• Sonuç bulunamadı

4.1 Popüler Tarihçilik Bağlamında Nevzat Kösoğlu’nun Tarihe İlişkin Görüşleri

4.1.9 Kültürel Soğuma: Osmanlı’nın Duraklama ve Gerilemesi

Kösoğlu Osmanlı Kültürünün soğuma evresine girmesini belirli dönüm noktaları ile açıklamıştır. Bunları şu şekilde sınıflayabiliriz; Kadızadeliler olayı, Kanun-ı Kadimin bozulması ve bunun bir sonucu olarak ekonomik yapının doğrudan etkilenmesi, Viyana Kuşatması esnasında Kırım Hanının; Leh Kralının geçişine müsaade etmesi, Viyana başarısızlığı sonrasında Fazıl Mustafa Paşa’nın Salakamen Savaşında şehid düşmesi olarak ele alabiliriz.

Kösoğlu, tarih kavramını kültür-amel ve iman kavramları çerçevesinde ele almıştır. Bu bağlamda Osmanlı’nın duraklama ve gerileme sürecine girmesini cemiyetin motive edilmiş gücünün yani imanının zayıfladığını belirtmiştir. Kösoğlu kültürün geçirmiş olduğu evrelerin sonuncu olarak değerlendirdiği Kültürel Soğuma evresinde; gerilimin azalıp yaratıcılığın kaybolmaya başlamasıyla kültürün; karşılaştığı değişimleri ve sorunlara karşı çözüm üretemediğini belirtmiştir. Diğer bir ifade ile toplumun ruh gücünü motive etme kuvvetinin zayıfladığı, cemiyetin geriliminin düştüğü, iş, amel kabiliyetinin azaldığı bu süreç kültürel soğuma sürecidir (Kösoğlu, 2012: 72).

143

Kösoğlu bu sürecin başlangıcını popüler örnekler ile aktarmıştır; rüşvet olayının hediye olarak başlayıp büyük meblağlara ulaştığı ve giderek hediyenin rüşvete dönüştüğünde Osmanlı tarihçilerinin hem fikir olduklarını belirtmiştir. Sokullu Mehmet Paşa’nın hazinedarı, paşanın kesinlikle rüşvet almadığını söyler. Peki, bu kadar hayır imaret ve vakıf var, bunların parası nereden geldi? Diye sorulunca şöyle cevap verir; “Şimdi sâhib-i devletin aldığı irtişadan, bizim merhuma gelen hedâyâ iki, üç mertebe ziyâde idi.” Cevapı hayli meşhurdur (Kösoğlu, 2012: 97).

Kösoğlu; hediyenin mubah rüşvetin haram olduğu anlayışı, devlet hayatında pek ince bir dikkat gerektiren bir nokta olduğunu belirterek, şu tespite yer vermiştir; anlaşılan o dur ki yavaşça bu ikisinin sınırlarının ayırt edilemeyecek hale gelmiştir (Kösoğlu, 2012: 97).

Kösoğlu bunların yanı sıra Osmanlı’daki Kültürel Soğumanın sebeplerini tahlil ederken şu örneği vermesi hayli dikkat çekicidir; …Kanije kahramanı Tiryaki Hasan Paşa boşuna ağlamamıştır:

Ve giderek rütbe-i Devlet-i Aliyye mebzul olarak, umûmen beğlerbeğilere ve bâzı sancakbeğlerine vezâret verilir oldu. Vesâir merâtib ashâbı dahi bu kıyâs üzre kesret buldu. Lâkin rütbelerin evvelki gibi kadr ve îtibârı kalmadı (Kösoğlu, 2012: 93).

Buradaki Tiryaki Hasan Paşa örneği hayli ilgi çekicidir; bilindiği gibi Kanije Kalesi müdafaası ile özdeşleşen Hasan Paşa kendisine vezirlik verildiğinde ağlayarak; Devlet-i Aliyye’nin vezirliği benim gibi kocamış fertûtlara mı kaldı?”(Kösoğlu, 2012: 14). Sözleriyle yetişmiş ve tecrübeli devlet adamlarının yokluğuna hem de vezirlik makamı için böyle bir savunma yapmadığına işaret etmektedir.

Kösoğlu’nun popüler bir diğer örneği ise sosyal yapının bozulması üzerinedir. Osmanlı’nın yükseliş ve zirve döneminde sefere katılan reaya hem ganimet alabiliyor hem de cihad yapıyordu. Ancak savaşların uzun sürmesi ve istenilen başarıların alınmaması sonucunda sosyal yapıda da çöküntüyü yanında getirmiştir. Kösoğlu, evlerinde Battal Gazi ve Hazreti Ali cengleri okunan köylüler bir yandan da cihada katılmanın şeref ve gururnu paylaşırlar idi. Ancak savaşların uzaması ve ganimet gelirlerinin azalması toplumda sıkıntıların başlamasına yol açtı (Kösoğlu, 2012: 113). Genel olarak toplamak gerekir ise; kuruluş ve olgunlaşma döneminde iman edilen dünya görüşü; cemiyetin potansiyel ruh gücünü motive edip heyecan yüklemesi neticesinde; tepeden tırnağa bir inanmış getirmiştir. Ancak soğumanın başlamasıyla

144

beraber durum değişmeye başlamıştır. Öncelikle rüşvet ve adam kayırma ile başlayan sıkıntılar toplumda çöküntüye neden olmuştur. Bu durumun temelinde Kültürün karşılaştığı mes’eleleri çözüp üslubuna katmadaki yavaşlaması ve yaratıcılığını kaybetmesi olarak açıklayabiliriz. Diğer bir ifade ile İbn Haldun’un Tavırlar Nazariyesinin beşinci kısımda temas ettiği “hastalık” devletin kurumlarına sirayet etmeye başlamıştır.

4.1.9.1 Kadızadeliler olayı

Kösoğlu, Osmanlı’nın gerileme döneminde tahlil ettiği bir diğer nokta ise Kadızadeliler olayıdır. Bilindiği gibi Sultan IV. Murad kahvehane ve tütün yasağını getirmiştir. Kadızade’liler vermiş oldukları fetva ile bu fermana destek olmuşlar ve sufiiler ile tartışmaya girmişlerdir. Kadızade Mehmed Efendi 1631 yılında Ayasofya Camii vaizi olur (Kösoğlu, 2012: 86). Balıkesir Medresesi müderrislerinden Birgivi Mehmed Efendi’nin Tarikat-ı Muhammediye isimki kitabını esas alarak bütün kötülüklerin şeriata aykırı davranış ve bid’atlerden doğduğunu ve Asr-ı Saadet haline dönülmek gerektiğini ifade etmiştir. Kadızade Mehmed Efendi ise aynı düşünceleri esas alır ancak kendisinden sonrakiler bu düşünceleri benimsemediği aksine hareketler ettiği belirtilmiştir (Kösoğlu, 2012: 87).

Kösoğlu buradan hareketle şu tespiti yapmaktadır; Kadızade yenilenme ihtiyacı duyan bir medreselidir; ama bunun yolunu muhtevasını, özellikle kendisinden sonra gelenlerin devam ettiremediğini belirtir (Kösoğlu, 2012: 87). Kösoğlu’na göre gerilim yaratarak toplumun imanını tekrardan canlandıracak olan bu hareket Kadızade Mehmed’in ölümü sonrasında devam etmemiştir. Uzunçarşılı, Kadızadelilerin sarayda ki hamilerinden destek alarak fiili teşebüselerde bulunduklarını, devlet işlerine bulaştıklarına, azil ve tayinlere karar verecek aşamaya geldiklerini belirtmiştir (Uzunçarşılı, 1989: 362, 362). Kösoğlu; Uzunçarşılı’nın düşüncelerine benzer şekilde Kadızadelilerin saraydan aldıkları destek ile başta tütün yasağı olmak üzere, Peygamber efendimiz sonrası salavat getirme, nat’ı şerif okuma, türbeleri ziyaret etme gibi gelenekleri haram ilan ederek bunları yapanlara karşı fiili bir mücadeleye giriştiklerini belirtmektedir. Hatta meşhur Çınar Vakası sonrasında dahi varlıklarını devam ettirdiklerini belirtmiştir (Kösoğlu, 2012: 89).

Ancak Köprülü Mehmed Paşa’nın Sadrızam olduğu ilk günlerde; Fatih Camii’inde Cuma namazı esnasında müezzinlerin name ve makam ile nat’ı şerif okumalarına

145

engel olunması üzerine engel olmak istemişlerdir. Kösoğlu bundan sonra yaşanan hadiseleri Naima Tarihinden (Naima, 2007) alıntı yaparak şu şekilde aktarmaktadır; “…ol gece bu gulgule şer-i İstanbul’a münteşir olup, softalar soplar ve kürdeler ile silah kuşanıp din davasına gidelim şeklinde gürü grûh Sultan Mehmed (Fatih) Camii’ne toplanma başladılar. ”

Köprülü Mehmed Paşa fitne çıkaranlar hakkında fetva ve ferman alarak Fatih Camii’indeki toplantıyı basar elebaşlarını sürgüne gönderir (Kösoğlu, 2012: 90). Görüldüğü üzere Kösoğlu Osmanlı’nın durakmalası hakkında tek boyuttan bakmamıştır. Toplumun iç dinamiklerini nelerin harekete geçirdiğini dikkatle incelemiş kendi tespitlerine yer vermiştir. Nitekim soğumanın başlangıcı olarak ele aldığımız bu olaylar medreselerin özelliklerini kaybetmesine neden olacaktır.

4.1.9.2 Kanun-i Kadim’in Bozulması

Kösoğlu Osmanlı kültürünün soğumasına ve dolayısıyla duraklama ve gerileme olarak adlandırılan dönemlerin başlamasında etkili olan diğer bir amilin ise Kanun-ı Kadime aykırılık oluşturan eylemlerin başlaması olarak görmektedir. Osmanlı’nın duraklama ve gerilemesini nedenleri incelendiğinde ilk başta insan unsurununda ki bozulmanın merkezde yer aldığını belirtmektedir.

Kösoğlu bu durumu şahsiyet aşınması olarak tabir etmektedir. Şahsiyet aşınması o noktadaya gelecektir ki çeşitli divanlara ve savaş meclislerine katılanlar, birbirlerinin korkusundan düşündüklerini söyleyemez duruma geldiklerini belirtmektedir. (Kösoğlu, 2012: 94). Kösoğlu, saray halkının devlet yönetimine müdahale ettiğini bu müdahalelerin her seferinde hukuka bağlılık fikrinde gedikler açtığını, divana Sultan’ın bizzat katılmaması ve Vezirlerin devleti yönetir iken adam kayırmacılığı yaptığını, beytülmala sahip çıkılmadığını belirtmektedir. Kanun-i Kadim geçmişten beri gelen toplum hayatını her alanında kurallarını belirleyen kanunlar bütünü olarak tanımlayabiliriz. Mehmet Genç’in çalışmasında 16 ve 18. yüzyıllar boyunca kullanılan deyim hep aynı formülde olmak üzere “kadimden olagelene aykırı iş yapılmaması” şeklindedir. “Kadim olan nedir?” sorusuna bir kanunnamede “Kadîm odur ki, onun öncesini kimse hatırlamaz” olarak cevaplanmıştır (Genç, 2000: 51). Genç bu ifadenin gelenekçiliğin Osmanlı’da ne ölçü ve nitelikte etkili olduğunu gösterir nitelikte olduğunu belirtmektedir. İnalcık ceza kanunnamelerinde “Kanun-i Kadim Osmani’ye

146

müracaat olunması” olarak kayıd edilip geçildiğini belirtmektedir (İnalcık, 2018: 328). Ancak özellikle on yedinci yüzyıldan itibaren söz konusu ortaya çıktığını belirtmektedir (Kösoğlu, 2012: 96, 97). Kösoğlu bu dönemi Kitab-ı Müstetab (1988) adlı eserden aldığı beyitle özetlemektedir;

Verdi dîvân ehli rüşvetle cihana ihtilâl, Padişâhım oldu vallah memleketin pâyimal…

Kösoğlu, soğumanın başlamasıyla beraber Osmanlı aydınlarının duraklamayı durdurmak için Kanun-i Kadime dönüş çağrıları yaptığını ve bu çağrılar gelenekçi bir ruhtan çok hukuka bağlılık şuuruna dayandığını belirtmektedir (Kösoğlu, 2012: 138). Bu şuurun tekrardan oluşması içinde İnsan unsurunun zaafa uğradığını belirtmektedir. Kösoğlu’nun insan zaafı olarak değindiği iddiası ise insanları şer’-i şerife göre eğitmek olarak belirtmektedir. Ancak şer’-i şerife göre insan yetiştirecek medreseler bozulmaya yüz tutmuştur ve dönemin lahiyalarında görülmektedir. Koçi bey şu ifadeler ile dönemi özetlemektedir:

Kadılık yolunda vâsıta bilgidir. Yaş ve sene, soy ve sop değildir. Şimdi adâletle iş gördükleri vakir, makamı eskilere verirler. Hâlbuki eskilik, Allah yanında kadılığa sebep değildir. Şeriat seccâdesi bigin ve âdil olanlara gerektir. Medreseler dahi ilmi incelikle çıkarmağa kâdir olanlara gerektir. Bir câhilin, sırf eskidir diye bir bilginin önüne geçmesi haksızlıktır (1993: 39).

Kösoğlu, Osmanlı’da her nesilin bir öncekine nazaran ahlakın zayıfladığını söylegeldiğini ama klişeleşen bu tekrarlar, imanı tazeleyip heyecanı artıracak bir eğitim hareketinin başlangıcı olmadığını, aceleci çözümler üretilmeye çalışıldığını ama başarılı olamadıklarını belirtmektedir (Kösoğlu, 2012: 139).

Kanun-i Kadim’deki bozulmalar toplumun ekonomik yapısının bozulmasında etkisini göstermiştir. Bilindiği üzere Osmanlı’nın, Selçuklu’dan aldıığı ve toplumun ekonomik yapısının temelini oluşturan tımar ve dirlik sistemlerinin bozulmasına paralelel olarak toplumda da çöküntüler meydana gelmiştir. Esasında görünüş itibariyle Kanun-i Kadim ile ekonomi arasında bir bağlantı yokmuş gibi düşünülebilir Ancak Kanun-i Kadim Osmanlı toplumunun bütün hukuk kuralları olarak düşündüğümüzde durum değişik bir hal almaktadır.

Osmanlı ekonomisi üzerine çalışmaları ile bilinen Genç; Osmanlı ekonomisinde gelenekçi bir yapı olduğunu belirtmektedir. Genç, Osmanlı’nın sosyo-ekonomik yapısının temelinde; iyice denenmiş, kanıtlanmış olan kurumları ilişkileri korumak ve sürdürmek olduğunu belirtmektedir. Eğer bir değişme olur ise tıpkı hastalık gibi, tekrar

147

eskiye dönmekten başka düşünülecek herhangi bir yön olmadığını belirtmektedir (Genç,2000: 69). Bu tutumun; sosyo-ekonomik alandaki karar ve icraatın her safhasında kâğıdın filigranı gibi görmenin mümkün olduğu, kadim yani eski olana bağlı kalındığını ve yaşamın her alanın benzer uygulamalar olduğunun altını çizmektedir (Genç, 2000: 70).

Kösoğlu; Kanun-i Kadim ile Osmanlı ekonomisi arasında ki bağı insan unsurunun bozulmasına dolayısıyla eğitime bağlamıştır. Koçi beyin yazdığı lahiyada hareketle durum özetler şekildedir;

Onlar da pek çok işlere karışmağa başlayıp, kan bahasına nice yüz yıl evvel fetolunmuş köyleri, tarlaları birer yolunu bulup, kimini paşmaklıl ve kimini arpalık, kimini mülk olarak verdirib, kendileri tamamen doyduktan sonra her biri adamlarına nice tımar ve zeamet verdirip, kılış erbabının dirliklerini kestiler (1993).

İnalcık, Tanzimat Nedir? adlı makalesinde Koçi beyden hareketle Osmanlı’nın temelinin tımar sistemi oluşturduğunu bozulmanın başlamasıyla sosyo-ekonomik yapınında bozulmaya başladığını belirtmektedir. İnalcık, devlete ait toprakların, malikâne-çiftlik halinde fiilen mahut bir ağalar ve çorbacılar zümresinin eline geçtiğini bundan dolayı milyonlarca köylü feodal bir rejimde olduğu kadar müşkül maddi şartlar içine düştüğünü ve İmparatorlğun tarihinde en esasi hadisenin bu olduğunun altını çizmektedir (İnalcık,2006: 28, 29).

Tımar ve dirliklerin; Kanun-i Kadimden beri liyakat sahibi kişilere verilerek, toplumda düzen hakeden kişilere verilmiş hakeden kişilere verilmemesi neticesinde toplumda sosyo-ekonomik bir çöküntü olmuştur. Osmanlı’nın devlet sistemini zincirin halkaları gibi düşünebiliriz. Eğer halkalardan birinde bir kopma olursa diğerlerini doğrudan etkilemiş, çöküntüye giden sürecin başlamasına neden olmuştur.

4.1.9.3 Viyana başarısızlığı ve salakamen savaşı

Bilindiği üzere Osmanlı; Kanuni Sultan Süleyman döneminde zirveye çıkmış ve sonrasında genişlemesi yavaşlamıştır. II. Viyana’da ki başarısızlık gidişatı tersine döndürmüş ve yapılan ıslahat hareketleri sadece birer pansuman niteliğinde kalmıştır. Kösoğlu özellikle Viyana başarısızlığı sonrasında yaşanan hadiseleri ele alışı tarihe bakışının ipuçları niteliğindedir. Viyana kuşatmasında yaşanan hadiseler dönüm noktasıdır. Kırım Han’ı Murad Giray’ın Leh Kralının Tuna’yı geçmesine müsaade etmesini ve Viyana sonrasında meydana gelen Salankamen Muhaberesinde Fazıl

148

Mustafa Paşa’nın savaş esnasında şehit olmasını Osmanlı’nın dönüm noktasıdır diyebiliriz.

Osmanlı gücünün zirvesine geri dönmek için Köprülü döneminde yapılan ıslahatlar sayesinde eski gücünü toplar hale gelmiştir. Ancak Köprülü Mehmed’en sonra gelen Merzifonlu Kara Mustafa Paşa ivmenin tersine dönemesine neden olmuştur. Özellikle Viyana kuşatmasına istişare yapmadan karar vermesi, kuşatma esnasında etrafındaki beyleri tavırlarıyla küstürmesi ve son bir hücum ile Viyana düşecek iken kararını geciktirmesi başlıca hatalarından sayılabilir.

Kuşatma devam ederken; Leh Kralı büyük bir yardım ile Tuna Nehri üzerinden Osmanlı ordusune saldırır ve bozgu na neden olur (Kösoğlu, 2012: 40). Leh Kralının Tuna’yı geçmek üzere olduğu haberi Kırım Hanı’na geldiğinde saldırmaz ve yanın dakilere şöyle söylediği rivayet edilir;

Sen bu Osmanlı’nın bize etdüğü cevri bilmezsin. Bu düşmanın def’i yanımda lâşey idi ve bilürem ki dinimize de ihanettir. Lâkin gayret beni komadı. Anlar da görsünler kendülerin kaç akçe âdem imiş; Tatar kadrin bilsinler (Kösoğlu, 2012: 41).

Diğer bir dönüm noktası;

20 Ağustos 1691’dir; Nemçe cebhesi Salankamen’de döüğüşülmektedir. Serdar-ı Ekrem, silahdar ve gediklileri ile ön saflarda vuruşmaktadır; alnından aldığı bir kurşunla şehid olur. Ve onun şehadetiyle bir zafer yenilgiye dönüşür (Kösoğlu, 2012: 50).

Askeri başarısızlıklar bağlamında ele alabileceğimiz bu olaya Kösoğlu başka bir pencereden bakmatadır. Kösoğlu eserinin başka bir bölümünde şu değerlendirmeleri yapmaktadır; Kırım Hanı şeytanın iğvasına kapılmıştır. Benim için hiçbir şey dediği Leh ordusunu köprüden geçirmeseydi, Beç Kızılelması Türk’ün olacaktı. Yahud Salankamen’de tarihin o anında rüzgârda hafif bir değişme olsaydı, Fazıl Mustafa Paşa şehid eden kurşun sapacak ve Beç Kızılelmesının kapıları yeniden Türk’e açılmış olabilecekti. O zaman tarihin akışı çok büyük değişmelere uğrayacaktı (Kösoğlu, 2012: 149).

Kösoğlu’na göre; eğer tarihin bir anlık iğva veya rüzgârın bu kadar hafif bir değişmesi ile değişebiliyor ise bunu hangi anlamda olursa olsun, insan iradesine pay tanımayan maddi bir muayyeniyetin çemberine geçirmek mümkün ve makul olamaz. Bunun yanı sıra tarihin görüntülerini sebebler olarak düşündüğümüz sürece bu düzenlemelerdeki ölçüleri muayyeniyetleri kavrayamacağımızı belirtmiştir (Kösoğlu, 2012: 149). Genel bağlamda görüldüğü üzere Kösoğlu; Osmanlı kültürünün soğumaya başladığını dolayısıyla karşılaştığı sorunlar karşısında çözümler üretemediğini belirtmektedir. Bu

149

dönemde öncelikle ulema taifesi yönetime karışmaya başlamış, rüşvetin hediye olarak kabul görmesi sonucunda liyakatsiz kişilerin devlet yönetimine gelmeye başlamıştır. Askeri disiplinsizlik baş göstermiş hatta Sultan II. Osman’ın şehit edilmesine kadar ileri gitmiştir.

Bütünün parçaları olarak ele aldığımız bu gidişat, İbn Haldun’un Tavırlar Nazariyesinin beşinci tavrına işaret etmektedir. Beşinci tavır “israf ve tebzir” olarak tanımlanır; Devlet sahibi zevkleri ve hazları yolunda eş dost, meclisinde bulunan, sohbetinde bulunan düşük karakterli arkadaşlar ve çevresinde toplanan dalkavuklar için servetini telef eder. Devlet müzmin bir hastalığa yakalanır ve nihayet ölür (Haldun, 1982: 9).

Kösoğlu; hukuk üstünlüğü şuurunun aşınarak, eğitim sisteminin –ulemanın- zayıflaması doğrudan insan unsuruna etki etttiğini; “Kitaba yani Kur’an’a ve Kanun-i KadKanun-ime Sadakat” yerKanun-ine “KKanun-itapına uydurma” yaptıklarını belKanun-irtmektedKanun-ir.