• Sonuç bulunamadı

1.6. Dünya’da ve Türkiye’de Yaşanan Finansal Krizlerin Kısa Tarihi

1.6.2. Türkiye’de Yaşanan Finansal Krizlerin Kısa Tarihi

Bağımsızlık mücadelesi boyunca üretim imkanlarının tamamına yakının kaybeden ve savaşların açtığı ekonomik yaralarını sarmaya çalışan Türkiye, iktisadi hayatının ilk yıllarını devlet eliyle yapılan yatırımlarla geçirmiştir. Takip eden dönemde yaşanan II. Dünya Savaşı’na katılmasa da, bütün dünyayı etkileyen savaşın ekonomik olumsuz etkilerine maruz kalmış ancak yine de belirgin büyümesini devam ettirmeyi başarmıştır. Finansal istikrar açısından son derece önemli olan demokratikleşme ve özgürleşme süreci, ara ara askeri darbelerle kesintiye uğrasa da Türkiye 1980’li yılların ortalarından itibaren Özal Dönemi olarak adlandırılan dönemde uyguladığı dışa açılma politikaları ile trend olan finansal liberalizasyon hareketlerini yakalamayı hedeflemiştir.

1980’li yıllarda Türkiye’de ekonomi politikası, içe dönük ve ithal ikameci büyüme stratejisinden dışa dönük ve serbest piyasa mekanizmasına dayanan sanayileşme politikasına kaymıştır.1981 yılına kadar sabit kur uygulanmış, 1988 yılından itibaren kurlar bankalar arası döviz ve efektif piyasası koşulları tarafından belirlenmiştir. 1984 yılında döviz tasarruflarına getirilen kolaylıklar, döviz tevdiat hesaplarında artışa neden olmuştur. 1989 yılında 32 Sayılı Kararname ile birlikte finansal serbestleşmeye geçilmesi ve sermaye hareketleri üzerindeki kısıtlamaların kaldırılması, ülkeye yönelik sıcak para seklindeki sermaye hareketlerine hız kazandırmıştır. Finansal serbestleşme politikaları ve kamu kesimi borcu sonucu yükselen faiz oranları, sermayenin spekülatif olarak reel sektörden finans sektörüne kaymasına neden olmuştur (Kansu, 2004: s.155).

Ancak 1990’lı yıllarda dünya ekonomisinde yaşanan mali serbestlik, Türkiye’nin altyapısı hazır olmayan ve zaten yüksek enflasyon ve dış borç ile mücadele eden ekonomik sisteminde istikrarsızlıklara neden olmuştur. Bu dönemden sonra Türkiye’de yaşanan krizler incelendiğinde, krizlerin çıkışlarının sermaye hareketlerinin serbestleşmesinin ardından olduğu görülecektir. Yatırımların finansmanında yabancı sermayeyi kullanmak adına uygulanan yüksek faiz-düşük kur politikası büyümenin dinamiği olarak görülmüştür. Uygulanan sabit kur politikasına sadık kalmak adına sistemin yorulması da kırılganlıkları artırmıştır.

İşte böylesi bir ortamda Türkiye Nisan 1994, Kasım 2000 ve Şubat 2001 tarihlerinde son derece ciddi krizler yaşamıştır.

1.6.2.1. Nisan 1994 Krizi

Türkiye ekonomisi 5 Nisan 1994 yılında bir likidite krizi yaşamıştır. Kriz öncesi 1991-1993 döneminde faiz dışı bütçe açığının milli gelire oranının ortalama olarak %6.4 oranında yükselmesi, kamu borç stokunu artıran önemli bir faktör olmuştur. 1990-1993 döneminde kamu faiz dışı bütçe açığındaki yükselme, reel iş gücü maliyetlerindeki artış, ulusal paranın reel olarak değerlenmesi, kısa vadeli dış yükümlülüklerdeki artış, cari açıkların artması finansal krizin oluşmasında etkili olmuştur (Celasun, 2002: s.7). 1994 yılında cari açığın GSMH’ya oranının yüzde 3,82’ye ulaşmıştır.

Finansal liberalizasyon hareketleri ile birlikte uygulanan ekonomi politikaları Türk parasının dolar karşısında değer kazanmasını sağlamıştır. İlk bakışta olumlu olarak algılanabilecek bu durum sonucunda ihracat rakamları zamanla düşmüş ve ithalat hızla artmıştır. Bu ülke içine zaten sınırlı miktarda üretilen katma değerin dışarıya gitmesine neden olmuştur. Dış ticaret açığında ciddi artışlara neden olan bu durum neticesinde 1993 yılı sonu itibariyle dış ticaret açığı finanse edilemez seviyeye ulaşmıştır.

Dövizdeki aşırı dalgalanmayı sabit kur politikası ile dengelemeye çalışan Merkez Bankası’nın işlemleri yetersiz kalınca piyasalarda istikrarsızlık baş göstermiş, bütçe açıklarının artması ve hızlı yükselen enflasyon da finansal sistemin

bozulmasına neden olmuştur. Merkez Bankası’nın kur ve faiz politikasının yetersiz kalmasının ardından döviz rezervlerinin de giderek azalması 1994 krizine neden olmuştur.

1994 Krizi, Merkez Bankası’nın duruma zamanında müdahale edecek ölçüde rezervinin olmaması nedeniyle yaygınlaşmış ve tüm bankacılık sektörünün yanı sıra ekonomiyi de etkisi altına almıştır (Yıldırım, 2004: s.5).

Ankara Ticaret Odası (2005: s.2) “Krizler Tarihi Raporu”nda krizin mali boyutları ele alınmıştır. Rapora göre 1994 krizinden sonra; cari açık 1 milyar dolardan 6,4 milyar dolara fırlamış, dış borç stoku 12 milyar dolar artış göstermiştir. Kısa vadeli borçlar 18,5 milyar dolara fırlamış, toplam net sermaye çıkışı 4,2 milyar dolara varmış, faiz hadleri Hazine bonolarında yüzde 400’ü aşarken Toptan Eşya Fiyat Endeksi (TEFE) yüzde 121, Tüketici Fiyatları Endeksi (TÜFE) yüzde 106’ya yani üç haneli rakamlara sıçramıştır. GSMH’ de yüzde 6’ya varan bir daralma yaşanırken, işsizlik oranları yüzde 20’ler noktasına ulaşmıştır.

1.6.2.2. Kasım 2000 ve Şubat 2001 Krizleri

1994 krizinin ardından uygulamaya konulan istikrar programları belirli bir süre Türkiye’nin toparlanmasına yardımcı oldu. Ancak enerjide dışa bağımlı olan Türkiye’de enerji fiyatlarının hızla artması ve artan iç talebe bağlı fiyat artışları ve Türk lirasındaki değerlenme siyasi belirsizliklerle beslenince 2000 yılının Kasım ayında Türkiye kendisini, mali piyasalarda yaşadığı likidite sıkışıklığı ve ani artan döviz talebine bağlı olarak krizin içerisinde buldu.

Seyidoğlu (2003: s.149) krize giden süreci şu şekilde açıklamıştır. Kasım 2000 Krizi öncesi uygulanmaya başlayan istikrar programı, ilk başlarda başarılı olmuştur. Ancak daha sonra; fiyat artışlarının devam etmesi, talep artışları, enerji fiyatlarının yükselmesi, TL’nin aşırı değerlenmesi ile artan dış ödeme açıkları, kamudaki reform ve özelleştirmenin yavaş yürümesi, para kurulu uygulamasına duyulan güvensizlik, siyasal belirsizlikler yabancı mali sermayenin azalmasına neden olmuştur. Dış sermaye girişinin yavaşlaması ile birlikte likidite artış hızı yavaşlamış ve kısa süreli faizler yükselmiştir.

Uzun yıllar boyunca birikmiş ekonomik ve yapısal sorunlar ve içine girilmiş olan borç sarmalı karşısında 1999’da IMF ile bir izleme anlaşması yapan Türkiye, 2000 yılının başından itibaren enflasyonu önleme ve ekonomik istikrar programı başlatmıştır (Önder, 2003: 20). Döviz kurunun nominal çıpa olarak kullanıldığı bu programın işletilebilmesi için para ve kur politikalarının yeniden gözden geçirilmesi gerekiyordu. Türkiye’nin temel ekonomik sorununun enflasyon olduğu teşhisi ile programı “Enflasyonla mücadele programı” adı verilmişti. Ancak bu yanlış teşhise bağlı belirlenen fiyat artış hedeflerinin döviz kuruna endekslendiği reçete Türkiye’nin gerçekleri ile örtüşmemiştir.

Döviz kuru fiyat makasını açarak ithalatı yükseltmiş, ihracatı azaltmıştır. Cari açığın yükselmesi, devalüasyon söylemleri ve beklentisini gündeme getirmiştir. Öte yandan dövizin denetlenip faizin serbest bırakılması, bankaları hızla dövizle borçlanıp, devlete borç vermeye yani “açık pozisyon” oluşturmaya yöneltmiştir. Bu iki olumsuz gelişmelerden ticari açık tüm dönem içinde açık pozisyon ise dönem sonu itibariyle döviz talebi üzerinde şiddetli bir baskı yaratmıştır (Ülgen, 2006:301- 302). Bu baskı ciddi bir likidite krizine yol açmış, gecelik faiz oranları kasım ayında yüzde 80’ne ardından da yüzde 200’e ulaşarak yüksek miktarda sermaye çıkışı neticesinde Kasım 2000 krizine neden olmuştur.

2000 Kasım krizi, etkileri IMF’den alınan 7,5 milyar dolarlık ek kredi ile hafifletildiğinden üzerinde pek fazla durulmasa da Şubat 2001’de yaşanacak olan krizin habercisi olduğu da anlaşılamamıştır.

Türkiye’de 2001 yılı şubat ayında yaşanan kriz Kasım 2000 likidite krizinden farklı olarak döviz krizidir. Bu krizle beraber Türkiye uzun yıllar boyunca uyguladığı sabit kur politikasını terk etmek zorunda kalmıştır. Şubat 2001 krizi, 2000 Kasım ayında yaşanan ve tam olarak atlatılamayan krizin devamı niteliğindedir. Kasım krizinden sonra alınan önlemler kısa vadede işe yarasa da faizin düşürülememesi ve enflasyonun kontrol altına alınamaması ve programda belirtilen özelleştirmelerin hayata geçirilememesi yüzünden hükümetin piyasalar açısından güvenilirliği bitme noktasına gelmiştir. Zaten uzun yıllardır yapısal sorunlarla boğuşan ve önceki yılın Kasım ayında ciddi bir likidite krizi yaşamış Türkiye’de, dönemin başbakanı Bülent

Ecevit ve cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer arasında yaşanan gerilim Şubat 2001 krizinin patlamasına neden olmuştur.

Kasım Krizi’nden sonra artan risk primi nedeniyle yerli ve yabancı fonların vadeleri kısalmış ve Ocak ayından itibaren düsen faiz oranları Şubat ayında yine en yüksek seviyeye ulaşmıştır. Kasım Krizi’nden yaklaşık üç ay sonra Başbakan ve Cumhurbaşkanı arasındaki siyasi gerginlik spekülatif saldırıyı başlatmış ve döviz krizine neden olmuştur. 21 Şubat’ta bankalar arası para piyasasında gecelik faiz %6200’e yükselerek ortalama %4018.6 seviyesinde gerçekleşmiştir. 16 Şubatta 27.94 milyar Dolar olan Merkez Bankası döviz rezervi 23 Şubat’ta 22.58 milyar Dolar’a düşmüş ve rezerv kaybı 5.36 milyar Dolar olarak gerçekleşmiştir. Merkez Bankası 21 Şubat’ta kuru dalgalanmaya bırakmıştır (Uygur, 2001: s.23).

Krizin temelinde ekonomideki yapısal sorunların olmasına rağmen, tetik mekanizmasının siyasi olduğu görüşünü ifade eden Karluk’a (2002: s.477) göre; kriz sonrasında ekonomi %8.5-9 daralmış, ulusal gelir 51 milyar Dolar azalmış, kişi başına gelir 725 Dolar gerilemiş, 1.5 milyon kişi işsiz kalmış, enflasyon %70’i aşmış, hazinenin faiz ödemeleri %101 artmış, iç ve dış borç yükü artmıştır.

2 İKİNCİ BÖLÜM – KÜRESEL FİNANSAL KRİZ

2007 yılının sonralarına doğru ABD mortgage piyasasının işleyişinin durmaya başlaması ve alınan önlemlerin yetersiz olması, subprime (kredi notu iyi olmayan kişilerin birincil piyasa yerine faiz oranı diğerlerine göre daha yüksek bir imkandan ipotekli konut kredisi edinmesiyle ortaya çıkan kredi türü) kredilerini adeta krizin fünyesi haline getirmiştir. Piyasalarda uzun süre devam eden olumlu havanın etkisi ile subprime ipoteği kullanılarak satın alınan konut hacmi artmış, bu kredilerden doğan alacakların menkul kıymetleştirilmesi yoğunlaşmış ve ikincil piyasalarda bu menkul kıymetlerden kaynaklanan riski çok yüksek olan enstrümanlar ihraç edilmiştir. Ancak bu yüksek kredi ve ödeme şartları içeren sisteme devam ettirilemez hale gelmiş ve bu subprime kredilerden doğan alacakların menkul kıymetleştirilmesi neticesinde ihraç edilen ipoteğe dayalı menkul kıymetlerin değerlerinden ani ve yüksek düşüşler yaşanmıştır.

Menkul kıymetlerin değer düşüşleri ile beraber gerçeğin farkına varan bankalarda gelecek pozisyonlarını sağlama almak adına birbirlerine verdikleri borçları durdurmuş ve geri çağırmıştır. Bu piyasalardaki kullanılabilir kredi miktarının azalmasına neden olmuştur. Mali piyasaların durmasına neden olan bu durumun ardından her ne kadar FED piyasalara likidite sağlama çabası da piyasadaki olumsuz beklentilerin azalmasına yardımcı olmayınca, bazı sigorta şirketleri ve bankaların batarak iflaslarını açıklaması, uzun süredir devam eden sıkıntılı ve sürdürülemez durumun bir mali krize dönmesine neden olmuştur.

1930’lardaki Büyük Depresyondan beri en büyük finansal kriz olarak düşünülen Küresel Finansal kriz (Shahrokhi, 2011: s.194) ABD mortgage piyasalarında subprime kredi kaynaklı başladı ve daha sonradan likidite krizine dönüştü. 2008 yılında bir anda küreselleşen finansal piyasalar arasındaki sıkı bağlantı nedeniyle, başta Avrupa olmak üzere tüm dünyaya yayıldı.

Bu bölümde, Küresel finansal kriz öncesi durum, krizin çıkışı ve nedenleri ile krizin ardından yaşanan gelişmeler ile ilgili bilgiler verilecektir.