• Sonuç bulunamadı

Türkiye-ABD İlişkilerinde Hiyerarşinin Kurulması: Tarihsel Arka Plan

BÖLÜM I: TEORİK ÇERÇEVE: HİYERARŞİK DÜZENDE MUKTEDİ

2.1. Türkiye-ABD İlişkilerinde Hiyerarşinin Kurulması: Tarihsel Arka Plan

İkinci Dünya Savaşı sonrası ABD ve Sovyetler Birliği öncülüğünde kurulan Batı ve Doğu blokları ile uluslararası alan iki ideolojik blok (demokrasi ve komünizm) etrafında yeniden dizayn edildi. İki blokun hiyerarşik yapılandığı hiyerarşi yaklaşımının sayıları bir hayli fazla olan çalışmaları doğrultusunda ortaya koyulmaktadır.128 Bu yeni düzende Türkiye tercihini Amerikan hiyerarşisinden yana kullandı. Ancak Türkiye’nin bu düzenin bir parçası olması kolay olmadı. Türkiye’nin düzene dâhil olma süreci neden kabaca beş yıllık bir döneme yayıldı? Ankara, Batı hiyerarşisine dâhil olmadan önceki dönemde Washington ile ilk hiyerarşik temasını nasıl ve ne zaman kurdu? Ankara-Washington arasında 1940’ların sonuna doğru kurulan asimetrik ilişki 1950’lerde nereye evirildi? Söz konusu üç sorunun yanıtını ortaya koymak için çalışmanın bu kısmı hiyerarşi yaklaşımın ilgili argüman ve kavramlarına başvuracaktır.

1947 tarihli Truman Doktrini129 doğrultusunda 12 Temmuz 1947’de Türkiye-ABD arasında imzalanan ikili anlaşma (Ülman, 1961: 111)130 Ankara-Washington arasında hiyerarşik ilişkiyi kuran ilk resmi dokümandır.131 Bu anlaşma ile Ankara Sovyet tehdidine karşı koruma sağlamak, askeri (silah, askeri mühimmat, askeri uzman, askeri

128 Örneğin; Bkz. (Lake, 2009a; 2009b; Clark, 1989; 2011; Ikenberry, 2001; 2011; 2018a: 2018b;

Mccormack, 2019; Donnelly, 2009).

129 ABD 12 Mart 1947 tarihli Truman Doktrini ile Sovyetler Birliği ile eski olumlu ilişkilerin sona erdiğini ve Moskova’nın dünyaya yaymaya çalıştığı komünizm tehlikesini engellemenin Amerikan dış politikasının öncelikli amacı olduğunu ilan etti. Bu bağlamda, Yugoslavya’nın komünist kampa yakınlaşmaya başlaması ve İtalya’da komünistlerin 1946’dan itibaren önemli bir güç haline gelmesi ABD’yi komünizmin yayılmasını önleme çabasına yöneltti. Truman doktrini ile iç savaşta bulunan ve komünistlerin iktidarı ele geçirmek amacıyla başlattığı eylemlerin Yunanistan’a yapılan yardımlarla durdurulması amaçlandı (Erhan, 2001: 531; Sönmezoğlu, 2004: 154-155).

130 Anlaşmanın tam metnine ulaşmak için bkz. (Harris, 1972: 213-215).

131 Truman Doktrini öncesi ABD’nin, Türkiye’yi Sovyet tehdidi karşısında yalnız bırakmayacağını gösteren ilk gelişme, 1946’da Türkiye’nin ABD Büyükelçisi Münir Ertegün’ün cenazesini taşıyan Masturi Zırhlısının İstanbul ziyaret etmesi oldu. Bu olay, Türkiye’ye verilecek olan desteğin sembolik bir göstergesi kabul edilmektedir. Sovyetler Birliği bu olayı ABD’nin kendisine karşı Yunanistan ve Türkiye’yi desteklediği şeklinde yorumladı (Bozkurt, 2017: 223; Hale, 2003: 114). Missouri olayı hiyerarşinin devletlerarası diplomatik girişimler ile de kurulabiliceği bağlamında değerlendirilebilir (Lake, 2009a).

66

tesisi inşası için mali ve teknik destek) ve ekonomik yardım almak (Balcı, 2017: 93)132 karşılığında aşağıda değineceğimiz üzere dış politika otonomisinin bir bölümünü ilk kez ABD’ye devretti.

Hiyerarşi materyal kapasite üstünlüğüne sahip olan büyük gücün (A) tabi aktör (B) üzerinde politik kontrol uygulaması ile başlar. Politik kontrol/otorite A’nın B’nin tercihlerini değiştirmesi için sahip olduğu meşru haktır (Lake, 2007: 50; 2013a: 77-78).

İmparatorluk ve sömürge sistemlerinin aksine liberal/gayri resmi imparatorluk düzenlerde B, A’ya bu hakkı A’nın zorlaması ya da baskı ile değil (asimetrik sosyal sözleşme(ler) vasıtasıyla) ekonomik, askeri ve siyasi ihtiyaçlarının karşılanması karşılığında kendi rızasıyla devreder (Lake, 2013a: 77-78).133 Bu bağlamda rıza A’nın meşru hakka (legitimate right) sahip olmasını sağlar. Bu hak patron devlete kendisine otorite bahşeden devletlerin iç ve politikasına politik kontrol uygulama yetkisi tanır (Lake, 2006b: 175-176; McCormack, 2019: 63-65; Colgan ve Miller, 2018: 4).

1948 tarihli Marshall Planı134 ABD-Türkiye arasında imzalanan ikinci asimetrik anlaşma oldu. Marshall Planı İkinci Dünya Savaşı sonrası Batı Avrupa devletlerinin savaş sırasında önemli ölçüde zayıflayan ekonomik güçlerini ABD yardımlarıyla tekrar toparlamak üzere ilan edildi. Türkiye bu plan ilen edildikten kısa bir üre sonra plana dâhil olmak için başvuruda bulundu. Ancak Ankara’nın bu isteği İkinci Dünya Savaşı’na dâhil olmadığı (Marshall yardımlarının İkinci Dünya Savaşına dâhil olan

132 Anlaşmanın içeriği hakkında bilgi için ayrıca bkz. (Güney, 2005: 342; Uslu, 2003: 13, 29; 2016: 75).

133 Lake (1996: 7; 2006: 25; 2007: 51-54; 2009a: 2-10; 2009c: 331; 2012: 4; 2017: 359, 362) rızayı ön plana çıkarmakla birlikte zorlamanın daha çok anarşik dünyada ve imparatorluk özelliklerini taşıyan hiyerarşilerde olduğunu belirtmektedir. Örneğin; (liberal) hiyerarşik bir düzende yer alan bir devlet topraklarının ya da üslerinin başat güç tarafından kullanılmasına zorlamadan ziyade kendi rızası ile müsaade eder (Cooley ve Nexon, 2020: 37). Benzer argümanlar için ayrıca bkz. (Simon, 1982: 21; Goh, 2013: 6, 13, 28, 31, 202; 2019: 614; Ikenberry, 2001: 5, 22-44; 2011: 76; Clark, 2011: 6, 25, 28; Kang vd.

2018: 5; Ikenberry, 2008: 27; Ikenberry, Mastanduno ve Wolhforth, 2009: 1; Musgrave ve Nexon, 2018:

6; Ikenberry ve Nexon, 2019: 413; Lobell, 2012: 8; Cooley ve Nexon, 2020: 27; Clark, 1989: 27, 35;

Towns, 2012: 179-180; Sharman, 2017: 137-138, 141; Macdonald ve Lake, 2008: 178; MacDonald, 2017: 128-138; Zarakol, 2014: 311-315).

134 ABD’ye göre, Sovyet yayılması karşısında Avrupa maddi ve manevi olarak güçlendirilmeliydi.

Washington’a göre Avrupa’nın, ekonomik olarak kendi ayakları üzerinde durabilmesi siyasal olarak da bağımsızlığını koruyabilmesini sağlayacaktı. Marshall Planı bu bağlamda bütünleşmiş bir Avrupa yaratarak Sovyet ilerlemesini durdurmak için uygulamaya konuldu (Kuniholm, 1980: 410-415). Lake (2013a: 100). ABD’nin, Truman ve Marshall ile hiyerarşiden kazandıklarını otoritesini tanıyan devletlere dağıtmasını hiyerarşisini güçlendirdiğini belirtmektedir. Benzer bir argümanı McDonald (2015: 366) şu şekilde sunmaktadır; hegemonik güç hiyerarşisine bağlı olan kitleleri ve liderleri güçlendirmek için onların rejim yapılarını korumak ya da dönüştürmek işlevini üstlenir. Bu amaca ulaşmak için hegemonik güç bu ülkelere askeri müdahalede bulunabilir ya da kendisine bağlı olan bu rejimlere dolaylı yardımlar sağlar. Marshall planının iki amacını bu bağlamda düşünmek gerekir.

67

ülkelere verilmesi kararlaştırılmıştı) ve bu nedenle doğrudan zarar görmediği gerekçesi ile geri çevrildi. Ankara bu talebinin Batı tarafında kabul görmemesi üzerine Marshall Planına dâhil olmak için diplomatik çabalarda bulundu. Ankara’nın bu çabası kısa süreli oldu. Türkiye-ABD arasında 4 Temmuz 1948’de Marshall Planı kapsamında ekonomik anlaşma imzalandı. Bu asimetrik anlaşma ile Türkiye kendisine verilecek olan ABD ekonomik yardımları (Balcı, 2017: 93; Güney, 2005: 342; Uslu, 2016: 75-76) karşılığında otonomisinin bir kısmını daha devretti. Patron ve ikincil devlet arasında imzalanan her yeni transfer anlaşması yeni egemenlik tavizlerine ve kazanımlara işaret eder (Cooley ve Spruyt, 2009; Lake, 2009a).

Türkiye’nin, söz konusu iki anlaşmaya dâhil edilmesi kolay olmadı. Bu dört nedenden kaynaklandı. Birincisi, İkinci Dünya Savaşının ertesinde Türkiye-ABD ilişkileri asgari düzeyde seyrediyordu. Türkiye her ne kadar 1945’te kurulması öngörülen BM’ye üye olmak için ABD’nin talebi doğrultusunda Almanya ve Japonya’ya savaş açtıysa (İngiltere’nin müttefiki iken) da bu girişimi Washington ile ilişkilerini yakınlaştırmak aşamasında yeterli olmadı. İkincisi, bu dönemde Türkiye ve Ortadoğu henüz ABD’nin dikkatini çekmiş değildi. ABD’nin, Ortadoğu’yu İngiltere’nin etki alanında görüyor olması bunun önemli bir nedeniydi (Uslu, 2016: 66; Ülman, 1961). Üçüncüsü, ABD ve Batı Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sırasında takip ettiği (aktif) tarafsızlık politikasını savaş sonrası dönemde de sürdüreceğini düşünmekteydi (Türkmen, 2012: 55).

Türkiye’nin, İkinci Dünya Savaşı sonrası kendisini Sovyet tehdidi karşısında yalnız bırakılmasının bir diğer nedeni bu düşünceden kaynaklandı. Ankara, Moskova’dan bekasına yönelen büyük tehdit karşısında ABD ve Batı yardımına birkaç kez başvurduysa da bu talebi geri çevrildi (Hale, 2003: 113; Sönmezoğlu, 2006: 34). Son olarak, İkinci Dünya Savaşı sonrası dönemde Türkiye-ABD arasında Sovyetlere yönelik tehdit ortaklığı söz konusu değildi. Savaş sonrası dönemde Ankara, Sovyetler bekasına yönelik yoğun tehdit aldığı sırada aynı tehdit ABD ve Batılı devletlere yönelmiş değildi.

Ancak Ankara-Washington arasında tehdit ortaklılığının oluşması uzun sürmedi.

Washington, Sovyetlerin İkinci Dünya savaşı sonrası dönemde Boğazlar rejimine yönelik değişim taleplerini arttırmasını, savaş sona erdiği halde Moskova’nın askerlerini İran’dan çekmemiş olmasını, 1945’ten sonra etki alanını Ortadoğu ve Balkanlara yaymaya yönelik girişimlerini ve 1947’de Yunanistan’da ortaya çıkan iç krizi bölgesel çıkarlarına Sovyetlerden yönelen tehdit(ler) olarak algıladı (Ülman, 1961; 1968; Aydın,

68

2000: 108-109).135 Sovyetler Birliği’nden, Washington’un bekasına yönelen bu tehdit kısa bir süre sonra Truman Doktrini ve Marshall Planını ilan edilmesi ve Türkiye’nin bu anlaşmalara dâhil edilmesi ile sonuçlandı.

Sovyetler Birliği’nin, 7 Ağustos 1946’da Türkiye’ye gönderdiği nota (aynı notayı Amerika’ya da yolladı) bu bağlamda öne çıkan ilk önemli gelişme oldu. Bu notanın özellikle dördüncü (Çanakkale ve İstanbul boğazlarından geçiş rejimini düzenleme yetkisi Türkiye ile Karadeniz devletlerine ait olmalıdır.) ve beşinci maddesi (Boğazlar Türkiye ve Sovyetler Birliği tarafından ortaklaşa savunulmalıdır) boğazlar meselesinde ABD-Türkiye arasında politika ortaklığı oluşturdu. Washington’a göre bu iki maddenin kabul edilmesi Sovyetlerin boğazlarda üs sahibi olmasına yol açacak ve böylece boğazlar Amerikan gemilerine kapatılacak, Batı hiyerarşisi Orta Doğu enerji kaynaklarına ulaşamayacak, Batı’nın Körfez-Süveyş kanalı ve Ortadoğu ile olan bağlantı yolları kesilecekti (Yergin, 1977: 234; Kuniholm, 1980: 359-361; Yel, 2009).136 ABD’nin bu olası senaryonun gerçekleşmesini engellemek amacıyla 1946’dan itibaren Moskova’ya gönderdiği birkaç nota kısa süre sonra karşılık buldu. Sovyetler Birliği aynı yıl bu isteklerinden vazgeçtiğini belirten bir karşı notayı ABD ve Türkiye’ye gönderdi (Uslu, 2016: 69-70; Kuniholm, 1980: 368-373; Harris, 1972: 22).

Ancak Boğazlar meselesinden kısa bir süre sonra İran ve Yunanistan’da ortaya çıkan iki kriz Batı-Doğu blokları arasında Soğuk Savaş’ın başlamasına giden süreci başlattı.

Sovyetler Birliği’nin İkinci Dünya Savaşı sona erdiği halde İran’daki askeri varlığını sürdürmeye devam etmesi (Ülman, 1961: 69; Çetinsaya, 2004: 208) karşısında İran konuyu BM Güvenlik Konseyi’ne taşıdı. Tahran, Moskova’nın, İran’daki askeri varlığını sonlandırması ve 1940’ların ikinci yarısından itibaren Sovyetlerin Azerbaycan’daki ayrılıkçı hareketlere verdiği desteği kesmesi gerektiğini belirtti.

İran’ın BM Güvelik Konseyi’ne sunduğu iki öneri ABD’nin BM’de Rusya üzerinde kurduğu baskı ile İran lehine çözüldü (Uslu, 2016: 70-71; Kuniholm, 1980: 383-384).

İran’ın, Türkiye’nin hemen yanı başındaki sınır komşusu olması ABD’yi söz konusu sorunu İran lehine çözmeye yönelten bir diğer dinamikti. İran’ın, Moskova’nın etki

135 Konuya ilişkin daha fazla bilgiye ulaşmak için ayrıca bkz. (Yanık, 2012: 36-39; Fırat, 2002: 581;

Armaoğlu, 1984: 431-435; Sönmezoğlu, 2006: 33-34).

136 Ayrıca bkz. (Ertem, 2009: 385; Hale, 2003: 111-112; Harris, 1972: 21).

69

alanına dâhil edilmesi Ortadoğu’da137 ABD’nin bölgesel çıkarlarını koruma aşamasında sahip olduğu konum nedeniyle önemli bir işlev üstlenme potansiyeline sahip olan Türkiye’ye de tehdit yaratacaktı (Ülman 1961, 69-72; Sönmezoğlu, 2006: 36).138 Türkiye’nin coğrafi konumu Avrupa, Asya ve Afrika arasındaki kara, deniz ve hava denetiminin sağlanmasında hayati bir öneme sahipti (Erhan, 2002: 531). Dolayısıyla İran’ın SSCB’nin etki alanına dâhil edilmesi Türkiye’nin düşman bir devlet ile komşu olmasına neden olacaktı. Böylece Türkiye’nin bekasına yönelen Sovyet tehdidi daha fazla artacaktı. Bu olası senaryonun gerçekleşmesi durumunda ise Batı çıkarları açısından son derece önemli olan petrole ulaşma imkânını (özellikle İran petrolü) ve Ortadoğu’daki ticaret yollarının kaybedecekti (Ülman 1961, 69-72; Sönmezoğlu, 2006:

36). ABD bu senaryonun önüne geçmek için Sovyetlerin, Ortadoğu ve Balkanlara etkisini yayma girişimlerini durdurmayı amaçlayan “çevreleme politikasını”

uygulamaya koydu (Kuniholm, 1980: 303-350, 350-355, 355). ABD çevreleme politikası doğrultusunda SSCB’ye coğrafi yakınlığı bulunan ve SSCB’nin yakın tehdidi altında bulunan İran, Türkiye ve Yunanistan’ı (kuzey kuşağı, northern tiers) desteklemeye karar verdi (Kuniholm, 1980, 1-3). Bu düşüncenin bir sonucu olarak dönemin ABD Başkanı Herry Truman 1947’de Türkiye ve Yunanistan’a da yardım yapılmasını ön gören Truman Doktrinini açıkladı (Erhan, 2002: 531).139 Truman Doktrinin taslak metninde Türkiye’nin coğrafi olarak Ortadoğu petrollerine yakın

137 Ortadoğu bölgesinin büyük güçler tarafından tarihsel düzlemde hiyerarşik düzenlere entegre edilme çabası üzerine yazılmış bir çalışma örneği için bkz. (Hinnebush, 2011: 213-246; Zimmermann, 2017).

138 Sovyetlerin İran’daki girişimleri enerjide dış yardıma ihtiyaç duyan Türkiye’nin petrol ithalinin riske atılması demekti. Türkiye petrole ABD vasıtasıyla güvenle ve ucuza ulaşabilirdi. ABD, bu dönemde İran politikasını İran’dan ucuza petrol sağlamak ve petrol akışının tehlikeye girmesini engellenmek üzerine formüle etmişti. Amerika, İran’dan aldığı petrolü düzeninin tabi devletlerine ucuza ve güvenilir şekilde ulaştırıyordu. Bu durum Amerika’nın bir taraftan otoritesinin meşruluğunu diğer taraftan kendi otoritesine tabi olmanın ikincil devletlerin çıkar ve faydasına olduğu düşüncesini güçlendirmişti. Patronun hiyerarşiden kazandıklarından (özellikle petrol gibi ulaşılması zor özel varlıkları), düzeninin tabi devletlerine pay ayırması otoritesine duyulan güveni arttırır (Lake, 2013b: 23-24).

139 1 Mart 1947’de İngiltere’nin, Yunanistan ve Türkiye’ye yaptığı yardımları keseceğini Washington’a bildirdi. İngiltere ABD’ye sunduğu raporda Yunanistan ve Türkiye’nin ekonomik göstergelerinin kötüye gittiğini, bu iki ülkenin ABD tarafından desteklenmemeleri durumunda Sovyet nüfuzunun etkisi altına girme ihtimalinin olduğunu belirtti. İngiltere’nin bu raporu Truman Doktrininin ilan edilmesini sağlayan önemli bir dinamikti (Uslu, 2016: 73; Erhan, 2002: 528; Kuniholm, 1980: 375, 378, 406, 408). Dönemin Amerikan Başkanı Truman 12 Mart 1947’de Amerikan kongresinde bilinen meşhur konuşmasını yaptı.

ABD başkanı komünizm tehdidi altında olan Yunanistan, İran ve Türkiye’nin Doğu Avrupa ülkeleri gibi SSCB nüfuzuna girmelerini önlemek için bu ülkelerin ekonomik ve askeri yardımlarla desteklenmesi gerektiğini belirtti (Uslu, 2016: 74; Künhüm, 1980: 412-414).

70

olduğu ve bu coğrafi yakınlığın petrolün Batı’ya güvenilir şekilde transfer edilmesinde önemli olduğu belirtilmekteydi (Güney, 2008: 471).

1946’da Yunanistan’da ortaya çıkan iç savaş Batı ve Doğu hiyerarşisi arasında 1947 Truman Doktrini ile Soğuk Savaş’ın resmen başlamasına yol açan bir diğer önemli gelişmeydi (Aydın, 1994: 97). Bir diğer ifadeyle Yunanistan, Moskova-Washington arasında Balkanlarda başlayan bölgesel rekabetin küresel düzeye evirilmesinde kritik bir rol oynadı. ABD, 1946 Yunanistan iç savaşı sırasında Sovyetlerin Yunanistan’daki komünist gruplara yaptığı dolaylı ve doğrudan desteği “kızıl tehlikenin yayılması”

olarak yorumladı. Türkiye bu tehdide maruz kalma olasılığı yüksek olan ülkelerin başında geliyordu. Türkiye’nin sınır komşusu olan Yunanistan’ın Moskova nüfuzuna dâhil edilmesi Sovyetler Birliği’nin Türkiye üzerindeki baskılarını arttırmasını kolaylaştıracaktı (Kuniholm, 1980: 353-355; 375).

Kısaca özetlemek gerekirse SSCB’nin 1940’ların ikinci yarısından itibaren Ortadoğu’ya girişi (özellikle İran’da) ABD’yi petrolün ve İsrail’in güvenliğini sağlamak ve bu bölgedeki ABD yanlısı rejimlerinin Sovyet yörüngesine girmesini engellemek üzere harekete geçirdi (Güney, 2005: 341; Altunışık, 2013: 158).140 Böylece Ortadoğu’da iki süper güç arasında başlayan hiyerarşi kurma ve güçlendirme rekabeti (Lake, 2009b: 57) Türkiye’nin coğrafi konumunu Washington tarafından değerli kıldı. Türkiye bu nedenle sırasıyla 1947 ve 1948’de Truman Doktrini ve Marshall Palanına dâhil edildi. Ankara Marshall ve Truman kapsamında ABD ile imzaladığı iki ayrı anlaşma ile ABD yardımı aldı. Ancak Ankara bu yardımları kendisine yönelik artan Sovyet tehditlerinden tam bir koruma sağlama aşamasında yeteli bulmadı. Ankara, Sovyet tehdidinden tam bir koruma sağlamanın yolunun NATO üyeliğinden geçtiğini belirtti. Ancak NATO üyeliğini başlangıçta Sovyet tehdidinden koruma sağlamak sonrasında ise kalkınma, demokrasi ve güvenlik sorunlarına tek çare olarak gören Yanık’ın (2012: 38, 45) deyimiyle “her derde deva” olarak gören Türkiye’nin bu örgütte kendisine de bir konum verilmesini sağlaması kolay olmadı. Türkiye’nin, NATO üyeliğine giden süreci ele almak çalışmanın bundan sonraki kısmının konusu olacaktır.

140 Ayrıca bkz. (Hinnebush, 2011: 220; Yergin, 1977: 234; Bölme, 2012: 5).

71

Ortadoğu ve Balkanlardaki Sovyet girişimlerini bölgesel çıkarlarına yöneltilen önemli bir tehdit olarak değerlendiren ABD ve Batılı devletler bu ortak tehdidi dengelemek amacıyla 1949’da NATO’yu kurdular (Morrow, 1991: 928). Güvenlik ve ekonomik çıkarlarına yönelik ortak tehdit(ler) alan devletler bu tehdidi dengelemek (balance of threat) için askeri kapasitelerini bir araya getirip (asimetrik) güvenlik koalisyonları kurar (Lake, 1996: 6, 8; 2011: 23-25; Morrow 1991: 904-905, 928).141 Türkiye, Sovyetlerden bekasına yönelik artan tehditten daha fazla koruma sağlamak için NATO’nun kuruluş aşamasında bu örgüte üyelik başvurunda bulundu. Ancak bu talebi geri çevrildi. Bekasına yönelik büyük ve yakın bir dış/iç tehdit alan bir devlet tehdidi oluşturanın değil tehdidi dengeleyebilecek ehil ve güce sahip olan büyük bir devletin öncülüğünde kurulan ittifakın peşine takılmayı (bandwagoning) tercih eder. Bu devlet ortak tehdide karşı oluşturulan ittifaka dâhil olduğunda kendisine yönelen iç veya dış tehditten önemli oranda koruma (tam bir koruma sağlamayabilir) sağlar (Lake, 2003:

318; 2009a: 11; Gvallia vd. 2013: 98-101; Synder, 1984: 463).

Türkiye’nin, NATO’ya üye olması 1950’de Kuzey ve Güney Kore arasında başlayan savaşta gösterdiği başarı ile 18 Şubat 1952’de mümkün oldu. Bu savaşın Türkiye’nin NATO üyeliğine bulunduğu etkiye değinmeden önce 1949’da yaşanan bir diğer gelişmeye değinmek gerekmektedir. 1949’da Sovyetler Birliği nükleer silahlara sahip olduğunu açıklaması Batı tarafında Türkiye’nin coğrafi konumunun değerini arttırdı.

ABD’nin, SSCB’nin olası bir nükleer saldırısına anında cevap verebilmesi SSCB’ye coğrafi yakınlığı bulunan devletlerin üslerini kullanma zorunluluğuna yol açtı.

Türkiye’nin SSCB ile paylaştığı uzun sınır SSCB’nin Batı ve ABD’ye yönelik olası bir nükleer saldırısına anında misillemede bulunma olanağı tanıyordu (Kuniholm, 1980:

421).142 ABD ve Batılı devletler bu nedenle Türkiye’den topraklarını kullanma talebinde bulundu. Ankara bu teklife Türkiye’nin NATO üyeliği gerçekleştiği takdirde olumlu yanıt vereceğini belirtti.143Ancak Türkiye’nin bu talebi karşılık bulmadı144

141 Bu argümanın derlendiği diğer kaynaklar için ayrıca bkz. (Lake, 2003: 318; 2009a: 11; Gvallia vd.

2013: 98-101; Synder, 1984: 463; Rothstein, 1968: 24-25, 49-50; Thompson ve Rapkin, 1981: 617, 626;

Lai ve Reiter, 2000: 204, 211; Walt, 1987: 273-281; 2009: 88-89).

142 (Yanık, 2012: 43; Bölme, 2012: 56-57; Güvenç, 2015: 103-105).

143 Türkiye’nin, üslerinin kullanımını NATO üyeliği şartına bağlaması üç nedenden kaynaklandı.

Türkiye’ye göre bir defa Sovyetlerin bu girişimleri ABD ve Batılı devletleri gibi kendisinin de güvenlik çıkarlarına yönelik tehdit oluşturmaktaydı. İkincisi, Türkiye Batı güvenlik hiyerarşisine dâhil edilmemesi durumunda Sovyetlerin yayılma çabalarını kendisine daha fazla yoğunlaştıracağını düşünmekteydi. Son

72

(Bölme, 2012: 55, 58;Balcı, 2017: 93). Ortak çıkarlara yönelen tehditleri elemine etmek üs ve coğrafi konum gibi kıymetli kaynaklara sahip olan devletlerin yardımını gerekli kılabilir. Bu devletler ortak tehdidi dengelemek aşamasında önemli faydalar sunma potansiyeline sahip oldukları için hegemon güç bu devletleri hiyerarşisine dâhil etmek konusunda istekli olur. Ancak bu devletler toprak ve üslerini dış kullanıma ekonomik, askeri ve güvenlik yardım sağlamak karşılığında açar (Lake, 2017: 369; Rothstein, 1968: 121; Cooley, 2017). Türkiye’nin NATO üyelik başvuruları neden veto edildi?

Veto engeli nasıl aşıldı?

Türkiye’nin, NATO’ya bulunduğu ilk üyelik başvurusu ilk olarak “coğrafi sınır”

gerekçesi ile reddedildi. ABD ve İngiltere NATO’nun sadece Kuzey Atlantik bölgesini kapsadığını belirtti (Bağcı, 2001: 11). Fakat bir Akdeniz ülkesi olan İtalya’nın 4 Nisan 1949’da NATO’ya dâhil edilmesi Türkiye tarafında asıl gerekçenin coğrafi sınır olmadığı tartışmasını başlattı (Hale, 2003: 117; Bağcı, 2001: 11). Ankara, NATO’nun Atlantik bölgesi ile sınırlandırılması ve Akdeniz’in güvenliğinin NATO’dan hariç tutulmasını ayrıca eleştirdi. Bu eleştirilerin sürdüğü bir ortamda Ankara Akdeniz bölgesinde Yunanistan, İtalya, Fransa ve İngiltere’den oluşan bir Akdeniz güvenlik ittifakının kurulması için çabada bulundu. Ancak Ankara’nın bu çabası da sonuçsuz kaldı. Ankara bunun üzerine Türkiye’nin, NATO dışında bırakılmasının ittifakın savunmasında önemli bir boşluğa yol açacağını belirtti ve üyelik için diplomatik çabalarını kaldığı yerden devam ettirdi.

11 Mayıs 1950’de Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) yönetimi döneminde NATO üyeliği için ikinci kez başvuruda bulunuldu. Ancak İngiltere, Türkiye’nin Akdeniz bölgesinde kurulacak olan bir diğer savunma örgütünde yer alması gerektiğini bildirdi ve Ankara’nın talebini geri çevirdi (Hale, 2003: 117-118). Ancak Ankara, Türkiye’ye verilecek olan Batı destekli Akdeniz ya da Ortadoğu ittifakı ile yetinme niyetinde

olarak, Türkiye kendisinin Batı’nın savunulmasında önemli bir rol oynayacağını vurguladı (Yeşilbursa, 2010: 95; Sönmezoğlu, 2004: 155). Konuya ilişkin daha fazla bilgi için ayrıca bkz. (Karaosmanoğlu ve Kibaroğlu, 2002: 136; Erhan, 2002: 548; Yeşilbursa, 2010: 70, 74; Larrabee, 2010: III; Turan, 2012: 68;

Güney, 2005: 341).

144 ABD ve Batılı devletler Türkiye’ye tam koruma garantisi vermeksizin askeri ve ekonomik yardımlarda bulunmak karşılığında Türkiye’den üs ayrıcalıkları istedi (Balcı, 2017: 94).

73

değildi (Uslu, 2016: 76).145Ankara’nın ikinci üyelik başvurusunun reddedildiği sırada 1950’de Kuzey Kore ve Güney Kore arasında ortaya çıkan savaşa 4500 kişiden oluşan bir askeri birlik yollaması NATO’ya üye olmayı ne denli istediğinin en açık göstergesi oldu146 (Mütercimler ve Öke, 2004: 104-105; Sever, 1997: 71).147 Devletlerin kendi güvenlik çıkarlarını ilgilendirmeyen bir çatışmaya hegemonik gücün yanında aktif

değildi (Uslu, 2016: 76).145Ankara’nın ikinci üyelik başvurusunun reddedildiği sırada 1950’de Kuzey Kore ve Güney Kore arasında ortaya çıkan savaşa 4500 kişiden oluşan bir askeri birlik yollaması NATO’ya üye olmayı ne denli istediğinin en açık göstergesi oldu146 (Mütercimler ve Öke, 2004: 104-105; Sever, 1997: 71).147 Devletlerin kendi güvenlik çıkarlarını ilgilendirmeyen bir çatışmaya hegemonik gücün yanında aktif