• Sonuç bulunamadı

Sugata Mitra (Çeviri):

Tünaydın… Çevirmenin ses düzeyi Türkçe konuşmaları zar zor duyabileceğim düzeydeydi, o yüzden giriş bölümünün sadece belli kısımlarını duyabildim, umarım iyidir.

Hakkında konuşacağım konu yalnızca bir tahmin değil, büyük olasılıkla ihtiyaç duyacağımız ve hatta şimdi bile ihtiyaç duyduğumuz bir tür ilköğretim eğitimi ile ilgili bazı deneyimlerin bir açıklaması… Biz buna “Kendi Kendini Organize Eden Öğrenme Sistemleri” diyoruz. Ama önce sizi 1999’a, çok öncesine ve o günlerde çok önemli olan bir araştırma sorusuna götüreceğim. Araştırma sorusu şuydu: Çocukları herhangi bir talimat veya öğretmen

Türk Eğitim Derneği & SEBİT

Uluslar

ar

ası Eğitim F

orumu II: Eğitimde İno

vasy

on

58

olmaksızın bir bilgisayarla başbaşa bırakırsanız ve eğer bu çocuklar önceden hiç bilgisayar görmediyse ve interneti hiç duymadıysa ne olur? Peki, gerçekten ne olur? 1999 yılında insanlar bu soruyu şöyle yanıtlıyordu: "Hiçbir şey, çünkü bu çocuklar o cihazın ne olduğunu bilmeyecek. Dilini anlamayacaklar, çünkü hepsi İngilizce. İnternetin ne olduğunu anlamayacaklar, bu yüzden büyük ihtimalle bilgisayarı kıracaklar, çalacaklar ve satacaklar.”

Ben de bunu test etmeye karar verdim. Yeni Delhi'de ofisimin hemen dışında büyük bir gecekondu mahallesi vardı. Birçok fakir insanın yaşadığı... Ben bu mahallenin ortasına bir bilgisayar kurdum. Bilgisayarı kurmanın bir yolunu bulmam gerekiyordu, bir kenar mahallede bir bilgisayarı nereye koyabilirsiniz ki? Bulabildiğim tek yöntem kamu alanlarında ATM’leri olan bankalardı. Ben de kendi ATM’mi kendim kurmaya karar verdim ve üzerine bir dokunmatik yüzey koydum ve onu orada bıraktım. Yerden yaklaşık 90 cm yüksekteydi.

Gördüğümüz şey gerçekten çok garipti. Çocukların internette gezindiklerini ve birbirlerine nasıl internette gezinileceğini öğrettiklerini gördük. İnsanlar dedi ki: "Bu çok önemli bir hadise değil, bu çocuklar büyük ihtimalle bilgisayarın önünde durup neler olduğunu merak etmiştir ilk gün... Sonra biri gelmiştir, üniversiteden genç bir adam veya kadın ya da benzeri biri ve onlara fareyi nasıl kullanacaklarını göstermiştir." Ben de evet bu mümkün diye düşündüm.

İşte bu yüzden deneyimi tekrar etmem gerekiyordu ve kırsal bir kesimde tekrar etim. Hiçbir bilgisayar programcısının geçerken çocuklara öğretme şansı olmadığı uzak bir köyde... Ve yine aynı şeyin olduğunu gördüm. Ve sonra, sonraki beş yıl için bunun tekrar ve tekrar oluşunu gözlemledik: Her yerden, her dilden çocuklar bir bilgisayarın nasıl kullanılacağını birbirlerine öğretebiliyordu. İşte bu da ufak bir görüntüsü…

[video]

Yani bu her yerde oluyordu. Ben de çocukların ne kadar öğrendiğini ölçmeye başladım ve dokuz aylık bir dönemde bu gezegenin herhangi bir yerindeki bir grup çocuğun kendilerine nasıl ortalama bir amatör kullanıcı kadar bilgisayar kullanılacağını ve internet kullanılacağını öğreteceğinin kesin bir resmini elde etmiş olduk. Bizim yaptığımız her şeyi... E-posta gönderme, sohbet etme, dosyalar indirme, yeni şeyler yükleme, virüsleri temizleme, gittikçe artan facebook ve twitter kullanımı vesaire vesaire... Bunların hepsini kendi başlarına öğreniyorlar.

Ben de bu sonuçların hepsini yayımladım ve şu sonuca ulaştık: “Çocuk grupları; kim oldukları, nerede oldukları ve kaç yaşında oldukları fark etmeksizin kendi kendilerine internet ve bilgisayar kullanmayı öğrenebilirler.” Ve “eğer bir bilgisayar dışarıda, açıkta, bir kamu alanında bırakılırsa ve gözetim altında tutulmazsa”, bu durum şaşırtıcı bir şekilde “gerçekleşir”. Eğer onları denetleyecek birini koyarsanız, bazı çocuklar kalacaktır, ama diğerleri gidebilirler. Bu garip bir sonuçtu. Ben de bunu daha derinlemesine incelemem gerektiğine karar verdim.

2002 yılına gelindiğinde ise soru şuydu: “Denetlenmeyen çocuklar başka neler öğrenebilir?.” Eğer bilgisayarı kullanmayı kendi başlarına öğrenebiliyorlarsa, bu bilgi ile ne yapabilirler, başka neler yapmayı öğrenebilirler? Büyük güney Hint şehri Haydarabad’da çok ilginç bir durum yaşadım.

Türk Eğitim Derneği & SEBİT

Uluslar

ar

ası Eğitim F

orumu II: Eğitimde İno

vasy

on

59 Şimdi… Haydarabad’da bazılarınızın bir bakıma Türkiye’deki belli bir duruma benzetebileceği

bir durum var. Haydarabad’da binlerce küçük, özel okul var. İnsanlar ücretsiz devlet okulu yerine, çocuklarını bu küçük özel okullara gönderiyorlar. Bunu yapmalarının tek bir nedeni var: Bu okullar İngilizceyi iyi öğretiyor. Bu nedenle büyük bir öğrenci grubu bu okullara gidiyor. Ama bir sorun var. Doğuştan İngilizce konuşanlar, yani anadili İngilizce olanlar Haydarabad’a İngilizce öğretmeye pek de gelmiyor. Yani çocuklar iyi İngilizce öğreniyorlar; ama aksanları onlara öğreten öğretmenlerinkinden kopyalanıyor ve yerel öğretmenlerin çok ağır bir aksanları var. Bu çocuklar okuldan çıktıklarında İngilizce konuşabiliyorlar; ama İngilizce telaffuzları son derece kötü oluyor.

Ben de “bunun çok ilginç bir sorun olduğunu ve bunu nasıl çözebileceğimizi” düşündüm. Bu okullardan birine gittim ve onlara bir bilgisayar verdim. Bu bilgisayara konuşmaları metne aktaran bir yazılım yükledim. Bilirsiniz, şimdi bu yazılımı Windows 2007 ile birlikte ücretsiz alabiliyorsunuz. Yaptığı şu; sen bilgisayara konuşuyorsun ve eğer bilgisayar senin ne söylediğini anlarsa onu yazıyor veya sen ona komut verebiliyorsun vesaire vesaire. Ben onlara bu bilgisayarı verdim, bilgisayarı internete bağladım, bu yazılımı kurdum, bazı çocukları çağırdım ve "bilgisayara konuşmalarını" söyledim. Bilgisayara konuştuklarında bilgisayar tamamen manasız şeyler yazdı. Çocuklar güldü ve “Bizim söylediklerimizden hiçbir şey anlamıyor” dediler. Ben de “Peki, ben bu bilgisayarı iki aylığına sizin yanınızda bırakacağım. Yapmanız gereken kendinizi anlaşılır kılmak” dedim. Öğretmenlerin de bu odaya girmesine kesinlikle izin verilmeyecekti. Çocuklar kaşlarını çattı ve “Nasıl? Nasıl bizi anlamasını sağlayacağız?” diye sordular. Ben de onlara “Hiçbir fikrim yok, ben gidiyorum” dedim. Onları bıraktım ve iki ay sonra okula geri gittim. İki ay sonra geri geldiğimde, sınıfın dışında duran küçük bir erkek çocuğu gördüm. Adı Fazan’dı. Fazan’a sordum: “Fazan, nasılsın?” ve İngilizce sordum. Ve Fazan bana “Mükemmel!” dedi. Ben de orada neler olduğunu merak ettim ve kontrol etmek için içeri girdim.

Yaptıkları şey çok ilginçti. Hatırlayın, bir grup öğrenciyi bir sorun ile baş başa bırakmıştım ve hiçbir yöntem sunmamıştım. Onlar da bana “Nasıl yapabilirim?” diye sormuşlardı. Ben de “Bilmiyorum” demiştim. Yaptıkları şuydu: “Konuşan Oxford Sözlüğü” The Speaking Oxford Dictionary adında bir yazılımı indirmişlerdi. Konuşan Oxford Sözlüğü, bir şey yazdığınızda size düz BBC tarzı bir aksanla onu telaffuz eder. Daha sonra o aksanı taklit edip, birbirlerininkini düzeltip, konuşmayı metne aktarma yazılımına konuşup doğru kelimenin gelip gelmediğini görmüşlerdi. Gerçekten şaşkına dönmüştüm; çünkü öğrenciler - ki bunlar on iki yaşındaydı - kendi kendilerine bir eğitim yöntemi bulmuşlardı. Bana göre, bir eğitimci olarak bu çok yeniydi; çünkü öğretmenler olarak bize yöntemin ne olduğu, ne yapmamız gerektiği öğretilmişti ve burada onlar yöntemi kendileri bulmuştu. İşte bu ufak bir görüntüsü…

[video]

İşte bu karışık ses karşılaştırma yöntemi, deneme ve yanılma vesaire ile aksanlarını değiştirdiler. Gördüğünüz küçük kız, onu kameraya kaydettiğimde on iki veya on üç yaşındaydı. Şimdi yirmi iki veya yirmi üç yaşında... İster inanın ister inanmayın, Haydarabad’daki bir çağrı merkezi için çalışıyor ve aralarınızdan bazıları onunla konuşmuş bile olabilir.

İşte o zamanlarda oldukça ilginç sürprizler yaşadığıma karar verdim. Çocuklar kendilerine sadece bilgisayar kullanmayı değil, ama aynı zamanda diğer şeyleri de öğretiyorlardı. Tabii

Türk Eğitim Derneği & SEBİT

Uluslar

ar

ası Eğitim F

orumu II: Eğitimde İno

vasy

on

60

oyun oynamaktan sıkıldıktan sonra... Kendilerine neleri öğretebilirlerdi? Bir dizi deney yapmaya başladım. Önce çok ünlü biri olan Sir Arthur C. Clarke ile bir toplantı yaptım. Sir Arthur Clarke çok tanınmış, ünlü bir bilimkurgu yazarıdır. O zamanlar hayattaydı ve bana birkaç ilginç şey anlattı. Bunlardan biri, çocuklar ilgi duyduğunda eğitimin gerçekleştiğiydi. Hiçbir şey yapmanıza gerek yoktu. Bununla, modeldeki gibi tüm Hindistan’da, tüm Kamboçya’da ve Afrika’da birkaç yerde deneyler yapmaya devam ettim.

[video]

Arthur C. Clarke

"…ve kesinlikle insanlara yardım ediyor; çünkü çocuklar internette gezinmeyi öğrenecek ve onları ilgilendiren şeyler bulabilecek ve ilgilendikleri anda eğitim gerçekleşecek. "

Afrika 2004

"Oyunlar oynuyorum, … müzik dinliyorum ve… " Kamboçya'da The Hole in the Wall, Nisan 2004 Basit bir bilgisayar oyunu…

Bu arada, bir yıldan uzun bir süredir bilgisayarlar Yeni Delhi’de yaygınlaşıyordu ve öğretmenler oldukça ilginç şeyler rapor ediyorlardı. Çocukların İngilizce kalitesinin önemli oranda iyileştiğini ve ödev sorularına yanıtlarının oldukça kapsamlı olduğunu söylüyorlardı. Ben de kendi kendime düşündüm: “Bu biraz fazla, duvarın içindeki bir ATM bütün bunların hepsini nasıl yapabilir ki?” Ben de neler olduğunu görmeye gittim ve cevap oldukça basitti. Altı ay içinde Google’ı keşfetmişlerdi ve ödev konularını Google’da aratıyorlardı. O nedenle İngilizceleri mükemmel ve yanıtları oldukça kapsamlıydı. Ben de kendi kendime "Aman tanrım, ben ne yaptım? Bu öğrenme mi?" diye sordum.

Bu öğrenme mi? Cevabımı altı yıl sonra aldım, tüm yerler arasında İngiltere'den... İşte şimdi sizinle bunu paylaşacağım. O noktada bir varsayımda bulunmuştum; çocuk grupları kendi başlarına eğitim hedeflerine ulaşmak için internette gezinebilirdi. Bu çok ciddi değildi. Bilgisayarlar olduğu sürece, telaffuzlarını iyileştirdiği sürece, okullar ile ilgili bir sorun yoktu. Bunu söylediğimde, okul öğretmenleri, "Sen delirdin mi? Eğitim böyle olmaz. Eğitim Google değildir; eğitim bir öğretmenin verdiğidir" dedi. Ben de şunu söyledim: "Çocuk grupları her türlü şeyi kendi başlarına öğrenebilirler" ve bir sorumuz oldu, büyük bir soru: Minimal invaziv yöntemler (“minimal invaziv” “öğretmenin hiçbir şey yapmadığı” anlamına geliyor)... Minimal invaziv yöntemler gerçekten eğitim hedeflerini gerçekleştirebilir mi?

Bu sıralarda, 2006 yılında İngiltere’de Newcastle Üniversitesi’nden bir araştırma bursu aldım ve Newcastle’a taşındım. Yeni sorunları ile yeni bir ülkeydi. Öğretmenlerden aldığım ilk tepkilerden biri, çocukların internet ile harika şeyler yapabileceğini söylemenin hoş olduğu, ama çocukların internetten her şeyi öğrenebileceklerini söylemenin pek de hoş olmadığıydı. Ben de “Neden bir deney tasarlamıyoruz? Hadi tasarlayalım ve çocukların kendi kendilerine öğretemeyecekleri şeyler olduğunu göstermek için deneyelim" dedim. Bir araştırma sorusu buldum. Soru… Bunu çok dikkatli dinlemelisiniz; çünkü bunun bir slaytını hazırlayacak vaktim olmadı. Araştırma sorusu: “On iki yaşında Tamil dilini (Tamil

Türk Eğitim Derneği & SEBİT

Uluslar

ar

ası Eğitim F

orumu II: Eğitimde İno

vasy

on

61 bir Güney Hindistan dilidir) konuşan çocuklar… Güney Hindistan’da tsunaminin vurduğu

bir köydeki on iki yaşında Tamil dilini konuşan çocuklar, dili sadece İngilizce olan cadde kenarındaki bir bilgisayardan DNA replikasyonunun biyo-teknolojisini kendi kendilerine öğretebilirler mi?” Ben bunun gerçekten saçma bir araştırma sorusu olduğunu düşündüm. Onları test edecektim ve bu konu hakkında hiçbir şey bilmiyor olacaklardı. Belli bir süre sonra geri gelecek ve onları tekrar test edecektim. Hâlâ hiçbir şey bilmiyor olacaklardı, çünkü bu imkânsızdı. Ben de bir köy buldum, adı Keechankuppam’dı. Güney Hindistan’daydı ve 2004’te Asya Tsunamisine maruz kalmıştı ve okulu yıkılmıştı. Köydeki duvarlar içindeki iki ayrı deliğe iki ayrı bilgisayar yerleştirdim ve çocuklar bu bilgisayarlar ile oynuyordu. Bu bilgisayarların içine DNA replikasyonu hakkında materyaller koydum. Bilirsiniz DNA replikasyonu, zorunlu eğitimin sonunda ya da üniversitenin başında öğretilen konu… Çocukları çağırdım ve dedim ki: “Dinleyin. Bu bilgisayara bir şey koydum. Çok ilginç, çok yeni, ama çok zor. Hepsi İngilizce. Çocuklar ona baktı ve “Bu çok saçma. Nedir bu? Kimya ve çizimlerle dolu… Bunu nasıl anlayabiliriz ki?” dedi. Ben de tahmin edebileceğiniz gibi onlara dedim ki: “Tam olarak bilmiyorum. Nasıl ve ne şekilde anlayacağınız konusunda da hiçbir fikrim yok, ben gidiyorum.”

Onları bu bilgisayar ve bu materyal ile bıraktım. Onları önceden test etmiştim ve sıfır almışlardı. Geri gittiğimde çocukları çağırdım ve çok sessiz geldiler. “Hiçbir şey anladınız mı?” diye sordum. “Hayır.” “Kaç defa baktınız?” “Her gün.” “Niye anlamadığınız bir şeye iki ay boyunca her gün baktınız ki?” diye sordum. Sonra ufak bir kız çocuğu elini kaldırdı ve bana dedi ki: “DNA molekülünün düzensiz replikasyonunun genetik hastalığa neden olması dışında hiçbir şey anlamadık” dedi (kahkahalar). İşte bu benim, kendi kendini organize eden öğrenmeden aldığım dersti. Onları sonradan test ettiğimde %30 aldılar. Bu imkânsız, burada gördüğünüz şey eğitimde bir imkânsızlık: bunun olmaması gerekiyordu, ama Keechankuppam’da oldu.

Ama gene de Newcastle’a geri gidemedim. Neden mi? Çünkü %30 hâlâ kalan bir nottu. Nasıl bu konudan geçmelerini sağlayabilirdim? Onlara nasıl ekstra %20 daha aldırabilirdim? Orada bir öğretmen bulamadım. Genç bir kadın bulabildim, 22 yaşındaydı, yerel bir muhasebeciydi ve bir STK ile çalışıyordu. Çocuklar ile çok iyi arkadaştı, birlikte oyunlar oynuyorlardı. Ben de kıza “Onlara biraz biyo-teknoloji öğretebilir misin?” diye sordum. O da “Hayır yapamam, okulda hiç fen dersi görmedim. Bu konu hakkında en ufak bir bilgim yok” dedi. Ben de ona “Büyükannenin kullandığı yöntemi kullan” dedim. “O ne ki?” diye sordu. “Çocukların arkasında dur ve onlara hayran ol. Her yaptıkları şeyde ‘A, bu harika! Ben senin yaşındayken bunu hiç yapamazdım, gerçekten çok aptaldım. Siz internet çağının çocukları gerçekten çok akıllısınız’ de” dedim. Bunu iki ay boyunca yaptı ve puanlar %50’ye çıktı. Yeni Delhi’de eğitimli bir biyo-teknoloji öğretmeni olan bir kontrol okulum vardı. Keechankuppam’daki çocuklar, yol kenarından bilgisayar kullanarak o okuldaki öğrencileri yakaladılar. Şimdi bununla Newcastle’a dönebilirdim: Çocuk grupları kendi başlarına neredeyse her şeyi öğrenebilirler.

Peki, bu nasıl olacak? İngiltere, Newcastle’daki Tyne Nehri’nin karşısındaki Gateshead adı verilen ufak bir kasaba okulu ile deneyler yapmaya başladım. Bu okulda, bir çocuk grubu aldım, 32 çocuk… On yaşındaydılar. İşte bu sürecin nasıl işlediğine bir örnek… Onlara “Kendinizi dörtlü veya beşli gruplara ayırın. Her grup, bir bilgisayar kullanabilir. Dört bilgisayar değil…” dedim. Neden mi bunu söyledim… Çünkü duvardaki delik deneyiminden öğrendiğim buydu. Bir bilgisayarın etrafında genelde dört veya beş çocuk oluyordu ve

Türk Eğitim Derneği & SEBİT

Uluslar

ar

ası Eğitim F

orumu II: Eğitimde İno

vasy

on

62

öğrenmeye teşvik eden bu tartışmaydı. ‘Bir çocuğa bir bilgisayar’ değil. İkinci kural: İstediğiniz kadar birbirinizle konuşabilirsiniz. Grup içinde konuşabilirsiniz, diğer gruplarla konuşabilirsiniz. Üçüncü kural: Grubunuzdakileri sevmezseniz grubunuzu değiştirip, başka bir gruba katılabilirsiniz. Buna da izin var. Dördüncü kural ki bu çocuklar için çok önemliydi: Başka bir grubun yanına gidip, neler yaptıklarına bakıp kendi grubunuza dönüp aynısını yapabilirsiniz. Çocuklar bu kurala bayıldı, adı ‘Fikir Çalmak’ idi.

Daha sonra onlara altı GCSE sorusu verdim. GCSE, İngiltere’de okulların son seviye sorularıdır. Bu çocuklar on yaşındaydı ve dolayısıyla bu soruları altı yıl sonra göreceklerdi. “İşte burada altı soru” dedim ve öğretmenleri de alıp çıktım. Yirmi dakika sonra en iyi grup altı sorunun hepsini çözmüştü. En kötü grubun çözmesi 45 dakika aldı. Öğretmenler geri geldi ve dediler ki: “Peki, neyi kanıtlamaya çalışıyorsun? Google’ı kullandılar, wikipedia’yı kullandılar, Ask Jeeves’i, AnswerBack’i kullandılar. Cevapladılarsa ne olmuş?” Ben de “Peki, Hadi test edelim” dedim. İki ay sonra okula geri geldim. Aynı çocukları aldım, normal bir sınıftaymış gibi sıralar ve sütunlar halinde oturmalarını sağladım. Her birine boş bir kâğıt ve o altı soruyu verdim. “Konuşmak yok, birbirinize bakmak yok, bilgisayar yok. Bu soruları cevaplayın” dedim. Bunu ilk yaptığımda grubun puanı %76’ydı, bilgisayar ile çalışırken… İkinci kez yaptığımda, bir şok daha yaşadım. Keechankuppam’daki gibi bir eğitim imkânsızlığı daha... Ortalama puan gene %76’ydı. Bu sefer öğretmenler de şok olmuştu. Dediler ki: “Biliyor musun ne oluyor: Bu çocuklar iki ay önce o ekranlarda gördüklerini fotoğraf netliğinde yeniden üretiyorlar.” Belki de kendileri bulduğu, kendileri tartıştığı, üzerinde uzun zaman harcadıkları için her kelimesini hatırladılar. Şimdi iki yıl geçti ve bu çocuklar tüm bu soruların cevaplarını hâlâ biliyorlar.

Ama hâlâ aynı sorudayız, bu öğrenme mi? Göreceğiz.

O sıralarda bir yöntem oluşma aşamasındaydı. Çocuk grupları grubun o dört kuralını, her grup için bir bilgisayarı ve eğer gerekiyorsa bir büyükanneyi kullandılar. Bir büyükanne lazım ki biri yaptıklarınızı bir Güney Hindistan dilidir) konuşan çocuklar… Güney Hindistan’da tsunaminin vurduğu bir köydeki on iki yaşında Tamil dilini konuşan çocuklar, dili sadece İngilizce olan cadde kenarındaki bir bilgisayardan DNA replikasyonunun biyo-teknolojisini kendi kendilerine öğretebilirler mi?” Ben bunun gerçekten saçma bir araştırma sorusu olduğunu düşündüm. Onları test edecektim ve bu konu hakkında hiçbir şey bilmiyor olacaklardı. Belli bir süre sonra geri gelecek ve onları tekrar test edecektim. Hâlâ hiçbir şey bilmiyor olacaklardı, çünkü bu imkânsızdı. Ben de bir köy buldum, adı Keechankuppam’dı. Güney Hindistan’daydı ve 2004’te Asya Tsunamisine maruz kalmıştı ve okulu yıkılmıştı. Köydeki duvarlar içindeki iki ayrı deliğe iki ayrı bilgisayar yerleştirdim ve çocuklar bu bilgisayarlar ile oynuyordu. Bu bilgisayarların içine DNA replikasyonu hakkında materyaller koydum. Bilirsiniz DNA replikasyonu, zorunlu eğitimin sonunda ya da üniversitenin başında öğretilen konu… Çocukları çağırdım ve dedim ki: “Dinleyin. Bu bilgisayara bir şey koydum. Çok ilginç, çok yeni, ama çok zor. Hepsi İngilizce. Çocuklar ona baktı ve “Bu çok saçma. Nedir bu? Kimya ve çizimlerle dolu… Bunu nasıl anlayabiliriz ki?” dedi. Ben de tahmin edebileceğiniz gibi onlara dedim ki: “Tam olarak bilmiyorum. Nasıl ve ne şekilde anlayacağınız konusunda da hiçbir fikrim yok, ben gidiyorum.”

Onları bu bilgisayar ve bu materyal ile bıraktım. Onları önceden test etmiştim ve sıfır almışlardı. Geri gittiğimde çocukları çağırdım ve çok sessiz geldiler. “Hiçbir şey anladınız mı?” diye sordum. “Hayır.” “Kaç defa baktınız?” “Her gün.” “Niye anlamadığınız bir şeye

Türk Eğitim Derneği & SEBİT

Uluslar

ar

ası Eğitim F

orumu II: Eğitimde İno

vasy

on

63 iki ay boyunca her gün baktınız ki?” diye sordum. Sonra ufak bir kız çocuğu elini kaldırdı

ve bana dedi ki: “DNA molekülünün düzensiz replikasyonunun genetik hastalığa neden olması dışında hiçbir şey anlamadık” dedi (kahkahalar). İşte bu benim, kendi kendini organize eden öğrenmeden aldığım dersti. Onları sonradan test ettiğimde %30 aldılar. Bu imkânsız, burada gördüğünüz şey eğitimde bir imkânsızlık: bunun olmaması gerekiyordu, ama Keechankuppam’da oldu.

Ama gene de Newcastle’a geri gidemedim. Neden mi? Çünkü %30 hâlâ kalan bir nottu. Nasıl bu konudan geçmelerini sağlayabilirdim? Onlara nasıl ekstra %20 daha aldırabilirdim? Orada bir öğretmen bulamadım. Genç bir kadın bulabildim, 22 yaşındaydı, yerel bir muhasebeciydi ve bir STK ile çalışıyordu. Çocuklar ile çok iyi arkadaştı, birlikte oyunlar oynuyorlardı. Ben de kıza “Onlara biraz biyo-teknoloji öğretebilir misin?” diye sordum. O da “Hayır yapamam, okulda hiç fen dersi görmedim. Bu konu hakkında en ufak bir bilgim yok” dedi. Ben de ona “Büyükannenin kullandığı yöntemi kullan” dedim. “O ne ki?” diye sordu. “Çocukların arkasında dur ve onlara hayran ol. Her yaptıkları şeyde ‘A, bu harika! Ben senin yaşındayken bunu hiç yapamazdım, gerçekten çok aptaldım. Siz internet çağının çocukları gerçekten çok akıllısınız’ de” dedim. Bunu iki ay boyunca yaptı ve puanlar %50’ye çıktı. Yeni Delhi’de eğitimli bir biyo-teknoloji öğretmeni olan bir kontrol