendi çizdiği sınırlar içinde tutmaya çalıĢır; dolayısıyla demokrasiden çok otoriterliğe yakındır. Tek parti dönemi Türk milliyetçiliğinin yaptığı da tam budur. Örneğin, Cumhuriyet Halk Fırkası (CHF)‟nın 1927 yılındaki Kongresi‟nde kabul edilen yeni parti tüzüğüyle Türk Ocakları partinin denetimine alınmıĢtır. 1931‟de ise tasfiye kararı alan Türk Ocakları, CHF ile birleĢmiĢtir. Daha sonrasında ise Halkevlerine dönüĢtürülmüĢtür (Ergün, 2010: 52). Bu açıdan yaklaĢıldığında Cumhuriyet dönemi milliyetçiliği modernist bir milliyetçiliktir. BatılılaĢma çabalarını sekteye uğratabilecek tüm öğeleri reddeder ve otoriter bir Ģekilde “medenileĢtirici”dir.

Modernist milliyetçilikte önemli olan BatılılaĢma çabası olduğu için, etnik kimlikle ilgili kaygılar da daha hafife alınmıĢtır. Her Ģeyiyle bir bütün ve doğru kabul edilen Batı Uygarlığı‟na ulaĢmak için de 19. yüzyılın pragmatik reformlarındansa daha radikal, bütünlüklü ve ideolojik nitelikli reformlar tercih edilmiĢtir. Akman, Cumhuriyet döneminde Türk milliyetçiliğinin etnik-sivil milliyetçilik çatıĢmasında sıkıĢıp kalmadan, üçüncü bir yol (modernist milliyetçilik) bulmasını ise Osmanlı Devleti‟nin doğrudan bir sömürgeleĢme süreci yaĢamamasına bağlamaktadır (Akman, 2008: 88). Doğrudan bir sömürge süreci yaĢanmadığı için Kemalist elit etnik özgünlük kaygılarından çok BatılılaĢmaya enerji harcayabilmiĢtir. Yine aynı nedenden dolayı Kemalist elit kendi halkına karĢı sömürgecilerin rolünü üstlenmiĢ, onları “medenileĢtirme” misyonunu yüklenmiĢtir. Kemalizm‟in vesayetçi karakterinin altında yatan da budur (Ergün, 2010: 53). Bu doğrultuda Kemalist milliyetçiliğin demokratik olmaktan ziyade otoriter ve dayatmacı olduğu

söylenebilir. Ancak Kemalist milliyetçilik de sivil ve etnik öğeler iç içe geçmiĢtir. Bazı dönemlerde biri ön plana çıkarken bazı dönemlerde diğeri daha baskın bir karakter taĢımaktadır. Ahmet Yıldız “ulusal kimliğin farklı sosyal ortamlarda farklı biçimler aldığını” (Yıldız, 2007: 35) belirtirken, sivil-teritoryal milliyetçiliğin daha çok yerleĢik demokrasilerde görüldüğünü ortaya koyar. VatandaĢlık temeline dayalı sivil milliyetçiliğin dayandığı yerleĢik kurumların iĢleyiĢi sekteye uğradığında ise devreye etnik milliyetçilik girer. Bu nedenle etnik milliyetçilik “yedekte bekleyen ama her zaman devreye girmeye hazır” (Yıldız, 2007: 36) bir seçenek olarak karĢımıza çıkmaktadır. Kemalist milliyetçiliğin yaptığı da budur. Bu yüzden Kemalizm‟in birbirinden çok farklı ve hatta bazen taban tabana zıt yorumlarına rastlamak mümkündür. Üstelik bu yorumların hepsi de Mustafa Kemal Atatürk‟ün sözlerine veya icraatlarına atıfta bulunabilmektedir. AnlaĢılamayan Ģey Ģudur: Farklı dönemlerde farklı politikalar izlenmiĢ ve bunun sonucunda da ortaya bazen etnik yanı ağır basan, bazen de sivil yanı ağır basan bir Kemalist milliyetçilik çıkmıĢtır (Ergün, 2010: 54).

Kemalist milliyetçiliğin farklı tarihsel kesitlerde aldığı biçimleri Ahmet Yıldız üç baĢlık altında toplamıĢtır. KurtuluĢ SavaĢı yıllarını ve Cumhuriyet‟in kuruluĢunu kapsayan 1919- 1924 yılları arasındaki Kemalist milliyetçilik, Türklüğü Müslümanlıkla özdeĢleĢtirmiĢ ve mülki bir tanımlamaya gitmiĢtir. Buna göre “Anadolu ve Trakya‟da yaĢayan Müslüman halk” Türk olarak tanımlanmıĢtır. Burada Osmanlı‟dan devralınan bir anlayıĢ söz konusudur: Millet olma kriteri dini bir temele dayandırılmıĢtır. Kemalizm bu noktada politik davranmıĢ ve biraz da zorunluluktan böyle bir tanımlamaya gitmiĢtir. Çünkü henüz millet bilinci olmayan, hanedana güçlü bağları olan ve çoğunluğu Müslümanlardan oluĢan bir kitleyi ortak bir ideal etrafında toplamanın baĢka bir yolu pek mümkün görünmemektedir. Dolayısıyla dinin birleĢtirici yanı Kemalizm tarafından pragmatik bir Ģekilde kullanılmıĢtır. 1924‟ten sonra ise daha siyasi bir Türklük tanımı göze çarpar. Bu dönemde “Türkiye Cumhuriyeti vatandaĢı olan, Türk dili, kültürü ve Kemalist düĢünceyi benimseyenleri” kapsayan bir Türklük tanımı yapılmıĢtır. 1919-1924 dönemine göre daha kapsayıcı olan bu tanımlamada Lozan AntlaĢması‟nın azınlıklara vaat ettiği vatandaĢlık haklarının ve yeni rejimin her türlü dinsel ve hanedanı öğeden arındırılmak istenmesinin payı büyüktür. 1920‟lerin sonlarında ise

artık etnik-soya dayalı bir Türklük anlayıĢı açıkça görülmektedir. Yıldız‟a göre sonuncusu Cumhuriyet‟in kuruluĢundan itibaren belli oranlarda hep varlığını korumuĢ olmakla birlikte, “kamusal söylemde Türklüğün belirleyicisi haline gelmesi” (etnik ve siyasi sınırları örtüĢtürme çabalarıyla) tam anlamıyla 1930‟larda gerçekleĢmiĢtir (Yıldız,2007: 124-126). 1930‟lar boyunca etnik ve seküler bir Türk milliyetçiliği hâkimdir. Yeni rejim, batılılaĢmanın önünde Ġslam dinini bir engel olarak görmüĢ ve dini olan her Ģeyi reddetme yoluna gitmiĢtir. Osmanlı‟da milletin dini olarak tanımlanması, Cumhuriyet döneminde ise dinin reddedilmesi ciddi bir boĢluk yaratmıĢtır. Bu boĢluk ise Türk milliyetçiliği ile doldurulmuĢtur. Yeni Türk Tarih Tezi, Türklerin Ġslamiyet‟ten önceki görkemli geçmiĢine vurgu yaparak, Ġslam öncesi Orta Asya kökenlerini ön plana çıkarmayı yeğlemiĢtir (Ergün, 2010: 55).

Modernist ulusçu kuramcılardan biri olan Paul R. Brass‟a göre ulusçuluk, siyasi seçkinlerin amaçlarına ulaĢabilmek için kullandıkları bir araçtır. Araçsalcılık olarak da adlandırılan bu yaklaĢıma göre etnik kimlikler verili ve değiĢmez değillerdir. Siyasiler etnik kimlikleri yeniden inĢa edebilirler. Çünkü kimliğin belirlenmesinde önemli olan unsur bireysel tercihlerdir. Buna göre siyasiler, grup için bazı öğeleri seçip onlara yeni anlamlar kazandırabilirler (Brass‟dan akt: Özkırımlı, 1999:129-130). Zaten Kemalist elit de aynen Brass‟ın belirttiği gibi dönemsel Ģartlara uygun Ģekilde davranmıĢ ve etnik kimlikleri yeniden inĢa etmiĢledir. Bu inĢa sürecinde hem milli iradenin ve bilincin Ģekillenmesini sağlayan öğeler hem de milliyetçilik anlayıĢları farklılık göstermiĢtir.

Siyasi elit, ulus inĢa sürecinde homojen bir toplum yaratabilmek için ellerindeki tüm özümseyici araçları kullanmıĢtır. Nüfus mübadeleleri, tehcir, iskân politikaları, eğitim aracılığıyla özümseme bunlardan baĢlıcalarıdır (Yalçın, 2007: 34). 1920‟lerin sonunda ise rejim laik temellere oturtulduktan sonra Kemalizm ideolojik temellere yönelir. Bu ideolojik temeller içerisinde ise milliyetçilik özel bir yere sahiptir. Ayrıca 1920‟lerde çok partili sisteme geçiĢ denemeleri, demokrasi deneyimleri varken; 1930‟lu yıllar tek partinin tüm vatandaĢları kapsadığı iddiasıyla tek siyasi çatı olarak görüldüğü yıllardır. 1920‟ler ile 1930‟lar arasındaki bu farklar resmi politikalarda ve milleti tanımlamada da farklılıklara yol açmıĢtır (Ergün, 2010: 55).

Ulusal kimliğin inĢa sürecinde 1929‟dan sonra baĢlayan süreçte kısmen vatandaĢlığa dayalı olan cumhuriyetçi ulus tanımına, etnik soya dayalı unsurlar eklenmeye çalıĢılmıĢtır. Bu yeni süreçte dil, kültür ve ülkü birliğinde ifadesini bulan ulus tanımı, dil, kültür ve soy birliği olarak icra etmiĢtir. Konjonktüre bağlı olarak değiĢim gösteren ulusal kimliğin bileĢenleri, siyasi-sosyal alanda baĢlayan sekülerleĢme çabaları sonunda değiĢim göstermiĢtir. Siyasi elit, ulusal bağımsızlığın korunması için modernleĢmeyi zorunlu görmüĢtür. ModernleĢme çabaları ise Batıyı model alarak uygulamaya konulduğundan geleneksel toplum Ġslami niteliklerinden arındırılmıĢtır. Çok etnikli yapıya sahip Türkiye toplumunda gayri Türk unsurları bir arada tutan birleĢtirici unsur dini kimlik olduğundan, dinin tasfiye edilmesi, etnik ayrılıkçı ayaklanmaların baĢlamasının nedenleri arasında görülür (Yalçın, 2007: 4). Ancak bundan daha ağır basan bir olgu, Milli Mücadele döneminde etnik farklılıklara vaat edilen imtiyazların, 1923‟ten sonra unutulmasıdır. Özellikle de Kürtlerin, Osmanlıda Yavuz Sultan Selim döneminden itibaren sahip oldukları özerk yapıları 1923‟ten sonra sona ermiĢtir. Anayasada ulusal kimlik Türk olarak tanımlanırken bu süreçten sonra Kürtler sahip oldukları imtiyazları, haklarıyla yok sayılmıĢlardır. Oysa daha önceleri Milli Mücadele döneminde Kürtler ulusal kimliğin ayrı bir unsurudurlar. Bu dönemde parlamento tutanaklarına meclisin, Türklerin ve Kürtlerin ortak meclisi olduğu sözleri geçmiĢ, Kürtler kendi kimlikleri ile parlamento da yer almıĢlardır. 1923 Cumhuriyetin ilanıyla baĢlayan dönemde devletin bekasını sağlayacak olan unsurun modernleĢme olarak görülmesi ve modernizasyon safhasını baĢlatan cumhuriyetçilik, laiklik, sekülerizm, ulus devlet, tek kimlik gibi unsurların toplumun tüm kesimleri tarafından kabul görmemesi toplumda dinsel ve etnik çatıĢmaların olduğu bir dönemin yaĢanmasına neden olmuĢtur. Türkiye toplumunun dinsel, dinsel ve etnik olarak çok kimlikli bir yapıya sahip olması, modernizmin monolotik yapısıyla uyuĢmadığından sonuçları günümüze dek uzanan bir çatıĢma ortamının varlığını beslemiĢtir. Sonuçta daha önceleri toplumsal birliği sağlayan unsur Ġslami kimlik iken, siyasi elit tarafından, modernleĢme projesiyle ortaya çıkan boĢlukta herkese hitap edecek, toplumu bir arada tutacak bir unsur olarak etnisiteye dayalı bir kimlik oluĢturma süreci baĢlatılmıĢtır. BaĢlangıçta bu etnisiteye dayalı kimlik tanımı dilsel ve kültürel bir birlikteliği içerirken 1925 yılından sonra etnik kimliğe dönük çalıĢmalar baĢlamıĢ ve ağırlıklı olarak 1930‟dan sonra kendini

gösteren ve ırk unsuruna da önem atfeden bir uluslaĢma süreci yaĢanmıĢtır (Yalçın, 2007: 4).

Kısaca, 1930‟larda Kemalist milliyetçilik her ne kadar hukuksal ve siyasi olarak kapsayıcı bir Türklük tanımı yapmıĢsa da, pratikte tam tersine yoğun bir etnik Türk milliyetçiliği hâkimdir (Ergün, 2010: 55). Hatta çoğu zaman etnik -etnik ağırlıklı olmak üzere- ve sivil öğelerin iç içe geçtiği ve eklemlediği bir hâkimiyetten de bahsedilebilir.

5.4. TÜRK ULUSAL KĠMLĠĞĠNDE, ÖTEKĠ’NĠN OLUġMASINI