• Sonuç bulunamadı

Türkiye’de Medyanın Yapısal Dönüşümü

5. Türkiye’de Radikal/Muhalif Medya

5.2 Türkiye’de Medyanın Yapısal Dönüşümü

Türkiye’de medyanın yapısal dönüşüm sürecini dört ana dönem üzerinden betimlemek mümkündür: 1923’ten 1950’ye kadar süren tek partili rejim dönemi;

1950-1980 arasındaki çok partili rejim ve ardından askeri rejim dönemi; 1980’lerde ve 1990’larda yaşanan liberalleşme süreci; 2000’lerin başından günümüze uluslararası sermayenin ve küreselleşmenin etkisinde geçen dönem.

Hem Osmanlı İmparatorluğu’nda hem de Türkiye Cumhuriyeti’nde, medya toplumun Batı değerleriyle ve kurumlarıyla tanıştırılmasında önemli bir rol oynamıştır.

Cumhuriyetin kurulduğu 1923’ten çok partili sisteme geçişin yaşandığı 1950 yılına kadar, tek parti rejiminin modernleştirme amaçlı reformlarının yaygınlaştırılmasına yardımcı olan gazeteciler, Türkiye’de devlet eliyle yürütülen modernleşme hareketlerinin hem öznesi hem de nesnesi olmuşlardır (Demirel ve Heper, 1996: 113).

Kuruluş yıllarında devlet yönetimi, yıkılmakta olan imparatorluktan ulus devlete geçiş sürecinde kitlelere ulaşmak için dönemin tek yaygın iletişim ortamı olan yazılı basına büyük önem vermiştir. Cumhuriyetin tabana yayılarak uygulanan bir proje olması nedeniyle, devletin başındaki kurucu elitler cumhuriyetçi değerlerin halka anlatılmasına ve benimsetilmesine çok önem vermişler, bunun için bir yandan yabancı basınla ve İstanbul’da kalan yerli basınla ilişkilerini iyi tutarken, bir yandan da kendi medya kuruluşlarını yaratmışlardır. Bizzat Mustafa Kemal Atatürk tarafından Ankara’da 10 Ocak 1920’de kurdurulan Hâkimiyet-i Milliye gazetesi

178

bunun ilk somut örneğidir. 6 Nisan 1920’de kurulan Anadolu Ajansı’nın da hedefi aynıdır; Anadolu Ajansı’nın kurulmasındaki temel amaç, Türk Kurtuluş Savaşı hakkındaki haberleri Ankara hükümetinin gözünden ulusal ve uluslararası kamuoyuna duyurmaktır.

Bir tür kamu medyası sayılabilecek bu girişimler dışında, o dönemde Anadolu’da yerel gazeteler haricinde özel sermayeli basının çok yaygın olduğundan bahsetmek güçtür. 1928’de gerçekleştirilen ve toplumun geçmişle olan ilişkisinde köklü bir dönüşüm yaratan “Harf Devrimi”, zaten okuma yazma oranının çok düşük olduğu bir toplumda Türkiye’de özel sermayeli basının yaygınlaşmasını güçleştirmiştir. Çünkü yeni kabul edilen Latin alfabesi o dönemdeki gazetelerin basım teknolojisini tamamen değiştirmelerini gerektirmiştir.

1927’de, dünyada ilk radyo yayınının başlamasından sadece iki yıl sonra, iki kamu kuruluşu, Anadolu Ajansı ve Türkiye İş Bankası, ortaklaşa Türk Telsiz Telefon A.Ş. (TTAŞ) adlı yayın şirketini kurmuş ve Ankara ile İstanbul’dan radyo yayınına başlanmıştır. TTAŞ’ın kurulmasıyla, “radyo yayıncılığı doğrudan devlet eliyle yürütülmese de ilk günden başlayarak devlet çarkının bir parçası haline gelmiştir”

(Sümer, 2010: 106). Aynı yıl çıkarılan bir kararnameyle, radyo yayınları devlet eliyle yapılmaya başlanmış ve şirketin vericileri Posta, Telefon ve Telgraf Genel Müdürlüğü’ne (PTT) devredilmiştir; bu devir, radyo yayıncılığında 1964’e kadar sürecek olan devlet tekelinin başlangıcını oluşturmaktadır. Tek partili yıllar boyunca, yazılı basınla birlikte radyo da ideolojik bir aygıt olarak resmi ideolojinin tesisi ve içselleştirilmesi yolunda yoğun olarak kullanılmıştır.

Çok partili sisteme geçişin ardından iktidara gelen DP, özgürlükçü vaatleri arasında basın özgürlüğüne öncelik vermiştir. 15 Temmuz 1950’de, liberal bir basın

179

kanunu kabul edilmiş, hemen ardından gazetecilere sosyal haklar tanıyan bir başka yasa yürürlüğe girmiştir. Ne var ki, DP, başlangıçtaki özgürlükçü politikasını birkaç yıl içinde bir kenara bırakmış, medya ve üniversiteler üzerindeki devlet kontrolünü artırmaya yönelik olarak tasarlanan yeni yasal düzenlemeler yapmış ve hükümeti eleştiren gazeteler sansüre tabi tutulmuştur. Radyo ise oldukça partizan bir şekilde kullanılmıştır.

DP’yi iktidardan uzaklaştıran 1960 askeri müdahalesinin ardından Türkiye’de medya alanındaki en önemli gelişme 1964’te Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’nun (TRT) kurulmasıdır. TRT resmi ideolojinin taşıyıcısı olma özelliğine kuruluşundan beri sahip olmakla birlikte, o dönemde toplumu kültürel ve siyasal kavramlarla tanıştırması bakımından eğitici bir rol de üstlenebilmiştir.

Türkiye’nin 1970’teki ikinci askeri müdahalesini özellikle 1970’lerin son yıllarına damgasını vuran büyük bir siyasi istikrarsızlık ve toplumsal krizler izlemiştir.

1974-1980 yılları arasında TRT, CHP ile Milli Cephe hükümetleri arasındaki siyasi mücadele içinde bir savaş meydanı haline gelmiştir. Öte yandan, Türkiye’de gerçekleşen her darbe ve sonrasında kurulan askeri rejimler, öncelikle dönemlerinin medya müesseselerini ele geçirmeye çalışmışlardır;

örneğin 1960 ve 1970 darbeleri radyodan duyurulurken, 12 Eylül 1980 darbesi televizyon aracılığıyla halka duyurulan ilk darbedir (Elmas ve Kurban, 2011:

22).

Özellikle 1980 askeri müdahalesi sonrası başlayan tolumun apolitikleştirilmesi sürecinde medya, özelikle de televizyon önemli bir ideolojik araç olarak yoğun şekilde kullanılmıştır.

1980’ler ABD’de Ronald Reagan yönetiminde ve İngiltere’de Margaret Thatcher hükümetlerinde görülen ve etkisi tüm dünyaya yayılan “yeni sağ”ın siyasal projesinin bir parçası olmuştur. Bu proje, kitle iletişim alanının regülasyonunu bir kültür politikası konusu olarak değil, ticari potansiyeli olan bir alan olarak görmüş ve

180

1980’ler Batı Avrupa’da yayıncılıkta kamu tekellerinin kırıldığı ve özelleşme sürecinin başladığı yıllar olmuştur (Kejanlıoğlu, 2004: 82). 1980’lerde Türkiye’de Turgut Özal ile başlayan liberalleşme ve küresel sermayeyle bütünleşme süreci de Türkiye’de medyanın yapısal dönüşümü üzerinde önemli etkiler yaratmıştır. Özal ve ANAP’ın liberal ekonomi politikalarının teşvik ettiği özel girişimcilik, şirketlerin pazar hâkimiyeti için yoğun bir rekabete giriştiği medya sektöründe de kendisini göstermiştir. Aslında Türkiye’de 1980’li yıllara kadar şirketlerin basının ayrı kollarında faaliyet gösterdiğinden söz edilebilir.

Yayıncılıktaki TRT tekeli bu alanda yatırım yapmak isteyen birilerinin çıkmasını zaten engellemiştir. Basın da, genellikle önceki “muharrir aile büyüklerince kurulan gazetelerin aile şirketleri şeklinde sürdürülmesinden ibarettir: Hürriyet Simaviler’in, Milliyet Karacanlar’ın, Cumhuriyet Nadiler’in, Tercüman da Ilıcaklar’ındır. Bu dört aile zaten, Bâb-ı Ali’ye egemen durumdadır. Gazetelerin etrafında örgütlenmiş birer dergi grubu da bulunmaktadır (Tuncel, 1993: 34).

1980’lere gelindiğinde artık Özal hükümeti iktidardadır ve aile tipi patronlar yeni düzene ayak uyduramamaktadır. Agresif, işbitirici gazete patronları, serbest pazarı destekleyecek köşe yazarları, gazeteciliği ticaret olarak görecek genel yayın yönetmenleri Özal için daha geçerlidir. Bu nedenle hangi tercihe yakın durursa dursun gerek medya, gerekse de gazeteciler, 1990’lı yıllara gelindiğinde tekelleşme ve kapitalistleşme süreci içinde özgürlüklerini ve haber üretim süreçleri üzerindeki kontrollerini görece yitirmeye başlamışlardır.

1990’da Türkiye’de ilk özel televizyon kanalı da açılmış ve uydu üzerinden yayın yapmaya başlayan ve daha sonra Star 1 adını alacak olan Magic Box yayına başlamıştır. Ülkedeki yayın tekelini TRT’ye veren 1982 Anayasası’nın 133. maddesi hala yürürlükteyken özel bir televizyonun yayına başlaması, Türkiye’deki iletişim alanının geleceğini etkileyen önemli bir dönüm noktası olmuştur. Anayasa’nın 133.

maddesi 1993’te değiştirilmiş ve böylece televizyon yayınları üzerindeki devlet

181

tekeli kaldırılmıştır. 1994’te, özel yayıncılığın yasal çerçevesini içeren Radyo ve Televizyon Kanunu kabul edilmiştir. 1990’larda özel kanalların sayısının artması ve 1992’de ilk özel radyonun açılması Türk medyasına çeşitlilik getirmiştir. Ne var ki;

İlk özel televizyon olarak Magic Box’un yasadışı yayınlarına Turgut Özal’ın siyasi destek vermesi ve yasaların “çağ atlama” kılıfıyla delinmesi, herhangi bir yasal düzenleme yapılmadan derme çatma bir yayıncılık anlayışının yerleşmesini sağlamıştır. Özal ailesinin Magic Box’la olan ortaklık ilişkisi, bu politik tutumun nedenlerini açıklamak için yeterli değildir. Daha derinlerdeki neden, yeni sağ anlayışın, Türkiye’de eski egemen ideolojinin yerine yenisini geçirme isteği ve TRT tekelinin yasal konumu ve alışkanlıkları nedeniyle bu yeni egemen ideolojiyi yaymanın aracı olarak görülmemesidir. Tabulara karşı çıkabilen yeni bir medyanın yaratılmasının politik bir strateji olarak izlendiği, bugün ortaya çıkmaktadır. Yoksa basın sektöründe “iki buçuk gazeteyi” yeterli gören bir siyasal vizyonun radyo/televizyon yayınlarına ilişkin gerçek anlamda çeşitlilik istemesi bir çelişki olurdu (Geray, 1999: 120).

Türkiye’nin 1980’lerdeki ekonomik dönüşümü ve neoliberal anlayış doğrultusunda giderek tüketim toplumuna doğru evrilmesi, medya alanına da yansımış, takip eden on yıllık dönemde güçlü medya holdinglerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Böylece, özel televizyonların da devreye girmesiyle yazılı basın bir anlamda ikinci planda kalmakla birlikte, hem yazılı hem de elektronik medyaya sahip olan sermaye gruplarının aynılaşması ile sektörde çok şirketli holding yapıları sergilenmeye başlamış, sonuçta yazılı basın da özel televizyonlar ile aynı finansal kökene bağlanmıştır.

Kısaca medyanın holdingleşmesi olarak adlandırılabilecek 1980’li yılların sonu ile 1990’ların başındaki evreyi, kısa süre sonra diğer sektörlerdeki holdinglerin medya alanına girişi ve yazılı-elektronik medyayla bütünleşme evreleri izlemiştir.

Bir yandan, medya sektöründen ilk birikimlerini yapıp palazlanan kuruluşlar kendi aralarında pazar yarışına girerken, bir yandan da medyanın kârının yanı sıra onun bir silah olarak kullanılma gücüne göz koyan holdinglerin sektöre girişiyle sektör mücadeleleri hızlanmıştır. Öte yandan medya alanında yatırım yapan ve birden çok

182

alanda faaliyet gösteren büyük sermayeli holdinglerin sektördeki yatırım maliyetlerini büyütmesi ve reklam pastasını daraltması sonucu, medya sektörüne yeni yatırımcıların girişi gittikçe güçleşmiştir. Bu süreç kaçınılmaz olarak sektörde tekelleşme eğilimlerinin gittikçe artmasına neden olmuştur. Bu nedenle özel sermayenin medya sektörüne girişi nicel olarak bir çeşitlilik yaratmakla birlikte, tekelleşme ve medya ile siyasi iktidar arasındaki bağımlılık ilişkisinin etkisiyle medya gittikçe eşitsiz bir yapı oluşturmuş ve toplumdaki farklı etnik, cinsel, dini kimliklere sahip kesimlerin seslerini duyurmaktan uzaklaşmıştır.

Medyanın holdingleşmesinden holdinglerin medya sektörüne girişine doğru bir evrim yaşanması sürecinde, 1990’lı yılların en önemli gelişmeleri arasında;

sektörde deregülasyon uygulamaları, yazılı-elektronik basınla bütünleşme paralelinde yoğun tekelleşme eğilimlerinin ortaya çıkışı, özel televizyon/radyoların devreye girerek bu alanda yazılı-elektronik medya bütünleşmesini ortaya çıkarması, yoğun devlet desteği, teşvik ve kredi uygulamaları sayesinde sektördeki sermayenin büyütülmesi ile yeni basım teknolojilerinin ülkeye getirilmesi ve İkitelli’de simgeleşen tesisleşme hamleleri, efektif kapasite kullanımı zorunluluğunun basını promosyonla tiraj şişirmeye zorlaması, gazetecilerin çalışma koşullarının kötüleşmesi sayılabilir. Bu önemli gelişmeler sonucunda “sermayenin medya üzerindeki kontrolünün artmasıyla gazetecilik artık amaç değil araç olmuş, gazetecilik ilkelerinde farklılaşma meydana gelmiş” (Koloğlu, 2003: 31) ve Bâb-ı Ali’den İkitelli’ye geçiş olarak tanımlanan evrim süreci tamamlanmıştır.

1990’ların sonuna gelindiğinde, öteden beri devlet kontrolünde olan medya, aynı zamanda özel sermaye gruplarının hükümetlerle olan ilişkilerinde siyasi ve ekonomik menfaatler için kullandıkları bir araca da dönüşmüştür. Öte yandan, Türkiye’de büyük medya grupları birbirleriyle ya da hükümetlerle girdikleri siyasi ittifak ya da çatışmalara, uyuşan ya da çatışan ekonomik çıkarlarına rağmen, ‘devletin çıkarları’ lehine taraf olmak noktasında büyük ölçüde ortak bir zihniyet paylaşmıştır (Elmas ve Kurban, 2011: 23).

183

Büyük sermaye gruplarının medya sektörüne olan ilgilerine paralel olarak birbiri ardına sektörde yerlerini almalarının ardından, bu alanda yaşanan yoğunlaşma sürecinde eldeki sermayenin büyütülmesi, yeni teknolojilerin ve tesislerin devreye sokulması ve gazeteciliğin farklı mekanlarda yapılan bir meslek olarak şekillenmesi söz konusu olmuştur. Bu süreçte basın emekçileri zayıflar ve bağımlı bir hale gelirken, medya patronları gerek devletle ilişkilerinde, gerekse de sektöre girişte ve sektördeki rekabet üzerinde belirleyici olma bakımından büyük imtiyazlar elde etmiştir. 1990’lı yıllarda sektörde yaşanan gelişmeler bakımından, liberal-çoğulcu kuramın iddia ettiğinin aksine medyanın kamu adına gözetim işlevini gören dördüncü bir güç olduğu ve toplumdaki tüm kesimlerin görüşünü “bir ayna gibi yansıtmak” yoluyla özgür düşünce pazarı oluşturarak demokratik işlevini yerine getirdiği iddiaları havada kalmıştır. Zira “toplumun kendini gördüğü ayna olan”

gazetecilik, büyük ölçüde çarpıtılmış, pratikleri ticarileşmiş ve farklı amaçlar için kullanılmıştır.

1990’ların ardından Türkiye 2000’li yıllara büyük ekonomik krizlerle girmiştir. Türk basını, 2001 kriziyle birlikte önemli bir kabuk değişimi yaşamıştır:

Basın sektörüne egemen gruplar saflaşmış, daha doğrusu cepheleşmiştir.

Birbirlerini “medyayı silah, gazetecileri de tetikçi” olarak kullanmakla kıyasıya eleştirmiş, gazete, dergi dağıtım şirketlerini ayırmışlardır. Bu temelde iki bloğa bölünmüşlerdir. Televizyon dünyasında da cepheleşme olmuştur. Kadrolarını takviye etmek üzere sermaye enjeksiyonuna ve yıldız gazeteci transferine gitmiş, yeni medya işletmeleri devreye sokmuşlardır (Sönmez, 2003: 9).

Sonuçta 2001 krizi, 2002’de medya sektöründe tırmanan grup çatışmaları ve 2003’te ülkenin Irak Savaşı ve küreselleşme rüzgarıyla değişen ekonomi-politik yapılanmasına paralel olarak, günümüze kadar medyada yeni bir boyut oluşmuş, yeni sermayedar girişleri yaşanmış ve var olanların yerlerini sağlamlaştırmaları, yeni ittifaklara, cephelere gitmeleri söz konusu olmuştur.

184

2008 yılında ortaya çıkan finansal krizin Türk medyasına etkisi ise hala devam ederken, krizden kurtulma formülleri medya çalışanları üzerinden tasarlanmıştır. Kriz nedeniyle yayıncılık faaliyetine son veren çok fazla kuruluş bulunmazken, çeşitli medya organlarında çalışanların işlerine son verilmiş, basın emekçileri adeta krizin ilk kurbanları olmuşlardır. 13 Şubat 2009 tarihinde başlayan Sabah-ATV grevi ise kriz nedeniyle işten çıkartılmaların sembolü haline gelmiştir.

Finansal kriz, geleneksel medyanın internet medyasına olan bakış açısını da değiştirmiştir. İnternet ve diğer yeni medyanın gücünü kendileri için bir tehdit olarak algılayan ve bu alandaki faaliyetlere temkinli bir mesafeyle yaklaşan ana akım medya holdingleri, finansal krizle birlikte bu yaklaşım biçimini değiştirmiş, hatta yayıncılık faaliyetlerini ağırlıklı olarak yeni medya alanına kaydırmışlardır.

Sonuçta gelinen aşamada tekelleşmiş medya, kendi çalışanlarının yaratıcılık ve mesleki özgürlüklerini sınırlarken; geniş kitlesi itibarıyla, okuyucuları da siyasetin ve sosyal yaşamın aktörleri olarak değil, seyircileri olarak kabul etmiş ve yayın politikalarını buna göre düzenlemeye başlamıştır. Gelinen noktada, Avrupa Birliği müktesebatına uyum yolunda yapılan reformların, medyadaki hâkim kültürün ve yaygın zihniyetin gözden geçirilmesi için yeni fırsatlar sunduğu, bir yandan da medyayı askeri ve siyasi vesayetten kurtulma noktasında harekete geçirme potansiyeli taşıdığı tartışılmıştır. Ancak, medyanın bir yandan kendi yapısal özellikleri nedeniyle farklı sektörlerdeki yatırımlarının selameti, bir yandan da yasama, yürütme ve yargıyla olan finansal bağımlılık ve haber kaynağı ilişkisi medyada hâkim kültürün ve egemen ideolojinin değişimi yolunda ciddi bir engel oluşturmuştur.

185

Elmas ve Kurban’a göre de Türkiye medyası, özellikle de ana akım medya, bir yanda resmi ideolojinin muhafazası için kendisine bel bağlayan asker-bürokrasi-yargı vesayetinin, öte yanda daha önce görülmemiş bir şekilde gerçek anlamda bağımsız ve tarafsız bir medya talep etmeye başlayan toplum kesimlerinin baskısı arasında sıkışıp kalmıştır. Bu arada, AB müktesebatının ve sürekli küreselleşen bir ekonominin medya üzerindeki artan etkileri, Türkiye’nin medya sektörünü yabancı yatırıma daha çok açmasını gerektirmiştir (Elmas ve Kurban, 2011: 25).

Nitekim gerek ardı ardına gelen finansal krizlerin etkisiyle, gerekse de neoliberal anlayış doğrultusunda yabancı sermeyenin ülke içinde ortaklık ve yatırım imkânları bulmasıyla birlikte, medya sektöründe bir yandan siyasal bir yandan da ekonomi-politik açıdan yapısal dönüşüm bugün de sürmektedir. Şahenk grubunun NTV-MS-NBC ortaklığıyla web, CNBC-E ile televizyon yayıncılığına başlaması, Doğan grubunun Time Warner grubuyla ortak olarak CNNTürk kanalını kurması;

TGRT’yi satın alan News Corporation grubunun bu kanalı Amerika’daki adı gibi Türkiye’de de FOX TV adıyla yayına sokması; ATV-Sabah’ın, AKP’ye yakınlığı ile bilinen Çalık grubuna satılması ve “yandaş medya” olarak tanımlanması; Milliyet ve Vatan gazetelerinin Demirören ile Karacan gruplarının ortaklığına satışı da aynı yapısal dönüşümün ürünü olarak görülebilir. Gelinen noktada Türkiye’de ana akım medyanın bir yandan küresel sermaye ile ortaklık girişimlerine daha fazla açılma potansiyeli taşıdığını, bir yandan da alternatif toplumsal ve siyasal çözümleri tartışmaya açmaktan çok statükoyu koruyucu nitelikteki yapısını sürdürme eğiliminde olduğunu söylemek mümkündür. Bu bakımdan Türkiye örneğinde yerel medyanın güçlendirilmesi ve alternatif medya girişimlerinin sayısının artması, gerçek

186

bir eleştirelliğin sağlanabilmesi ve farklı seslerin dillendirilmesi bakımından eşitlikçi bir haber dilinin kurulması için yaşamsal önemde görülmelidir.