• Sonuç bulunamadı

6. Modernleşmenin Yönü ve Bir Tercihin Ekonomi-Politiği

3.1. Yapısal Düzenlemelerdeki Benzerlikler

3.1.3. Takrir-i Sükûn Dönemi ve İstiklal Mahkemeleri

Fransa’da Jakoben dönemdeki; devrimci hükümet, devrim mahkemesi, Kamu Selameti Komitesi gibi uygulamaların, Türkiye’de erken Cumhuriyet dönemiyle özellikle işlevsel açıdan ciddi benzerliklerinin olduğunu iddia etmek mümkündür. Türkiye’de bu dönemdeki, Takrir-i Sükûn Kanunu ve uygulamaları, İstiklal Mahkemeleri ve Tek Parti iktidarı, erken Cumhuriyet dönemine damgasını vurmuş olan ve Fransa’daki söz konusu dönemle oldukça benzer uygulamalara sahiptir. Bu benzerlikler; devletin bekasının ve devrimin kazanımlarının tehlikede olduğu, bu nedenle olağanüstü önlemlerin hayata geçirilmesi, bu önlemlerin özellikle bazı isyanlar ve suikastlar sonucunda ortaya çıkması ya da ağırlaştırılması, buna bağlı olarak anayasal ilkelerin askıya alınması, söz konusu dönemlerin geçici bir dönem olduğunun vurgulanması, anayasal uygulamaların kaos ortamında işe yaramayacağı, devlet için tehlikeli görülen kişiler için en ağır cezaların kesilmesi gerekliliği gibi konular çerçevesinde oluştuğu söylenebilir.

Bunun yanı sıra Türkiye’de erken Cumhuriyet dönemi, Türkiye’nin sonraki siyasal yaşamına yön verecek olan siyasal yapının ve siyasal kamplaşmaların mikro boyutunu ve başlangıcını oluşturan bir dönem olması nedeniyle oldukça önemli bir boyuta sahiptir. Bu boyut, Türk siyasal hayatının merkezine oturmuş olan, “devletçi- seçkinci” cephe ve “gelenekçi-liberal” cephe ayrımının73 ilk nüvelerinin

gözlemlendiği, askeri ve sivil bürokrasinin uzun bir dönem siyaset sahnesinde egemen hale geldiği, “çevre”de yer alan halkın taleplerinin görmezden gelindiği vb. noktalarda şekillenmiştir. Şimdilik bu konulara değinmeyi daha sonraya erteleyip, burada, çalışmanın odağı olan dönemin meydana gelmesine neden olan modernleşme girişimi ve bu girişimin Türkiye Cumhuriyetinde sorunsuz halledilmesi (herhangi bir karşı tepkiye fırsat vermeden) adına uygulamaya konulan katı siyasal hayatın ve baskı unsurlarının nasıl şekillenmiş olduğuna değinilecektir.

Türkiye modernleşmesi Osmanlı’dan sonra radikal bir yöne evrilmiştir. Osmanlı’da devletin kurumlarının modernleştirilmesi çabası Cumhuriyetle beraber toplumun da modernleştirilmesi çabasına dönüşmüştür. Bu dönüşüm, daha radikal ve sancılı olduğu kadar, otoriter ve yasaklayıcı bir niteliğe de sahiptir. Çağdaşlaşma

sürecinin “yaptırımcı olduğu kadar yaptırtmayıcı ve yasaklayıcı” olduğunu belirten İnsel (2009: 24-25), yasakların önemli bir bölümünün her türlü özerk toplumsal hareketin engellenmesi yönünde olduğunu ve geleneksel devlet yönetimi prensipleri içinde ilk uygulananın ise cebir yolu olduğunu vurgulamıştır. Bu cebir yolunun pratik hayata yansımasını uygulanan reform politikalarında 74 oldukça uzun olarak dile getirilmeye çalışılacaktır. Ancak burada, bu cebrin, muhalif sesler konusunda nasıl bir kapsama sahip olduğu ve erken Cumhuriyet döneminin yasaklayıcı politikasının hangi boyutlara ulaştığı ve bunun Fransa ile olan benzer noktaları ele alınacaktır.

İttihatçılar tarafından başlatılan muhalefetin baskıyla sindirilmesi geleneğinin Cumhuriyetçiler tarafından da benimsendiğini belirten Karatepe (2011: 8), 1946’ya kadar siyasi hayata tek başına egemen olan CHF dönemi boyunca, güçlü muhalefet girişimlerinin (TpCF, Serbest Fırka gibi) daha en baştan yok edildiğini vurgulamıştır. Erken Cumhuriyet döneminde, siyasal muhalefet tasfiye edilirken kullanılan başlıca gerekçeler Şeyh Sait İsyanı ve İzmir Suikast Girişimi’dir. Tasfiye ya da sindirmenin hukukî araçları ise Hıyanet-i Vataniye Kanunu ve 1925-1929 döneminde yürürlükte olan Takrir-i Sükûn Kanunu ve 1927 yılına kadar görev yapan İstiklâl Mahkemeleri, sıkıyönetim ve uygulamalarıdır (Tanör, 1998: 273).

Ahmad (2007: 99) göre; “Düzeni Koruma (Takrir-i Sükûn) rejimi hükümetin Türkiye’nin yapısal çehresini değiştiren düzenlemeyi yapmasını sağladı.” Muhalefet yapmayı neredeyse imkânsız kılan Takrir-i Sükûn Kanunu, Hükümete adeta diktatörlük düzeyinde yetkiler tanımıştır (Cumhuriyet Ansiklopedisi, 2002: 60).

Taner Timur da Jakobenler ve Kemalistlerin “demokratik diktatörlük” rejimi tesis etme noktasında benzerlikleri olduğunu söyler. Şiddet içeriğine sahip anti- demokratik uygulamalara yönelmek açısından var olan benzerlik, hukuki anlamda iktidar tekeline sahip bir hanedanı tasfiye ettikleri için toplumsal olarak demokratik işlev görme noktasında da mevcuttur (Timur, 2008: 318). Bu ifadeler, her iki ülkede tesis edilmeye çalışılan demokratik düzenin belli bir süre sonra ortaya çıkan “kaos

74 Söz konusu reformların büyük kısmının bu dönemle eş zamanlı olarak hayata geçirilmiş olması akılda tutulmalıdır. Yani, Türkiye’de radikal reformlar, Takrir-i Sükûn döneminin oluşturmuş olduğu yasaklayıcı ortamda daha rahat bir şekilde uygulanma imkânı bulmuştur.

ortamı” öne sürülerek ortadan kaldırıldığı anlamını da taşımaktadır. Diğer bir deyişle, başlangıç itibariyle anayasal ilkelerin ve demokratik düzenin sağlanması yönünde çıkarılan yasalar, pratik hayata geçirilme noktasında problemlerle karşılaşmıştır. Bu problemlere destek sağlayan siyasal ortam, sıkıyönetim politikaları, tek parti rejiminin tesisi, merkezi bir yönetimin oluşturulması noktalarında hayata geçirilmiştir. Türkiye açısından; Şeyh Sait İsyanı, onun sonrasında çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu, bu kanun dayanağında kapatılmış olan siyasal partiler, İzmir Suikast Girişimi, Hıyanet-i Vataniye Kanunu çalışmanın bu kısmında değinilecek olan konulardır.

Şeyh Sait İsyanı’nın üzerine çıkarılan Takrir-i Sükûn Kanunu’nun CHF yönetimi için bir vesile olduğunu ve isyan olmasa da başka gerekçe aranacak ve bulunacak olduğunu belirten Öngider (2009: 312), asıl sorunun Kasım 1924’te kurulan Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası (TpCF)’nin kurulması olduğunu ifade etmiştir. Bu fırkanın kurulmasının, milli mücadele dönemine dayanan iki grup arasında, “Mustafa Kemal ve arkadaşlarına muhalif olarak nitelendirilen kişilerce sağlanmış olması (Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy, Refet Bele, Adnan Adıvar vb.) bir meydan okuma olarak” nitelendirilmiştir. Dönemin başbakanı İnönü’nün sıkıyönetim ilan etme isteği, CHF yönetimince gereksiz bulunmuştur. Bu olay sonrası istifa eden İnönü’nün yerine daha ılımlı olarak görülen Fethi Okyar hükümeti kurmuştur. Ancak Şeyh Sait İsyanı’nın meydana gelmesiyle sıkıyönetim isteğinde olanlar için bir fırsat ortaya çıkmıştır. Uzun süren tartışmalar sonucunda Fethi Okyar’ın karşı olduğu sıkı tedbirler 60’a karşı 94 oyla kabul edilmiş ve Okyar hükümeti istifa edip yeniden İnönü hükümeti kurulmuştur (2009: 312-313). Tartışmaların yaşandığı sırada, Atatürk’ün “milletin elinden tutmağa lüzum vardır, inkılabı başlatan tamamlayacaktır” ifadelerini meselenin Kürt isyanının bastırılmasının da ötesinde “inkılabın tamamlanması” olduğunu vurgulayan Öngider (2009: 312), yeni ulus devletin pekiştirilmesi, siyasal rejimin yerleştirilmesi anlamlarını çıkarmıştır. 4 Mart 1925’te TBMM’de 22 muhalif oya karşı 122 oyla kabul edilerek yürürlüğe giren Takrir-i Sükûn Kanunu şu iki maddeden oluşmuştur (Öngider, 2009: 313):

Madde 1. İrtica ve isyana ve memleketin nizamı içtimaisini ve huzur ve sükûnunu ve emniyet ve asayişini ihlale bais bilumum teşkilat ve tahrikât ve teşvikat ve teşebbüsat ve neşriyatı hükümet ve reisicumhurun tasdiki ile resen ve idareten men’e mezundur. İşbu efal erbabını hükümet İstiklal Mahkemesine tevdi edebilir. (Gericiliğe, isyana ve memleketin toplumsal düzenini, huzuru, sakinliğini, emniyet ve asayişini bozmaya yönelik, çeşitli teşkilatları, kışkırtmaları, teşvikleri, teşebbüsleri ve yayınları, hükümet ve cumhurbaşkanı kendiliğinden idari olarak engellemeye yetkilidir. Bu fiilleri işleyenleri hükümet İstiklal Mahkemesine sevk edebilir)75. Madde 2. İşbu kanun tarihi neşrinden itibaren iki sene müddetle merîyül icradır. (Bu kanun yayımı tarihinden itibaren iki sene yürürlükte kalır).

Takrir-i Sükûn döneminin Şeyh Sait ayaklanması vesilesiyle başladığını belirten Tunçay (2012: 135) ise, “olayın askeri harekât yönünün yüz gün içinde başlayıp bitmiş” olduğunu ancak “doğurmuş olduğu sonuçlar açısından daha uzun süreli gelişmelerle eklemleşmiş olduğunu” vurgulamıştır. Ayaklanmanın niteliği konusuna eğilen yazar, olayın ulusal-ayrılmacı, dinsel gericilik ya da bir karşı- devrim mi olduğu sorularını sorar. Olayı çıkaranların kafasında aslında, bu konuda kesin bir ayrım olmadığını ancak olay hakkındaki resmi görüşün irtica ve karşı- devrim odağında yakın olduğunu belirtmiştir. Bu noktada kendi fikrini söyleyen Tunçay, “ayaklanmanın dinsel bir giysi altında ulusal bir başkaldırı” olduğunu öne sürer. Olayın resmi açıdan irtica ve karşı-devrim olarak nitelendirilmesi ya da gösterilmesi ise yazara göre, doğudaki bu bastırmayla sınırlı kalmayacak “daha genel bir karşı hareketi haklı kılmak” amacını taşımaktadır. Yazar olay konusunda dış güçlerin parmağı olduğu iddialarına da değinmiş ancak kendine göre bunun olanaklı olmadığını ifade etmiştir (2012: 136-137).

Yeni hükümet yani İsmet Paşa hükümeti, “dini bir görüntü altında ayaklanmanın ve dinin siyasete alet edilmesinin vatana ihanet suçu olduğu” ibaresini “Hıyaneti Vataniye Kanunu”na eklemiş ve Takrir-i Sükûn Kanunu’nu yürürlüğe koymuştur. Bu kanuna göre “hükümet, gericiliği, ayaklanmayı teşvik eden, memleketin sosyal düzenini, huzur ve sükûnunu bozan kuruluşları ve yayınları, cumhurbaşkanının onayıyla idari bir kararla” yasaklayabilecekti (Karatepe, 2011: 29). İsmet Paşa hükümeti döneminde Doğu’da sıkıyönetimin bir ay, yedi ay ve iki kez de birer yıl uzatılıp 23 Kasım 1927’ye kadar devam ettiğini belirten Tunçay, Sıkıyönetim Mahkemeleri ile İstiklal Mahkemeleri arasındaki işbölümünün farklı

aşamalardan geçtiğini ifade etmiştir. Bu dönemdeki bir yasaya yer veren yazar, infazların kolaylaştırılmış olduğunu vurgulamıştır:

Harp ve İsyan Mıntıklarındaki İdare-i Örfiye Mıntıkalarında Müteşekkil Umum Dinvan-ı Harplerden Verilecek İdam Kararlarının Suret-i İcrasına Dair” 31 Mart 1341 tarih ve 595 sayılı kanun, sıkıyönetim mahkemelerinin hükmedecekleri ölüm cezalarının uygulanmasını kolaylaştırarak, ordu, kolordu, müstakil fırka ya damevki- i müstahkem kumandanları tarafından “badettasdik derhal infaz” edilmeleri kuralını getirmiştir (Tunçay, 2012: 147).

İnfazların kolaylaştırılmış olduğu “badettasdik derhal infaz” ibaresinin akıllara, Fransa’daki 22 Prairial Yasasını getirmiş olduğu ifade edilmelidir. 22 Prairial Yasasıyla; “Vatan hainlerinin cezalandırılma süresi onları tanımak için

gereken zamandan daha fazla olmamalıdır; söz konusu olan onları cezalandırmaktan ziyade ortadan kaldırmaktır…”(Hazan, 2016: 363) ifadeleri, bu noktada tekrar

edilmeye değerdir. Daha önce de ifade edildiği gibi; toplumsal ortamın bir kargaşa ortamı olarak nitelendirilmesi ve karar mekanizmalarının bu süreçte oldukça hızlı bir biçimde işlemesi gerektiği inancı bu tarz ifadeler ve yasal ibareler ile desteklenmeye çalışılmıştır denilebilir. Bu hızlı karar mekanizmasının doğası gereği, yanlış kararlara neden olabileceği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu nedenle söz konusu dönemlerde masum insanların idam, sürgün ve hapis cezaları ile yüzleşmesi kaçınılmaz olmuştur. Gericilerin asla affedilmemesi konusunda da Fransız ihtilalinden ilham alındığını belirten Albayrak (2016: 36), konuyla ilgili Mahmut Esad Bozkurt’un aşağıdaki ifadelerine yer vermiştir: “İhtilalci gericileri asla affetmemelidir. Bunlara göz yummak, ihtilale kıymak demektir. Danton’un zayıf yeri burası idi. Robespiyer halkı olarak Danton’a bu gevşekliğinden dolayı gücenik idi. Robespiyer haklı idi. Çünkü Danton’un zaafı, Fransız ihtilaline oldukça pahalıya oturdu.” Bu ifadelerden sonra yazar, Bozkurt’un, Şeyh Said Ayaklanması ve Menemen Olayı örnekleri üzerinden bu tarz tehlikelerin anında imha edilmesi gerektiğini aksi takdirde tehlikenin büyüyeceğini belirttiğini vurgular.

Tunçay (2012: 152), Şeyh Sait Ayaklanması nedeniyle Takrir-i Sükûn Kanunu’ndan yararlanarak girişilen genel sindirme eyleminden nasibini alıp, TBMM’de yer alan tek muhalefet partisinin de ortadan kaldırılacağının belli olduğunu ifade etmiştir. Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası’nın programındaki “dine

saygılı olunacağı” hükmünün gericiliği teşvik edici olduğu gerekçesiyle, Şeyh Sait Ayaklanması ile muhalefet arasında ilişki kurulmuştur. Gericilik suçlaması, muhaliflerin bastırılmasına meşruiyet kazandırılması amacıyla, başvurulan kolay bir yöntemdir (Karatepe, 2011: 29). TpCF’nin kapatılmasının üzerinden birkaç ay geçtikten sonra partinin eski üyelerine karşı CHF’nin saldırılarının devam ettiğini belirten Tunçay (2012: 154), anayasada ve seçim yasasında bu tarz bir imkân olmamasına rağmen, Ekim ayında ikinci seçmenlerden imza toplanarak bu gibi kimselerin milletvekilliklerinin kaldırılmasının talep edildiğini ifade etmiştir.

Beriş (2015: 72): “Önce Takrir-i Sükûn Kanunu’nun kabul edilmesi, daha sonra bu kanun hükümlerine dayanılarak hem siyasal hem de toplumsal muhalefet unsurlarının ardı ardına tasfiye edilmesi rejim açısından önemli bir dönüm noktasına gelindiğini gösterir” açıklamasında bulunmuştur. Bu dönüm noktasının, Kemalist seçkinlerce tasarlanmış olan reformlarda kendilerine engel olabilecek veya toplumsal muhalefet açısından bir çekim merkezi olabilecek unsurların ayıklanması şeklinde gerçekleştiğini belirten Beriş (2015: 72-73), burada reformlar konusunda zorlayıcı yöntemlerin izleneceğinin de mesajının verilmiş olduğunu vurgular.

Şeyh Sait Ayaklanması ise Fransa’daki Vendée İsyanı’nı akıllara getirmektedir. Bu anlamda Jakobenler ve Kemalistler arasında bu isyanlara karşı yürütülmüş olan politikaların benzer76 olduğu ifade edilmelidir (Lewis, 2010: 653).

Bu benzerliğin söz konusu isyanlara karşı radikal bir tarzda, oldukça sert bir tepkinin hayata geçirilmiş olması noktasında oluştuğu söylenebilir. Şeyh Sait Ayaklanması’nın siyasal sonuçlarına değinen Koçak şunları ifade etmiştir:

Şeyh Sait Ayaklanmasının siyasal sonuçları Tek Parti diktatörlüğünün kurulması sürecinde önemli bir dönüm noktası oldu. Ayaklanmadan sonra, ülkede yeni başlamış olan çok partili hayat daha doğum anında sona erdi ve Takrir-i Sükûn Kanunu ile Hükümet tüm ülkede otoriter bir yönetim kurmayı başardı. Bundan sonraki dönemde gerek Mecliste ve gerekse Meclis dışındaki muhalefet geçmişe oranla pek cılız kaldı ve serbest tartışma ve eleştiri imkânı büyük ölçüde ortadan

76 Lewis’in bu açıklamayı yaparken muhtemelen iki olayın nedeni olarak, dini niteliğin ön plana çıkarılmış olması vurgusuna dayanmaktadır. Nitekim daha önce değinilmiş olduğu gibi Vendée İsyanı’nın bu boyut üzerinden açıklanma ihtimali yüksektir. Resmi tarih yazımı tarafından bu olaylarda dini boyutun öne çıkarılmasının belli başlı amaçları vardır. Örneğin Türkiye’de Tunçay (2012: 136)’ın da iddia ettiği gibi olaya bu tarz bir boyut (dinsel, gerici) kazandırmak, Doğu’daki bastırmayla sınırlı kalmayacak, gelecekteki ya da daha genel bir karşı hareketi haklı kılma amacına sahiptir.

kalktı. Siyasal muhalefet, Hükümetin sert baskısı altında yaşamak zorunda kaldı. Bununla birlikte örgütlü muhalefet son bulmakla birlikte yönetime muhalif gruplar (örgütsüz olarak da olsa) bir süre daha ayakta kalmayı sürdürdüler (Koçak, 2002: 140).

Bu noktada değinilmesi gereken bir diğer önemli konu da İzmir Suikastı olayıdır. İzmir suikastını bir tertip olarak nitelendiren Karatepe (2011: 30), bu olayın muhalefete indirilen son darbe olduğunu ifade etmiştir. 1926 yılının Haziran ayında meydana gelen olaya karışanların yargılanması üzerine Ali Çetinkaya başkanlığında İstiklal Mahkemesi, suikastçılar ile yeniden örgütlenmeye çalışan eski İttihatçılar arasında ilişki olduğuna karar vermiştir. İzmir Suikasti Olayı, İttihatçılar ve Terakkiperver Fırka yanlılarından kurtulmak adına bir fırsat olmuştur. Yargılamalarda, Rüştü Paşa, İsmail Canbulat ve Halis Turgut beylerin de aralarında yer aldığı 15 kişi idama mahkûm edilmiş, Kazım Karabekir, Ali Fuat, Cafer Tayyar, Refet Paşalar, Mustafa Kemal’in müdahalesiyle beraat etmişlerdir. Beraat edenlerin bir kısmı istifa edip siyasetten çekilmişlerdir. İttihatçıların ünlü maliye nazırı Cavit Bey, Hilmi Bey ve Naili Bey idama mahkûm olmuşlardır. Karatepe (2011: 32)’ye göre bu tarih sonrası ülkede açık muhalefet kalmamış, Halk Fırkası Tek Parti diktasına dayanan merkeziyetçi ve otoriter bir siyasal rejim kurmakta fazla zorluk çekmemiştir.

İzmir Suikastı olayının sonrasında alınan tedbirler düşünüldüğünde, Robespierre’e düzenlenen suikast ve sonrasında hayata geçirilen 22 Prairial Yasası ve Büyük Terör akıllara gelmektedir. Bu dönemde daha da sert tedbirlere başvuran devrimci hükümet, masum birçok insanın hayatına son vermiş, devrimin en yıkıcı boyutunu gözler önüne sermiştir. İzmir Suikasti Olayı da, muhaliflerin temizlenmesi noktasında benzer bir işlev görmüştür denilebilir. Nitekim olayla ilgisi bulunmayan insanların dahi bu olay bahane edilerek ya da olayla bir şekilde ilişki kurulması ve cezalandırılması söz konusudur. Bu dönemde yargı konusunda aşağıdaki ifadelere yer veren Paksoy, yargının güvenilir olmadığını vurgulamıştır:

Yargı organı da bağımsız ve güvenceli değildi. İstiklâl Mahkemeleri ile sıkıyönetim mahkemeleri bunun en belirgin örnekleridir. İdari yargının yürütme ve idare üzerinde etkili bir denetimi yoktu. Anayasa yargısı da zaten yoktu. Yargının esas işlevi rejimi ve inkılâpları korumaktı. Çok önemli kısıtlamalar bulunan hak ve özgürlükler alanında da kişi özgürlüğü ve kişi güvenliği; polis müdahalelerinden,

sıkıyönetim uygulamalarından, sıkıyönetim mahkemeleri ve İstiklâl Mahkemelerinden zarar görmüştü (Paksoy, 2008: 390).

Takrir-i Sükûn Kanunu’dan sonra, “Mustafa Kemal başka bir çıkış yolu görmediği için tiranlaştı” diyen yabancı bir tarihçinin dönemin bir davası77 ile ilgili

varmış olduğu yargıyı Tunçay şu şekilde aktarır: “Türkiye’nin doğru yola girmek için bir süre bir diktatöre ihtiyacı olduğu iddia edilebilirdi. Fakat tarihinin bir dönemini kirleten bu gibi kişisel öç alma eylemlerine gereksinimi yoktu. Mustafa Kemal burada en kötü sultanlardan bazılarının yöntemlerine dönmüştü” (Price, 1956: 134’den Akt. Tunçay, 2012: 171). Adı geçen davayı da kastederek, Tunçay dönemin siyasi-adli terör hükümlerinin haksızlığının ortada olduğunu ifade etmiştir.

İstiklal Mahkemeleri olarak bilinen özel mahkemelerle iş gören rejimin, muhaliflerinin tamamen susturulmuş olduğunu ifade eden Ahmad (2007: 76) ise, TpCF’nin kapatıldığı gibi diğer muhalefet gruplarının da kısa sürede ezilmiş olduğunu ifade etmiştir. Yazar “iki yıl içinde 500’ün üzerinde kişinin bu mahkemelerce ölüm cezasına çarptırılmış olduğunu” ve “Kemalistlerin bu fırsatı radikal reformları hayata geçirmek için kullanmış” olduklarını vurgulamıştır. Bu fırsatın olmaması ihtimalinde, reformlar konusunda, muhalefet ve halk kitlelerinin direnişinin oluşacağını da ekleyen yazar, bu noktada, siyasal ortamın sıkı yapısının reformlara karşı herhangi bir reaksiyon hareketinin daha en baştan sindirmiş olduğunun da anlaşılmasını sağlamıştır denilebilir.

Dönemin bir diğer önemli siyasal olaylarından biri de Serbest Fırka (SCF) deneyimidir. Sonu tıpkı Terakkiperver Fırka gibi kapatılmak olan partinin, CHF için bir muhalif tehdit unsur olarak görülmesi bu kapatmayı kolaylaştırmıştır. Serbest Fırka (SCF) deneyimini, TpCF’nin tersine “yapay” bir girişim ve “güdümlü bir demokrasi deneyi” olarak nitelendiren Tunçay (2012: 247), SCF’nin yaratılmasını rejim için olmaktan ziyade, parti (CHF) için faydalı olacağı nedeniyle düşünülmüş olduğunu ifade etmiştir. Partinin “çürük yanlarının açığa çıkarılması ve bunları

77 “Bu davalardan biri, Ankara İstiklal Mahkemesi’nin Kara Çete diye anılan İttihatçıların duruşmasına başlandığı ve tutumu, suikast girişimiyle alaka aramaktan çok, geçmiş dönemlerin hesabının sorulması yönünde olmasıdır. Sonuç olarak 4 idam, 7 tane onar yıllık kalebentlik cezası verilmiştir (…) Yine İzmir’de gıyaben idama mahkûm olan eski Ankara valisi Abdülkadir Bey Istıranca Dağlarında yakalanmış ve Ankara’ya getirilerek hakkındaki hüküm vicahiye çevrilmiş ve o da hemen asılmıştır” (Tunçay, 2012: 170-171). Söz konusu ifadeler ikinci dava üzerine söylenmiştir.

temizlenmesinin sağlanması ile partinin güçlenmesi” sağlanacaktır. Ancak örgüt içindeki çıkar gruplarının bu tasarımın gerçekleşmesinden endişe duymaları nedeniyle, bu kişilerin SCF deneyiminin sonlandırılmasında etkili olduğu ifade edilmelidir (2012: 249). Serbest Fırka konusunda, iki partili sistemin siyasal gerilimi yatıştıracağı, mali ve ekonomik reformların kolaylaştırılacak bir uzlaşmanın yaratılacağının umulduğunu belirten Ahmad (2007: 77), “ılımlı bir muhalefet ortamının Batı’nın Türkiye üzerindeki imajına olumlu katkı sağlayacağının” düşünüldüğünü vurgulamıştır. Dış kredi ve yatırım sağlanması düşüncesi bu kapsamda yer almıştır. SCF’nin kurulmasından sonuna kadarki süreçte katı bir denetim altında olduğunu tekrar eden Tunçay şunları ifade etmiştir:

Atatürk’ün bu oyunla ilgisini bilmiyorum. Fakat SCF deneyinde, onun kendi kendisiyle satranç oynar gibi bir durumda olduğu duygusuna kapıldım: karşı takımın adını koyuyor, taşları bir bir seçiyor, kimin nerede oynayacağını belirliyor, programı denetliyor, ilgili yazışmaları (kendisine yazılanları bile) dikte ediyor, parasını veriyor vb (…) hükümete karşı kimlerin neler düşündüğünü bilmektedir. Yaptığı, onları kendisinin istediği bir biçimde örgütlemekten, böylece de bütün ülke çapında ortaya çıkan ya da gizil duran karşıt eğilimleri bu odakta toplayarak denetleyebilmekten ibarettir (Tunçay, 2012: 250-251).

“Serbest Fırka’ya halk kesiminde gösterilen ilginin en önemli boyutu halk ile yönetici kesim arasındaki mesafeden kaynaklanmıştır. Nitekim Halk Partisi, bütün tek partili yıllar boyunca, halktan kopuk bir elit örgüt” (Karatepe, 2011: 46 ve İlmen,