• Sonuç bulunamadı

4.1 Popüler Tarihçilik Bağlamında Nevzat Kösoğlu’nun Tarihe İlişkin Görüşleri

4.1.3 Türklerin İslamiyet’i Kabulü

Türklerin İslamiyeti kabulü süreci günümüzde de zaman zaman tartışılan bir konudur ve popülerliğini korumaktadır. Literatürü incelediğimiz de Türklerin İslamiyet’i kabulü sürecinde iki farklı tez ortaya atılmaktadır. Bunlardan ilki milliyetçi muhafazakâr tarih tezi olarak ifade edilen ; “ Türklerin Müslüman olmadan önce de İslam’a çok yakın dini inançlara sahip oldukları” bundan dolayı İslam’a hiç yabancılık çekmeden girdikleri yönündedir. Bir diğer ise “büyük baskılar ve katliamlar sonucu zorla İslam’a sokuldukları” yönünde ki tezidir. Yaşar Ocak bu tezlerin yüz yüz gerçeği

91

yansıtmadığını belirtmenin yanı sıra daha çok karmaşık siyasi, sosyo ekonomik ve kültürel bir takım şartlar dâhilinde ortaya çıktığını belirtmektedir (Ocak, 2014: 373). Çalışmamız bağlamında Kösoğlu beyin hangi görüşte olduğu tespit etmeye çalışacağız.

Söz konusu “kılıç zoruyla İslam’ı kabulü” tezinin ilk dayanakları diyebileceğimiz ifadeler Tarih-i Taberi ve Tarih-i Buhara’da karşımıza çıkmaktadır. Taberi; Tarih el-ümem ve’l müluk adlı eserinde Emevi komutanı Kuteybe bin Müslimin faaliyetlerinden bahsetmiştir. Bu faaliyetlerlerin başında Kuteybe’nin Buhara önlerinde Türk Meliki Turhan ile mücadelesi esnasında; Her türk kellesi için 100 dirhem vereceğini söylemesi üzerine Arapların Türkleri katletmesi başlıca karşımıza çıkandır (Taberî,1983: 343). Bunun yanı sıra Kuteybe’nin Belh ve Talkan üzerine yaptığı seferde Talkan Meliki’nin şhirden kaçması üzerine şehrin tamamını kılıçtan geçirmesi Talkan katliamı olarak bilinmektedir. Taberi bu katliamı şu şekilde aktarmaktadır; “Rivayet ederler ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi” (Taberî,1983: 344). Taberi’nin dışında En-Narşahi’nin Tarih-i Buhara isimli eserinde ise Kuteybe’nin Beykend seferinde ise Beykendlilerin muhalefet etikleri ve bölgeye atanan Emir’i öldürmeleri üzerine orduya “ Gidiniz ve Beykend’i yağmalıyız. Onların kanları ve mallarını size helal kıldım” ifadesi üzerine Arap orduları şehri talan etmiş ve eli silah tutanları öldürmüş ve halkı köle yapmıştır (Narşahi, 2013: 70).

Bunların yanı sıra Osman Turan’ın Selçuklular ve İslamiyet isimli eserinin Türkler ve İslamiyet isimli bölümünde; Arapların, Türklerin cahiliyye döneminden beri tanıdıklarını; hadislerin veya uydurmaların İslam dünyasının Türklere karşı olan duygularını göstermekle birlikte Türklerin Araplar ile münasebetlerinin Emeviler döneminde olduğunu belirtmektedir. İslam kuvvetlerinin Kuteybe idaresinde Türkistan’a yerleştikten sonra Emevi devletinin ezici ve gayri musavatçı bir tarzda devam eden siyasetinin Türklerin İslamiyete yanaşmamasının en önemli sebebi olduğu ifade etmektedir (Turan, 1971:10,11). Turan’ın altını çizdiği noktayı Köprülü’de izah etmiştir; Ömer b. Abdülaziz’in “adil bir idare kurmak” düşüncesi eğer layıkıyla tatbik edilseydi, Maveraünnehr pek çabuk Müslümanlaşacaktı. Lakin Emevilerin zalim ve menfaat perest siyaseti buna mai oldu ve Türklerle uzun müddet harp devam etti (Köprülü, 2009). Kafesoğlu’da Türklerin Emevilerin tavırlarından dolayı İslama karşı soğuk durmalarına nedne olduğunu ifade etmiştir. Kafesoğlu; İslam’ın dini akideleri

92

değil, fakat Arap sultasını Maveraünnehr bölgesinden söküp atmak istediklerini belirtmektedir (Kafesoğlu, 1999).

Söz konusu birinci tezin “kılıç zoruyla İslama sokmak” düşüncesinin temel dayanakları Taberi ve Tarih-i Buhara olduğunu söyleyebiliriz. Bütün bunların yanı sıra milliyetçi-muhafazakâr tarihçilerin hemen hepsi ikinci tezi benimsemektedir. Nitekim Turan, Kafesoğlu, Köprülü, Türklerin İslamiyeti benimsemelerinde benzer bir dine mensup olmaları, Abbasiler ile Arapların değişen tutumlarının belirleyeci olduğunun altını çizmektediler. Turan; yukarıda izah ettiğimiz düşünceleri Taberi’de gibi keskin ve radikal bir söylem taşımamaktadır (Turan, 1971). Kafesoğlu ise İslamı ve Emevi dönemi Arapları ayrı tutmuştur (Kafesoğlu, 1999). Köprülü ise yaşanan hadiseleri Emevilerde “dönem” olarak değerlendirmiştir. Bunların yanı sıra Hakkı Dursun ise “emevi valilerinin kötü yönetimi” ve Kuteybe’nin takınmış olduğu tutum başta olmak üzere “Emevi haifelerinin Aap olmayanlar akarşı takınmış olduğu tutum olarak” ifadeleri ile özetlediği görülmüştür (Yıldız, 1999).

Turan; İslamın Türkler arasında yayılmasını benzerliklerden hareketle yayıldığını, İslam’ın emrettiği cihad mefkûresinin Türklerin savaşçılık özellikleriyle uyuştuğunu başlıca etmenleri olarak değerlendirmektedir (Turan, 1971). Aynı şekilde Dursun; benzerliklerin yanı sıra Hz. Muhammed’in hadisleri, Abbasilerin tutumlarının belirleyici olduğunun altını çizmektedir (Yıldız, 1999: 36, 37).

Kösoğlu; yedinci asır başlarından itibaren müslüman araplarla türk boyları arasında temas ve çatışmaların başladığını diğer tarafta Türkler arasında münferit İslamlaşma olaylarının görüldüğünü belirtmektedir. Bu noktada yukarıda görüşlerine yer vemriş olduğumuz tarihçilerin görüşlerinin benimsediği görülmektedir:

Ancak İslam ordularının ilk zamanlardaki ilerleyişi çok sert ve kırıcı olur. Fethedilen yerlerde kurulan idareler yahut görevlendirilen valiler, İslam’ın emrettiği adaleti yeterince gerçekleştirmezler. Fetihler, vergi ve ganimet yönünden istismarcı görünüm arz ettiklerini, Müslümanlardan alınmaması gereken cizye vergisini almaları uzun süren huzursuzluklara neden olur. Emeviler döneminde henüz sönmemiş olan Arapçılık taassubu yeni Müslümanları rencide eder ve karşı akımların gelişmesine yardımcı olur (Kösoğlu, 2012: 62,63). Maveraünnehir bölgesinin sürekli çatışma ve savaşların mekânı olmuştur. 720’den itibaren Türgeş kağanlarının İslam-Arap ordularının ilerleyişini durdurur. Ama Türgeş Kağanı Sulu Han’ın Sarı Türgeşler tarafından öldürülmesi, Müslüman ordularına karşı teşkilatlı direnişin gücünü kırmıştır. Hilafetin Abbasilere geçmesinden sonra Arap olmayanlara ilgi artar, daha adil ve uyumlu bir devre başlar. Müslüman Türkler fiilen yer alır ve etkili olurlar (Kösoğlu, 2012: 63).

Görüldüğü üzere Kösoğlu; Taberi ve Tarih-i Buhara’da bahsi geçen hadiseler kadar keskin ve radikal söylemlere yer vermemenin yanı sıra Emevi hilafetini ağır bir şekilde

93

eleştirdiği, yapılan zulümlerin İslamın yayılmasına engel teşkil ettiğini belirtmiştir. Kösoğlu’da Kafesoğlu gibi İslamı ve Emevi Araplarını ayrı tuttuğu gözlenmiştir. Bu görüşleri, Turan ve Kafesoğlu’na yakın olduğunu hatta doğrudan etkilendiği söylenebilir.

Kösoğlu; Müslümanlığın Türkler arasında ki yayılma hadisesinin temellerini incelerken; üç önemli hadise olarak ele almıştır. Bu hadiselerden ilki İtil Bulgalarının İslamiyeti kabulü ve Talas Savaşı, ikinicisi Satuk Buğra Han Tezkiresi ve sonuncusu 960 yılında Oğuzların kitleler halinde müslüman olmasıdır (Kösoğlu, 2012: 63, 65). Kösoğlu meydana gelen hadiselerin Orta çağ dünyasında meydana geldiğini belirtitkten sonra; Orta çağ dünyasının dünya tarihi içinde en renkli ve en büyük oluşumlarına sahne olan dönem olarak değerlendirmektedir. Bir taraftan Hıristiyanlık; Roma’nın sert ve maddeci nizam anlayışına dayalı çok tanrılı dünyasını yıktığını öte taraftan İslamiyet, tevhit anlayışı ilan ederek, madde ve manaya kendi yerlerini veren, üstün bir adalet ve nizam anlayışını ile bu asırlarda doğar. Kösoğlu, İslamiyet’in doğuşunu; Çölde doğan aydınlık tarifsiz bir heyecan tuğyanı halinde ve tam bir tarihi mucize olarak, yarım asır içinde Ön Asya, Afrika ve Orta Asya’ya dayandığını ifade etmektedir (Kösoğlu, 2012: 62).

Kösoğlu Türkler arasında kitleler halinde İslamiyet’i kabul edenlerin; Volga ve Kazan havalisinde yaşayan İtil Bulgarları olduğunu kabul etmektedir (Kösoğlu, 2012: 64). Ancak Kösoğlu’nun doğrudan eserlerinden yararlandığı Osman Turan ve İbrahim Kafesoğlu’nun bu noktada farklı görüşler oldukları söylenebilir. Kafesoğlu; İbn Fadlan’dan (921-922) hareketle İslamiyet’i kabul eden ilk Türk-İslam Devletinin İtil Bulgar devleti olduğuna dair görüşün olduğu ancak Orta Asya’da kurulan büyük Kara-Hanlı iktidarının ilk Türk İslam Devleti sayılmasının icap ettiğini belirtmektedir (Kafesoğlu, 1985: 101, 102). Çünkü Kara-Hanlıların kendilerine iltica eden Müslüman Samai şehzadelerinin temaslarının 921 ’den önce olduğunu iddia etmektedir. Turan ise eserinde İbn Fadlan seyatinin gösterdiği 921 tarihine işaret ederek İlk Türk-Müslüman Devletinin İtil (Volga) Bulgarları olarak kabul etmektedir (Turan,1971: 12). Kösoğlu bu tartışmada kitle halinde kabul edenlerin İtil Bulgarları, devlet olarak ise Kara-Hanlıları kabul ettiği görülmektedir.

Türklerin arasında İslamın yayılmasının bir diğer noktası ise Talas ırmağı kenarında yapılan savaştır. Turan; bu şavaşı bir dönüm noktası olarak değerlendirmektedir.

94

Turan; Türklerin yalnız muharebenin gidişatı değil tarihin gidişatını da değiştirdiğini ifade etmiştir (Turan, 1971). Ancak Kösoğlu aynı betimlemeye yer vermediği görülmektedir. Kösoğlu, Talas Savaşını Türklerle Müslümanlar arasında ciddi bir yakınlaşma olarak belirtmiştir. Kösoğlu, Talas Savaşını bir başlangıç olarak yorumlamaktadır; Bu tarih ve silah arkadaşlığı, Türklerle Müslümanlar arasında ciddi bir yakınlaşma vesilesi ve İslam’ın yayılmasının yeni bir başlangıcı olur (Kösoğlu, 2012: 63).

Kösoğlu ikinci ve büyük hadise olarak değerlendirdiği Kara-Hanlı Hakanı Satuk Buğra Han’ın 920’lerde Müslüman olmasıdır. Türkler arasında Satuk Buğra Han’ın rüyası ile menkıbeleşen bu olayla Kara-Hanlılar ilk Müslüman Büyük Türk hakanlığı olma şerefi kazandığını iddia etmektedir. Kösoğlu Satuk Buğra Han Tezkiresine eserinde yer vermiştir.

Peygamber efendimiz Miraca çıktığı gece peygamber arasında tanımadığı bir kimseyi görmüş ve Cebrail’e kim olduğunu sormuştur. Cebrail ise onun peygamber değil, 333 yıl sonra Türkistan’ı dininize sokacak olan Satuk Buğra Han’ın ruhu olduğu cevabını vermiştir. Hazreti Peygamber sonsuz bir sevinç içinde yere inmiş ve Türkler arasında dinini yüceltecek ve yayacak olan Buğra Han’a dua etmiş” Satuk Buğra Han bir gece rüyasında gökten bir adamın indiğini ve kendisine Türkçe olarak “Müslüman ol, dünya ve ahireti kurtar” dediğini görür ve Müslüman olur (Kösoğlu, 2012: 65).

Söz konusu alıntı Osman Turan’ın Selçuklular ve İslamiyet adlı eserinde alındığı tespit edilmiştir. Kösoğlu, Türklerin İslamiyet’e geçiş sürecinde ki ulûhiyet kavramını derin bir şekilde incelenmesi gerektiğini belirterek; her dinin esas rüknü, bu konudaki inancı olduğunu ifade etmiştir (Kösoğlu, 2012). Türklerin daha önceden beri tek Tanrı inancına yükselmiş bulunduklarını belirterek bu bağlamda Süryani tarihçi yapmış olduğu tespite yer vermiştir; “ Türkler daima tek Tanrı’ya inanıyor ve Arapların da aynı Allah’a inanmaları onların dinine kabule sebep oluyordu”. Bu bağlamda Türklerin İslamiyet’in tevhid anlayışına koşmaları, bir akide değiştirmeden çok, inançlarında temizlenme, yükselme, derinleşme ve aydınlanma niteliği taşıdığını ifade etmiştir (Kösoğlu, 2012: 66).

Kösoğlu üçüncü büyük hadise olarak Türklerin 960’dan itibaren kitleler halinde İslama geçişini değerlendirmektedir. Turan, İbn Fadlan’ın Bağdat’an Bulgar iline giderken Oğuz Yabgularına uğradığını ve bunların henüz Şamani (Şamanizm) dininde bulunduklarını belirtmiştir. İbnül Esir’den hareketle 960 yılında İslamiyet’e geçen Türklerin bunlar olduğunu belirtmektedir. Böylece Kara-Hanlı olarak karşımıza

95

çıkacak olan Türk bölgelerine ait ilk Türk Devleti olduklarını belirtmiştir (Turan, 1971).

Kösoğlu kitleler halinde İslamiyetin kabulünü ; “yeni bir yeni bir heyecan ve iman tufanı “olarak değerlendirmektedir. Yeni dinin yeni bir isteklendirme oluşturduğunu böylece bir hayat hamlesi geliştirdiğini belirtmektedir. Dinin yeni bir hayat hamlesinin başlangıcı olarak değerlendirmek te “aynı imana sahip farklı toplulukların aynı ölçüler ile ölçülenip aynı bakış açısıdan kendi dünyalarını kavrayacaklar” şeklinde ifade etmektedir (Kösoğlu, 2012). Görüldüğü üzere Kösoğlu; İslamın kabulünü yeni bir “hayat” başlangıcı olarka kabul etmekte ve bu isteklendirme ile Orta Asya’dan Avrupa içlerine kadar bir yürüyüşün başladığını belirtmektedir.

Kösoğlu, Türklerin İslamiyeti kabulü süreci başta olmak üzere Türk tarihini farklı kaynaklardan da okuduğu gözlenmiştir. Nitekim “Türkler daima tek Tanrı’ya inanıyor ve Arapların da aynı Allah’a inanmaları onların dinine kabule sebep oluyordu” ifadesi Süryani Patriği olan dönemin olayları kayıt altına alan Mihail’in kendi adıyla anılan; Mihail Vekayinamesinden yararladığı tespit edilmiştir. Patrik Mihail’in eseri iki kısımdan oluşmakta olup ikinci kısımda yer alan beşinci fasıl “Türk kavminin, dinde Araplarla birlik hasıletmesi hakkında” bölümünde bu bahse değinmiştir (Mihail, 1944).