• Sonuç bulunamadı

Türkiye’nin Rabat Zirvesi’ne Katılışı ve Konferanstaki Polemikler

Türkiye, 1960’lı yıllarda Batı merkezli dış politikasını terk etmeye ve çok yönlü bir dış politika izlemeye başlamıştır. Bununla birlikte, 1960’lı yıllar boyunca izlenen dış politika, ihtiyatlı bir şekilde yürütülmüş ve Batı ittifakının zarar görmesi istenmemiştir. Kıbrıs sorununda bir çözüme ulaşılamaması ve Batı ittifakının Türkiye’yi giderek yalnız bırakması Türk dış politikasında çok yönlülük amacıyla daha kararlı adımları beraberinde getirmiştir. Bu gelişme kamuoyunda da gözlenmektedir. 1960’lı yılların ikinci yarısında ve 1970’li yıllarda, Kıbrıs sorunu nedeniyle Türk kamuoyunun, dış politikaya ilgisi artmıştır. İlgi artışının yanı sıra, Amerikan karşıtlığı da gözlenmiştir. Hem sağ hem de sol kesimlerde Türk dış politikasındaki Batı merkezlilik kamuoyunda ciddi biçimde sorgulanmıştır. Böylece, 1970’li yıllarda Türk hükûmetleri dış politikada farklı açılımları daha kararlı biçimde hayata geçirebilmiştir. Sol kesimler üçüncü dünyacı bir politikayı savunmakla birlikte, İslam dünyasıyla ilişkilerin geliştirilmesine sıcak bakmışlardır. Sağ kesimlerse daha çok kültürel ve dinî yakınlık nedeniyle bu süreci desteklemişlerdir. Bu sayede, İİT’nin ortaya çıktığı tarihlerde Türkiye, bu yapılanmayla ilişkilerini tesis etme imkânı bulmuştur. Ancak bu konuda pek çok sorun da yaşanmıştır.

Suudi Arabistan Kralı Faysal, 1966 yılında yedi gün için Ankara’ya gelmiştir. Cevdet Sunay ve Süleyman Demirel tarafından karşılanan Faysal, Türkiye ile olan ilişkilerine değinmiş, Kıbrıs sorununda Türklerin acılarını paylaştıklarını buna mukabil Filistin halkının acılarına da aynı önemin verilmesinden yana olduğunu belirtmiştir.146 Ayrıca Faysal, Türkiye’yi İslam Konferansına davet ederken bu konferansın

146 Milliyet, 31.08.1966, s. 1.

94

mahiyetinin bir pakt olmadığı sadece İslam ülkelerinin sorunlarına çözüm arandığı bir platform olduğunu belirtmiştir.147

Ülke içinde CHP’nin Zonguldak Milletvekili Bülent Ecevit, İslam Konferansı’nı Batılıların milliyetçiliği pasivize ederek ümmetçilik fikriyle bu ülkeleri daha kolay sömürmeyi sağlayan bir tertip olarak nitelendirmiştir.148

Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi Genel Başkanı Alpaslan Türkeş ise Faysal’ın bu atılımını yayınladığı bir bildiriyle olumlu karşılamıştır.149

Faysal’ın Türkiye’yi İslam Konferansı’na davet etmesi Türk basınında büyük bir yankı uyandırmıştır. Bazı çevreler bu oluşuma, laik bir devlet olan Türkiye’nin mesafeli yaklaşması ve çok dikkatli olması gerektiğini ifade etmişlerdir. Diğer kanattaki insanlar ise bu oluşuma katılmayı yıllardır ihmal edilmiş Müslüman dünyasıyla irtibata geçmek için tarihi bir fırsat olarak görmüşlerdir.

Tartışmaları daha iyi anlayabilmek açısından Türkiye’nin Kudüs’teki Mescid-i Aksa’nın kundaklanmasındaki tavırlarına bakmakta yarar vardır. Başbakan Demirel yaptığı açıklamada, “Mescid-i Aksa felaketi karşısında Müslüman ülkelerin yanında yer almaktayız”150 demiştir. Fakat Türkiye o dönemde İsrail’i doğrudan hedef alan açıklamalarda bulunmamıştır. Özellikle Arap devletlerinin yaptığı gibi sert açıklamalarda bulunmamıştır. Türkiye İslam ülkeleriyle olan ilişkilerini düzeltmeye çalışsa da İsrail’e karşı hep ılımlı yaklaşmıştır.

12 Eylül 1969 gününde Fas Kralı II. Hasan, Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay’a mektup yazarak Türkiye’yi Rabat’ta düzenlenecek İslam Konferansı’na davet etmiştir. Fakat kısa bir süre sonra Cevdet Sunay’ın katılmayacağı öğrenilmiştir.151 Bu dönemde basın laik bir Türkiye’nin böyle bir organizasyonda bulunmaması yönünde haberler yapmaya başlamıştır. Kısa süre sonra zirveye Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in katılacağı açıklanmıştır.

Süleyman Demirel’in bu konferansa devlet başkanı olarak değil de dışişleri bakanı nezdinde katılım sağlanması gerektiği konusundaki tavrı daha sonra akılcı bir

147 Cumhuriyet, 04.09.1966, s. 1 148 Cumhuriyet, 05.09.1966, s. 7. 149 Milliyet, 01.09.1966, s. 1 ve 7. 150 Tercüman, 23.08.1969, s. 1 ve 7. 151 Cumhuriyet, 16.09.1969. 95

politika olarak yorumlanmıştır. Kıbrıs sorununda yalnızlık çeken Türkiye kendi sesini duyurabilmek için konferansa katılırken aynı zamanda devlet başkanı sıfatıyla katılmayarak Arap-İsrail çatışmasında doğrudan tarafını belli etmemiş ve her iki tarafı da memnun edecek bir manevra gerçekleştirmiştir. Türkiye 1960’larda Arapların haklarını desteklese de Batı ile ilişkilerin kopmasına sebep olacak hareketlerden kaçınmıştır.

Bu konferansa katılma kararı Türk Silahlı Kuvvetlerinden de bazı komutanların tepkisini çekmiştir. Emekli Genelkurmay Başkanı Cemal Tural bu konuyla ilgili şu ifadeleri kullanmıştır: “İslam Konferansı’na katılmak Anayasaya aykırıdır. Bu bir siyasi

konferanstır. Biz de siyasi olduğu için katılıyoruz, diye buyuruyorlar… Halbuki, İslam Konferansı’nın dışında nice önemli siyasi konferanslar var ki iştirak etmiyoruz… Bilmem Müslüman halkın oyları olmasaydı, bu konferansa katılırlar mıydı? Herkesin nüfusunda Müslümanlık kayıtlıdır… Müslüman olmak mutlaka herhangi bir İslam Konferansı’na katılıp veya katılmamakla ölçülemez. Bu Tanrı ile kul arasında kopmayan manevi bir irtibattır. O’na siyasi damga asla vurulmamalıdır… Anayasanın açık hükümleri karşısında davranışlarımız, ona riayetkâr olmayı icap ettirir… Hem buna aykırı hareket etmek hem de bu hareketi Müslümanlık icabı gibi göstermek bir mantık içinde birleştirilemez. Din insanları kandırma vasıtası değildir… Bu gibi dinî mesnet almış konferanslara katılmak tarafsız dediğimiz dış siyasete de aykırıdır.”152

Demirel liderliğindeki AP ile İnönü’nün CHP’si arasında da bu konuyla ilgili tartışmalar çıkmıştır. İnönü, Türkiye’nin bu konferansa katılmasının hem laiklik ilkesiyle bağdaşmadığını hem de Türkiye’nin Ortadoğu’daki tarafsızlık politikasının bozulacağını iddia ederek eleştirmiştir. Öte yandan muhafazakâr Kemalist Turhan Feyzioğlu Türkiye’nin bu konferansa katılmasını olumlu karşılamıştır. Türkiye İşçi Partisi ise olumsuz karşılamıştır.

Türkiye’nin konferansa katılacağını açıklamasının ardından Mısır büyük bir tepki göstermiştir. Konferansa neden katıldığı anlaşılamayan üç ülkeden birisi olarak nitelendirmiştir. Diğerleri Hindistan ve İran’dır. Türkiye bu toplantıda Arapların İsrail’e karşı cihat çağrısı yapmasından endişelenmiştir. Türk heyeti böyle bir durumda bu

152 Milliyet, 18.09.1969, s. 1 ve 11.

96

karara imza koymayacağını belirtmiştir. Türkiye bu zirveye sadece Kudüs olaylarından dolayı duydukları üzüntüyü dile getirmek için katıldıklarını belirtmiştir.153

Bu durumda Türkiye, zirvenin içeriğini genişletmek isteyen diğer Arap ülkeleriyle çatışmak durumunda kalmıştır. Çünkü Türkiye zirvede İsrail’in ağır biçimde suçlanmasına karşı olduğunu ifade etmiştir.154

Türkiye Filistin sorununun barışçıl yollardan uluslararası hukuka uygun şekilde çözülmesini savunuyordu. Ayrıca FKÖ’ye yardım edilmesi fikrine de karşı çıkmıştır. Bu durum diğer Müslüman ülkelerin tepkisine sebep olmuştur.

Türkiye konferansın başından sonuna kadar geleneksel Batı yönlü dış politika anlayışından vazgeçmediğini kanıtlamak için çaba göstermiştir. Zaten konferansta da laiklik ilkesine ters bir durum söz konusu olmamıştır. Zirvede diğer önemli çatışmalardan biri de Pakistan ve Hindistan temsilcileri arasındaki çatışmada Türkiye’nin müttefiki Pakistan tarafında yer almasıdır.

Pek çok analiste göre Türkiye, bu konferanstan en az zararla çıkan ülkelerin başında geliyordu. Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakâr yazarlar 1960’ların dış politika anlayışını onurlu bir dönem olarak nitelendirmiş, zirveye katılmayı laiklik dışı diye nitelendirenleri ise “kör, cahil ve saplantılı” olarak tarif etmişlerdir. İktidarın bu zirveye katılımını bu kişiler, II. Abdülhamit Dönemi uygulanan politikayla eş değerde görmüştür.