• Sonuç bulunamadı

6. Modernleşmenin Yönü ve Bir Tercihin Ekonomi-Politiği

2.1. Rousseau’nun Osmanlı Devleti ve Türkiye Üzerindeki Etkisi

Jean-Jacques Rousseau’nun fikirlerinin Osmanlı dönemi ve özellikle erken dönem Türkiye Cumhuriyeti üzerindeki etkileri ele alınırken birtakım temel noktalardan hareketle yola çıkılması, Devrim Dönemi Fransa’sı ile Cumhuriyet Dönemi Türkiye’si arasındaki organik bağın ve ideolojik sürekliliğin anlaşılması açısından önem taşımaktadır. Bu önemli noktalar, Rousseau’nun genel irade kavramı, egemenlik düşüncesi, kuvvetler birliği fikri ve erdem anlayışının Türkiye’ye olan etkileri çerçevesinde düşünülebilir. Bu çerçeve ışığında iki ülkenin gerçekleştirmeye çalışmış olduğu değişim ve dönüşüm pratiklerinin Rousseau’nun hangi düşünceleri kapsamında felsefi dayanaklar oluşturduğu ve bu dayanakların benzerlik noktaları ortaya konulmuş olacaktır.

Rousseau (1712-1778) Batı’da olduğu gibi Türkiye’de de üzerine düşünülen ve fikirleri tartışılan bir düşünürdür. Tanzimat dönemi Rousseau’nun Türkiye gündemine ilk defa Yeni Osmanlı yazarları vasıtasıyla girmiş olduğu dönemdir. Ziya Paşa (1825-80), İbrahim Şinasi (1826-71), Namık Kemal (1840-1888), Ahmet Mithat Efendi (1844-1912) ve Ebüziyya Tevfik (1849-1913) gibi yazarlar Rousseau’nun muhtelif eserlerini okumuş, Türkçeye çevirmiş ve çıkardıkları dergilerde yayınlamışlardır (Orhan, 2013: 129).

Rousseau’nun özellikle egemenliğin tek meşru kaynağının halk olabileceği fikri, Yeni Osmanlılar grubundan Namık Kemal’i etkilemiştir (Mardin, 1962: 332’den Akt. Orhan, 2013: 129). Namık Kemal’in Toplum Sözleşmesi’nin Şerâit-i

İçtimâiye adı altında yarım kalmış ve basılmamış bir çevirisi olduğu ifade edilmiştir.

Ancak bu iddiayı doğrulayacak bir kayıt mevcut değildir. İttihad gazetesinde ise Ahmet Mithat Efendi’nin kısmen yayınlanmış bir Toplum Sözleşmesi çevirisi olmuştur. Toplum Sözleşmesi’nin Osmanlı döneminde ilk kapsamlı çevirisi, çevirmen isminin belirtilmemiş olduğu, Hariciye’den emekli bir kişi olarak kendini tanıtmış olan kişi tarafından; Ruso, Mukavele-i İçtimâiyye’si, 1913’de yayınlanmıştır (Orhan,

2013: 129). Daha sonraki kuşak Osmanlı aydınları üzerinde de Rousseau etkilerini gözlemlemek mümkündür. Ziya Gökalp’i de bunlar arasında sayabiliriz.

Rousseau’nun Mustafa Kemal Atatürk’ün düşünce yapısını da etkilemiş olduğuna yönelik fikirler mevcuttur. Bu fikirler özellikle Rousseau’nun genel irade kavramı ve kuvvetler birliği düşüncesini savunmuş olduğuna yönelik fikirlerin Türkiye üzerindeki tesirine odaklanmıştır. Kuruluş dönemi ve sonrasında hem ulusal

egemenlik anlayışının hem de kuvvetler birliği prensibinin Türkiye cumhuriyetinde

pratik olarak yer alması bu tezi güçlendirmektedir.

Bununla birlikte, Atatürk’ün Rousseau’yu Montesquieu ile karıştırmış olduğu ve Fransız devrimi kaynaklarını iyi bilmediği (Tunçay, 2012) ya da “Atatürk’ün Rousseau’yu ‘mecnun’ ve TS50’yi ‘cinnet’ halinde yazılmış olarak nitelendirdiği ve

bu bağlamda da O’nu karşısında konumlanmış olduğu ancak Birinci Meclis’te Rousseau’nun başka sevenleri olduğu” (Orhan, 2013) gibi bu konu hakkında farklı görüşler de mevcuttur. Ancak bu fikirlerin ayrıntısına yer vermek çalışmanın bütünlüğü açısından gerekli bulunmamaktadır.

Atatürk’ün Rousseau’nun fikirlerinden etkilenmiş olduğu savunusu tıpkı “Atatürk’ün, Fransız devriminin düşünsel hazırlayıcıları arasında en çok durduğu, eserlerini okuduğu ve kendi düşünce ağının oluşmasında en çok yararlandığı düşünürlerin başında Rousseau gelmektedir” (Turan, 1982: 13-14) ifadesinde olduğu gibi Türk düşünürleri ya da tarihçileri arasında yaygın bir görüştür.

Atatürk’ün düşünce yapısına etkisi bağlamında; ileri derecede Fransızca okuyup yazabilen Atatürk’ün kitaplığında özellikle Rousseau’nun kitapları göze çarpmaktadır (Mardin, 2011: 69). Bu durum Atatürk’ün düşünce dünyasını kurarken Rousseau’dan etkilenmiş olma ihtimalini kuvvetlendirmektedir. Bununla birlikte Atatürk’ün bizzat Rousseau’nun fikirlerine kendi ifadelerinde yer vermesi ise daha kesin bir kanıt olma özelliği taşımaktadır. Atatürk 1921 tarihinde Millet Meclisi’nde yaptığı bir konuşmada Rousseau ve Montesquieu’den örnekler vererek “kuvvetler birliği sisteminin” benimsenmesinin nedenlerini açıklar. Ona göre ulusal irade en iyi

biçimde Rousseau’nun “kuvvetler birliği” sistemi içinde ortaya çıkmaktadır. Mustafa Kemal milletvekillerine Rousseau’yu okumalarını salık verir (Öktem, 2003: 271). Bu konuşma tarihçiler arasında Atatürk’ün Rousseau’nun fikir dünyasından etkilenmiş olduğunun kanıtı olarak oldukça sık kullanılmıştır. Mustafa Kemal’in “Bütün kudret halkındır. Kudret bölünmez. İcrai [yürütme] ve teşrii [yasama] diye birbirinden ayrılamaz” (Akt. Aydemir, 2012: 219) ifadeleri ise kuvvetler birliği ilkesi vurgusunu taşımaktadır. Fransız Devrimi sonrasında Konvansiyon Meclisi’nin yapısı (İnsel, 2015: 19) düşünüldüğünde, iki ülke arasındaki benzer taraf da anlaşılabilmektedir.

Ulusal egemenlik ilkesi ile ilgili olarak da Rousseau’nun Türkiye üzerindeki etkisinden söz edilebilir. Göral’a göre; Kemalistlerin ‘genel irade’ kavramını ‘ulusal egemenlik’ kavramına dönüştürmüş oldukları iddia edilebilir. Neticede tekil olana karşı genel olanın daha önemli olduğu ve hatta tekil olanın genele feda edildiği ulus anlayışında, genel irade (Rousseau)’da olduğu gibi ‘tek ve bölünmez’ niteliğiyle ön plandadır (Göral, 2011: 222-223). Ulusal egemenlik düşüncesinde başlı başına büyük bir dönüşüm gözlenmektedir. Bu dönüşüm aynı zamanda iktidarın artık dini bir kaynağı olmasından ziyade dünyevi bir kaynağa dayanması da kapsamındadır. Hem devrim dönemi Fransa’sı hem de cumhuriyet dönemi Türkiye’sinde gerçekleştirilmiş olan bu ‘halk’ egemenliği anlayışı kaynağını Rousseau’dan alan genel irade kavramından almaktadır. Tanrı’nın yeryüzündeki gölgesi anlayışının dışına çıkılmış bu da daha sonra kapsamlı bir şekilde anlatılacak olan laik devlet anlayışının da temelini oluşturmuştur.

Özlem’e göre; Kemalizm’de halkçılık ise, Rousseaucu cumhuriyetçilik anlayışına sıkı bir şekilde bağlı olan “ulusal egemenlik” kavramıyla ilişkilidir. Halkçılık siyasi temsil ve yönetime katılma ilkesi olarak, özellikle 1930’lardan sonra, “halka rağmen, halk için” adı altında benimsenen ve Jön Türkler’de olduğu gibi, halkın demokratik katılımını ve temsilini gerçekleştirmek yerine, devletin ve devlet iktidarının pekiştirilmesinin aracı haline gelen bir ilke olmuştur. Bununla yakından ilişkili olarak Tek Parti döneminde, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ve Serbest Cumhuriyet Fırkası’nın CHP’nin iktidarını zorlayacak ölçüde gelişmelerine izin verilmemiştir (Özlem, 2007: 461). Bu durum devlet otoritesinin korunması amacı altında katı bir yönetim politikasına meşruluk kazandırılmaya çalışılması

gerçekliğine bizleri götürmektedir. Tıpkı Devrim dönemi Fransa’sında olduğu gibi bu gerçeklik, kurulan yeni siyasal sistemin raylarına oturtulabilmesi ya da başka bir deyişle devrimin kazanımlarının korunması ve bu kazanımların sürekliliğinin sağlanması adına Jakoben dönemde anayasal düzene ara verilip demokratik olmayan katı bir politik ortam oluşturulması ile oldukça benzerdir. Türkiye’de tek parti döneminde uzun yıllar boyunca çok partili hayata ya da demokrasiye geçil(e)memesinin temel dinamiğinde de aslında yeni rejimin kazanımlarının

korunması güdüsünün olduğunu görmek mümkündür.

Rousseau’nun Türkiye üzerindeki etkisinin bir diğer boyutunu ise anayasa hukukçularınca sıkça tartışılmış olan ‘çoğunlukçu demokrasi’ anlayışı oluşturur. Türk Anayasal gelişmeleri ışığında, Rousseau'nun çoğunlukçu demokrasi anlayışından etkilenen Anayasaların Cumhuriyetin kuruluş yıllarında yapılan anayasalar olduğu görülür. 1921 ve 1924 Anayasasında çoğunlukçu demokrasi anlayışı biraz farklı kapsamlar dâhilinde ‘çoğunlukçu demokrasi’ anlayışına dayanır. Özgüç Orhan Rousseau ve Türkiye (2013) adlı makalesinde Bülent Tanör, Niyazi Öktem, Hasan Bülent Kahraman, Kemal Gözler ve Ergun Özbudun gibi isimlerin fikirlerine yer vermiştir.

Orhan, Bülent Tanör’ün 1924 Anayasası’nın çoğunlukçu demokrasi anlayışının Rousseau’ya dayandığını ifade eden şu sözlerine yer verir: “1924 Anayasası demokratik bir ruha sahip olmakla birlikte, demokrasinin çoğulcu (plüralist) ve iktidarı bölüştürücü seçeneğinden çok, çoğunlukçu ve bütüncü biçimine yatkındır. Kökü Rousseau’ya dayanan bu anlayışta, ulusal irade diye adlandırılan çoğunluk iradesi bölünmez, ‘yanılmaz’ niteliktedir ve kamunun iyiliğini dile getirir.” Tanör aynı zamanda, “Türk hukuk dünyası üzerindeki Fransız anlayışının etkileri”nin 1924 Anayasası’nın çoğunlukçu demokrasi anlayışına tutkunluk göstermesinin en başta gelen sebebi olduğunu belirtmiştir (Tanör, 1998: 328’den Akt. Orhan, 2013: 131-132).

Rousseau’nun kuvvetler ayrılığını şiddetle eleştirmiş olduğu fikri, Fransa’da Devrim sonrası süreçle benzer bir biçimde 1921 Anayasasındaki çoğunluğun mutlak

bölünmez niteliği, egemenliğin farklı organlar tarafından bölüşülmesine de imkân tanımamaktadır. Yine Orhan, Niyazi Öktem’in 1921 Anayasasındaki kuvvetler birliği ilkesinin Rousseau’dan esinlenmiş olduğunu belirtmiştir: “Rousseau’nun önerdiği kuvvetler birliği otoritesi ve totaliter devletlerle, bir devrim sonrası ve kurtuluş savaşlarında benimsenen bir anayasa rejimidir.” Öktem, Türkiye’de artık Rousseau’nun model alınması yerine tüm demokratik rejimlerde kabul gören kuvvetler ayrılığı ilkesini savunan John Locke’un model olarak benimsenmesi gerektiğini vurgulamıştır (Öktem, 2003: 422’den Akt. Orhan, 2013: 131).

Bunlara ek olarak Orhan, Kahraman (2010: 47)’ın Türkiye’deki siyasi düzenin “Rousseaucu bir genel irade modeli” veya anlayışına ve bunun bir parçası olduğu Fransız Aydınlanmasına dayandığına, Köker (1990: 156)’in milli irade kapsamında Kemalist milli devlet anlayışının Rousseau’ya dayandığını belirtmesine de yer verir (Orhan, 2013: 132). Ayrıca Orhan, Kemal Gözler’in 1924 Anayasasının demokrasi anlayışının çoğunlukçu demokrasiye tekabül ettiğini ve köklerini Rousseau’nun genel irade görüşünden aldığını (Gözler, 200: 71’den Akt. Orhan, 2013: 133) Özbudun’un ise yine çoğunlukçu demokrasinin Rousseau ile bağlantısını kurmuş olduğunu belirtmiştir (Özbudun, 2012: 80’den akt. Orhan, 2013: 134).

Erken cumhuriyet üzerinde Rousseau’nun etkilerini cumhuriyetin oluşturmaya çalıştığı ‘yurttaş’ profili üzerinde de gözlemlemek mümkündür. Rousseau’nun erdem kavramı temelinde şekillenen bu yurttaş profili ‘yararlı bir varlık olma’nın yanında ‘duyarlı bir varlık’tır da. Üstel (2011: 180) bu duyarlı olma durumunu Rousseau’nun düşünsel mirasçısı olarak elde ettiğimizi belirtir. Rousseau’nun bu mirasçısı olma niteliği, Fransız devrimindeki ‘yurttaş’ ve ‘erdem’ kavramlarının içeriği ile de benzerdir.

Rousseau’ya göre, insanın/yurttaşın iyiliği erdemi içinde bulunduğu toplumun ve bu toplumun siyasal yapının iyiliğine bağlıdır. Bu nedenle de siyaset ile ahlak birbirinden ayrı değildir. Aynı zamanda Rousseau şunu da ifade eder: “Halk, kendiliğinden iyiyi ister hep, ama kendi başına iyiyi her zaman göremez. Genel irade her zaman doğrudur, fakat onu yönlendiren anlayış her zaman aydınlanmış değildir (Rousseau 2014: 304’den Akt. Ağaoğulları, 2010: 95). Bu düşünce, yani insanların

ergin olamama durumu fikri diğer aydınlanmacı düşünürlerce de benimsenen bir durumdur. Tıpkı Fransız devrimciler gibi Kemalistler de bu düşünce biçiminden etkilenmişlerdir. Bu etkilenme ergin olmayan halka, ergin olana kadar demokrasinin fazla gelebileceği düşüncesini de beslemiştir. Halkın ergin olabilmesini ya da erginliğe kavuşmasını ise aydınlar halk için bir misyon üstlenerek gerçekleştirebileceklerdir. Bu misyon ‘halk için halka rağmen’ düsturunun oluşmasına zemin hazırlayan Tek Parti düşünce sistematiğinin de anlaşılmasına yardımcı olacaktır.

Bu bağlamda ‘erdem rejimi’ olan cumhuriyet, ahlaki niteliklerle donatılmış misyonerlerin (muhtar-öğretmen-jandarma) bu erdemi halka götüren birer temsilcileri (Üstel, 2011: 202) olarak yer aldığı tarihsel bir döneme işaret eder. Bu tarihsel misyon Rousseau’nun, tekrarlamak gerekirse, ‘halk iyiyi ister ama göremez’ anlayışına dayanan ve tıpkı yine Fransız devriminde olduğu gibi, Cumhuriyet Dönemi Türkiye’sinde de karşılığı olan bir olgudur. Aydınların ya da kurucu elitlerin Fransız toplumunda gerçekleştirmeye çalıştıkları dönüşüm projelerindeki baskıcı yöntemlere dayanak sağlayan bu gerçeklik, Türkiye’de erken cumhuriyet dönemi için de geçerlidir. Bu yöntemlere devrim ve reformun pratik siyasetinde fazlasıyla değinilecektir. Bu noktada bahsedilen bu pratikler gerçekleştirilirken bunların zihinsel arka planında nelerin olduğunu görmek adına bu ayrıntıya yer vermek önem taşımaktadır.