• Sonuç bulunamadı

6. Modernleşmenin Yönü ve Bir Tercihin Ekonomi-Politiği

1.1. Fransız Devrimi ve Evrensel İnsan Aklı

Çalışmamızın bu bölümünde, Fransız devriminin aydınlanma aklı ile ilişkisinin hangi noktalarda şekillenmiş olduğu, devrimin akla olan inancının devrimin toplumsal ve siyasal pratiklerine hangi yönlerde etkide bulunduğu açıklanmaya çalışılacaktır.

18. yüzyılda ‘akıl’ın önem kazanması, insanın ‘birey’ olarak bir değere sahip olmasının da yolunu açmıştır. Akıl, erdem, mutluluk, faydacılık, bilim ve doğa gibi konular bu yüzyılda en çok üzerinde durulan konular olmuştur. “Evrensel akıl”ın insanlığın ilerlemesi ve mutluluğa kavuşması için en önemli öge olduğu inancı yaygınlık kazanmıştır. Bununla birlikte insanoğlunun karşılaşmış olduğu bütün problemlerin aşılması için de ‘akıl’ yegâne çözüm aracı olarak görülmüştür. Aydınlanma felsefesi düşünürlerinin insan aklına olan inancı ulusların siyasi ve medeni kanunlarının oluşturulmasına tesir etmiştir. Bu düşünce, tüm Avrupa’yı olduğu gibi Fransa’yı da derinden etkilemiştir. 18. yüzyılda Fransız düşünürleri, akıl ilkesi temelinden yola çıkarak eşitsizliğe dayalı olan bütün kurumları (siyasal, sosyal ve ekonomik) eleştirip bütün bu kurumların yeniden dizayn edilmesinin yolunu açmışlardır. Bunun doğal sonucu olarak da mutlakiyetçi düzenin yıkılması için düşünceler üretmişlerdir.

Von Aster (2004: 74)’in ifade etmiş olduğu gibi: “Hem Amerika beyannameleri hem Fransız beyannamesi insan haklarını, insanın tabiatından, akıldan çıkarıyor… Hâkim olan düşünce, fikir ve irade ile yaratılan akla dayalı devlet fikridir”. Akla dayalı devlet fikrinin yanında en temelde insanların kendi kendilerini yönetme amacı başlı başına akıl ve muhakeme usullerine tabidir. Bu noktada Voltaire kadar kimsenin “İnsanların kendi kendilerini tasavvufi bir kuvvet ve kudretle değil, akıl ve muhakeme ile idare etmeleri lazımdır fikrini” genellemediğini ifade eden Aulard (2011a: 21) bu fikrin cumhuriyetin ruhu olduğunu vurgulamıştır. İnsan aklından yola çıkan bireyler kendi tasarrufları doğrultusunda karar verme yetkisine sahip olacaklardır. Bununla birlikte bu karar verme yetkisi onların yönetim alanında da söz sahibi olmalarının yolunu açacaktır. Bu nedenle halk idaresi anlamına gelen ‘cumhuriyet’ de insan aklının doğrudan kullanım metodu olacaktır.

Doğal hukuk felsefesinin bir formüle bağlanmasından söz eden Öktem, akıl ve irade sahibi olmanın insanları diğer canlılardan ayıran temel özellik olduğunu belirtir. İnsanların akıl ve iradeleri sayesinde, doğanın ve toplumun yasalarını anlayıp, kavrayabileceğini ve bunlar üzerinde egemenlik kurabileceğini ifade eder. Bununla birlikte akıl herkeste mevcuttur ve herkeste eşit düzeydedir. Aristokratın, kralın ya da papazın daha derin ve güçlü bir aklı yoktur. Bu nedenle aristokrasi, papaz, burjuva farklılığı ortadan kalkmalı, eşit akıl sahibi insanlar yönetimde de eşit olmalıdırlar. Ayrıca doğayı anlamak için olduğu gibi toplumu yönetmek için de aracıya gerek yoktur, insan kendi kendini yönetebilir (Öktem, 1988: 268).

Doğal hukukun da akıl öğesine bağlı olarak geliştiğini belirten Öktem (1988: 268), doğal hukuk felsefesinin özünün doğuştan edinilmiş haklar yani, özgürlük, eşitlik, adalet, kardeşlik, akılcılık ve bireycilik olduğunu belirtir. Ona göre, akılcılığı XVII. yüzyılda Fransız filozofu Descartes işlemiştir. Rousseau ise XVIII. yüzyılda aklın egemenliğini siyasal egemenlik üzerinde düşünüp Fransız kentsoylusuna iktidar kapılarını açacaktır. Rousseau için halk egemenliği, ulusal egemenlik kavramı önem taşır. Aklı ile kendi kendini yönetme özelliğine sahip olan insan, halk olarak da devleti yönetmelidir. Halk iktidarın köken ve kaynağıdır. Halk egemenliği bölünmez, devredilmez, yanılmaz bir bütündür. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi özünde Descartes’cı Kartezyen aklın yattığı doğal hukuk ve halk egemenliği

ilkelerinin hukuksal bir metin haline getirilmiş biçimidir (1988: 268-269). İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde de gözlemlenen akıl40 vurgusu, özgürlük, eşitlik

ve kardeşlik değerleriyle birlikte zikredilmiştir. Diğer bir deyişle insan aklından yola çıkarak insan haklarının kökenine ulaşmak mümkündür. Akıl sayesinde insan özgür olabilecek, haklarının farkına varabilecektir. Bunun devamında ise insan bir karar mercii olarak kendini yönetebilecektir. Kısacası akıl anlayışı doğal bir biçimde insan hakları ve demokrasi anlayışının temel yapı taşıdır denilebilir.

Aklı ön plana çıkaran toplumsal projelerin belki de başında yer alan Fransız devrimi, kilise, hükümdarlık gibi eski referans temellerinden sıyrılıp akla olan inancın zirve noktasına ulaşmayı hayata geçirmeye talip olmuştur. Bu durum elbette köklü değişim pratiklerinin de önünü açmıştır. Devrim dönemindeki bir kararnamede yer alan: “Eyaletlerin, prensliklerin, taşra yerleşimlerinin, kantonların, kentlerin ve toplulukların ister maddi, ister başka bir kaynağa dayanan tüm ayrıcalıkları geri dönüşsüz biçimde kaldırılacak, bütün Fransız halkının ortak yasası içinde soğurulacaktır” kararını Doyle (2001: 101) eski rejimin bütün o karmaşık ve tantanalı çeşitliliğini kaldırıp atmak, ülke ve toplumun daha ussal ve eşitlikçi bir biçimde örgütlenmesine giden yolu açmak anlamına geldiğini vurgulamıştır. Burada dikkat çeken nokta gerçekleştirilen değişimde ‘birlik’ düşüncesinin ‘akıl’ ile olan ortaklığıdır. Toplumun daha ussal ve eşitlikçi biçiminin sağlanması bir amaçtır. Bu amaç için ise ayrıcalıkların kaldırılması ve Fransız halkının ortak yasası içerisinde eritilmesi gerekmektedir.

Devrim sonrasında artık hiçbir şey kutsal değildi. Bütün otorite ve kurumlar ancak ussallık ve yararlılık açılarından savunulur oldukları müddetçe geçerliydi. Fransız devrimi aydınlanmanın zaferini temsil etmiştir ve “aklı esas alan dünyaya” giden yolu açmayı hedefliyordu (Doyle, 2001: 116). Fransa’da aklı temel alan devrimcilerin projelerindeki aşırılıkların boyutu hakkında bir tahminde bulunmanın zor olduğunu belirten Tocqueville (2004: 305): “[…] yenilikçilerin dinin, adetlerin ve yasaların insanların düşüncesine dayattıkları engellerden bir kalemde kurtulmuş olan aklının hangi inanılmaz cüretkârlıklara kalkışabileceğini söylemek imkânsızdı”

40 Madde 1: Bütün insanlar hür, haysiyet ve haklar bakımından eşit doğarlar. Akıl ve vicdana sahiptirler ve birbirlerine karşı kardeşlik zihniyeti ile hareket etmelidirler.

ifadelerini kullanmıştır. Bu “cüretkârlıklar” muhafazakâr düşünürler tarafından da sık sık dile getirilmiştir. Hatta Burke bu cüretkârlıkların sonucunun kötü olacağını daha devrimin terör boyutunu gözlemlemeden ifade etmiştir. Burada altı çizilmesi gereken en önemli nokta insan aklına olan sonsuz güven ve inancın yine insanlar için olumsuz sonuçlar doğurabileceğidir. Cüretkârlık olarak resmedilen bu durum, insanın oradan oraya savrulmasına tutunacak sağlam temellerden (aile, din vb.) yoksun kalmasına neden olacaktır. Esasında bu cüretkârlığın temelinde aydınlanmanın insan doğasının iyimser olduğu düşüncesi yatmaktadır. İnsan doğası gereği iyimserdir ve mükemmelleşebilirlik (perfectibility) için müsait bir konumdadır. Bu mükemmelleşmeyi ise aklı sayesinde gerçekleştirebilecektir.

Devrim akılcılık temelindeki felsefesini pratik alanlara41 da taşımıştır. Eğitim

konusunda gerçekleştirilmeye çalışılan değişimler buna örnek olarak gösterilebilir. Devrimin eğitim politikasına çalışmanın ilerleyen kısımlarında ayrıntılı bir biçimde değinilecektir, burada önemli olan eğitimin akıl ile olan ilişkisini kısaca vurgulamaktır. Von Aster (2004: 237)’in Condorcet’den aktarmış olduğu:

“Çocuklara kat’iyyen ebedi hakikatler, gökten düşmüş hakikatler öğretilmemelidir, hatta insan hakları, anayasa prensipleri bile… Bunlar bir tabiiyyet ve aklın neticelerinden başka bir şey değildir… Herkes aklını kullanabilecek bir hale getirilmelidir. “iman eden” ve “düşünen” insanlar gibi iki çeşit insan yetiştirilmemelidir” ifadeleri aklın kullanımı konusunda ne kadar katı bir prensipler

bütünü oluşturulmaya çalışıldığının göstergesidir.

Doyle (2001: 138)’a göre devrimin ussallaştırma çabasının belki de en iddialısı zamanın, cumhuriyetin kurulmuş olduğu Eylül 1792’den itibaren yeniden başlatılma girişimiydi. Ayların yeniden düzenlenip adlandırılması, yeni günlük haftanın yerini onar günlük “onluk”ların alması… Bu takvim rağbet görmemiştir. 14. yıl (1806) sonunda devrim takvimi Napolyon tarafından resmi olarak terk edilmiştir. Bu durum insanların kayıtsızlığı ya da direnişi karşısında usun diğer birçok başarısızlığının habercisiydi (Doyle, 2001: 138). Doyle kitabının (Fransız Devrimi)

41 Nisbet (2007: 61)’in deyimiyle: “Genel olarak, Millet Meclisi’nin, Milli Kongre’nin ve Kamu Güvenliği Komitesi’nin uğraşları, toplumun bireyselleştirilmesine, ölçülerden, madeni para sistemi ve ağırlıklardan, mülkiyet, eğitim, din ve yönetimin bütün yönlerine kadar her şeyin rasyonalleştirilmesine doğru kıvrılmıştı”.

birçok yerinde usun başarısızlığından bahsetmiştir. “Devlet erki tarafından, 1789’dan beri onlara gönül vermiş entelektüeller, yöneticiler ve devlet otoritesi tarafından dayatılan ussallaştırıcı ideolojiler alışkanlıklarda, geleneklerde, dinsel inançlarda, bölgesel ve yerel bağlılıklarda, ya da apayrı dillerde mevcut daha az ussal kimlik kaynaklarının önemini ortadan kaldırmakta başarılı olamadı” (Doyle, 2001: 138).

Devrimin bir diğer akılcılaştırma girişimi olarak işaret edebileceğimiz Hristiyanlıktan uzaklaştırma girişimi konusunda da aynı görüşleri dile getirmiştir. Doyle bütün çabalara rağmen dinin toplumsal hayattan tamamen silinemediğinden bahsetmiştir.

Açık bir saldırı haline gelmeden evvel, devrimcilerin din eleştirisi 1789’da insanlarla ilgili bütün konularda akılcılığın esas alınmasının bir parçasıydı. Devrimcilerin düşüncelerine göre, eski rejimin çökmesi kendilerine içinde bulundukları koşulların denetimini ele almak ve bilinçli bir plan dâhilinde bunları yeniden şekillendirmek fırsatı doğmuştu (Doyle, 2001: 135-136). Devrimcilerin din eleştirileri açık bir saldırı haline geldiğinde [özellikle Hristiyanlıktan uzaklaştırma hareketleri kapsamında gerçekleştirilen pratiklerde] esas olarak yine akılcılığın derin izleri fark edilmektedir.

Hristiyanlıktan uzaklaştırma hareketine çalışmamızda ayrı bir başlık olarak yer verilecektir. Ancak burada tekrarlamak gerekirse ‘aydınlanma aklı’nın ciddi anlamda devrim pratiklerine yön vermiş olduğunu gözlemlemekteyiz. Hristiyanlıktan uzaklaştırma girişimleri sonrasında yeni bir din inşa etme girişiminde bulunan Fransız devrimciler (Hebertistler) bu dine ‘akıl dini’ (Von Aster, 2004) ya da ‘akıl ve mantık dini’ (Aulard, 2011b) adını vermişlerdir. Bu akıl dininin ayinleri içinse öncelikle Paris Metropolitan Kilisesi ‘akıl mabedi’ne dönüştürülmüştür. Burada görüldüğü üzere akıl din alanında da kendini iyiden iyiye hissettirmiş, geleneksel Katolik inancı yerine tamamen aklın egemen olduğu yeni bir din, adından da anlaşılacağı üzere bir akıl dini oluşturulmaya çalışılmıştır. Akıl dinine Robespierre ve bazı Jakobenler karşı çıkmış Hıristiyansızlaştırma girişimlerinin aşırılıkları vurgulanmıştır. Robespierre akıl dininin yerine ‘Yüksek Varlık Dini’ ni ortaya atmış bu dine yönelik ilkeleri belirlemiştir. Ancak her iki dinin de aslında birbirinden pek

de bir farkı yoktur. Özellikle taşrada insanlar iki dini oluşuma da aynı gözle bakmıştır. Ortak noktaları, aklın kullanımını vurgulamakla birlikte bu dini oluşumlarda “esas prestij edilen şey vatandır” (Aulard, 2011b: 684) ve vatanseverlik duygusunun ön plana çıkarılmasıdır. Robespierre’in Yüce Varlık inanışını tanımlarken, “insanları Yüce Varlık’a mutlak inanca çağırmanın bağnazlığa öldürücü darbe indirmek olduğunu ve bütün deliliklerin mantığın önünde devrildiğini” (Hazan, 2016: 356) vurgulaması bu anlamda önemlidir. Robespierre’in sıkça kullanmış olduğu kavramlardan olan bağnazlık, akıl sayesinde üstünlük kurulacak hatta yok edilecek bir olgudur. Bağnazlığa fırsat verilmemesini sürekli salık veren Robespierre’in buradaki temel referans noktası elbette ‘akıl’dır.

Soboul (1969: 660) akılcılık düşüncesine başka bir noktadan yaklaşmış ve Jakoben devlet tahakkümü ile akılcılık ve ferdiyetçilik anlayışının bağlantısını kurmuştur. Ona göre Akılcılık ve ferdiyetçilik, Jakoben devletin tahakkümünü daha da kuvvetlendirmiştir. Siyasi kurumlar, akılcılık adına tamamen mantıki bir düşünceye boyun eğdirilmiştir. İnsanların ve olayların boyun eğmek zorunda kaldığı gerekler karşısında devlet sanki aklın bir vasıtasıymış gibi hareket edilmiştir. Bu yüzden devletin tahakkümü kuvvetlenmiştir. Tam da noktada, iyi niyetli bir girişimin nasıl kötü sonuçlar doğurabileceğinden ve özgürlük, eşitlik, kardeşlik ilkelerinin

Anciene Rêgime ile kıyaslanamayacak ölçüde bir şiddete kaynaklık ettiğinden söz

eden Özipek (2004: 31), aydınlanmacıların Katolik kilisesi ile engizisyon ilişkisini açıklama çabalarının yanında, aydınlanma ile giyotin ilişkisinin de açıklanması gerektiğini belirtir. Buradaki açıklamanın başlangıç noktasını ise aydınlanmanın akıl anlayışı oluşturur.

Özipek (2004: 20) Aydınlanma aklının, “umut vadeden coşkulu bir iyimserliğinin temelinde mükemmelleşebilirlik (perfectibility) anlayışı”nın olduğunu belirtmiştir. Bu mükemmelleşebilirlik anlayışı ise akıl temelinde toplumun yeniden dizayn edilmesine imkân tanımaktadır. Fransız devrimi tarih sahnesinde bu dizayn etme pratiğinin en önemlilerinden biri olarak karşımıza çıkmıştır. Mükemmel olan insan aklı mükemmel bir toplum inşa edebilir. Bu mükemmel toplum ise Fransız devrimcilerine göre özgürlük, eşitlik ve kardeşliğin hayat bulabildiği bir toplum olacaktır. Aydınlanma aklı temelinden yola çıkılarak yapılacak olan açıklamalar

esasında devrim döneminde insan hakları ve demokrasinin de nasıl netleştiğinin anlaşılmasına imkân tanıyacaktır. Akıl sayesinde doğanın ve toplumun yasaları açıklığa kavuşturulacak ve bunlar üzerinde egemenlik sağlanacaktır. Diğer bir ifadeyle, evrensel insan haklarının dayanağını ‘evrensel insan aklı’ düşüncesinde aramak doğru bir yöntem olarak karşımızda durmaktadır.