• Sonuç bulunamadı

II. BÖLÜM

2.3. SOSYAL SORUMLULUĞUN TARİHSEL GELİŞİMİ

Toplum, yıllara göre sosyal sorumluluklarıyla ilgili olarak işletmelerden farklı roller üstlenmelerini talep etmiş ve bu beklenti içinde olmuştur282. Sosyal sorumlulu- ğun tarih içindeki gelişimi medeniyetler ve dinlerle başlamıştır. Mısır, Eski Yunan, Roma, Mezopotamya, Selçuklu ve Osmanlı vb. medeniyetleri incelediğimizde ticari faaliyetleri düzenleyen faktörlerden birincisi ahlaktı. İkincisi ise, toplumun adet ve gelenekleri, kuralları ve yasaları idi. Topluma karşı sorumluluklara ilk değinen Yunan düşünürü Eflatun, yöneticilerin ekonomik sorunlarda genel yararı her şeyden üstün tutmaları gerektiğini ifade etmiştir283. Şüphesiz dinlerin de sosyal sorumluluğa katkıla- rı olmuştur. Musevilik dininin peygamberi Hz. Musa (a.s.) “On Emri” ile sosyal so- rumluluğa, örgütlenme anlayışına ve yönetim düşüncesine katkıda bulunmuştur284. Yine Hristiyanlık ve İslamiyet’te de özgürlük, torelans, hoşgörü, eşitlik ve sosyal yö- netim ilkesinin toplumsal faydası büyük olmuştur. Kısacası Sanayi Devrimi’nden ön-

278 Courtland L. Bovee and others, Management, McGraw-Hill, New York 1993, s. 108. 279 R. M. Hodgetts, a.g.e., s. 420.

280 Gülsün İşseveroğlu; Meslek Ahlakı, http://www.isguc.org/gissever1.htm.

281 A. Ç. Paksoy; a.g.m., http://www.insankaynaklari.com./CN/ContentBody.asp?BodyID=548 282 S. Pinkston Tammie and B. Caroll Archie; a.g.e., s. 199’dan aktaran; Ş. Özgener; a.g.t., s. 144. 283 Feridun Engin; İktisat, 4. Baskı, İstanbul İ.Ü. Yayın No: 1093, İktisat Fakültesi Yayın No: 156,

Hamle Matbaası, İstanbul 1964, s. 30’dan aktaran; Ş. Özgener; a.g.t., s. 144.

284 Osman Yozgat; İşletme Yönetimi, 5. baskı, Met-er Matbaası, İstanbul 1983, s. 7’den aktaran; Ş.

ceki dönemde sosyal sorumluluk anlayışı, örf, adet, din ve kültürel yapıların baskıları ve gelişimleri sonucu şekillenmiştir285.

16. yüzyıl ile 18. yüzyıllar arasında hüküm süren Sanayi Devrimi öncesi önem- li yer tutan Merkantilizm’de, devletin merkezi gücü oluşturması, sosyal sorumluluklar açısından da toplum hakkında her türlü kararı verme yetkisini elinde tutmasına imkan vermiştir. Yine, bu dönemde işletme ve yöneticilerin sosyal sorumlulukları kendi ül- keleri için çıkar sağlamak uğruna başka ülkelerde sorumsuzca davranmak şeklinde ifade edilebilir286.

Sosyal sorumluluklar, 1800’lü yılların sonunda büyük şirketlerin sayılarının artmasıyla kavramsal olarak ortaya çıkmıştır (sanayi liderleri olan, John D. Rockefeller, Cornelius Vanderbilt ve Andrew Carnagie). O dönemlerde, baskı ya da anlaşma ile verilen komisyonlar ve sabit fiyat anlaşmaları gibi anti-rekabet uygulama- ları hükümetleri yasal reformlar yapmaya itmiştir287.

19. yüzyılın ikinci yarısı Sanayi Devrimi’nin başlangıcı olarak kabul edilir. Sanayi Devrimi’nin temel nedenleri olarak görülen etkenlerden birincisi, Adam Smith ile başlayan ekonomik düşünüşlerde yepyeni bir ufuk açan ve devrim yapan klasik ekonomik görüştür. İkincisi ise, James Watt ile başlayan buhar gücünün enerji kayna- ğı olarak kullanılması ve makineleşmedir. Birinci yönetim anlayışı için gerekli düşün- ce tohumlarını atmış ve yeşertmiştir. İkincisi ise, değişik bir işletme kavramının geli- şimine neden olmuştur. Adam Smith’in ekonomik felsefesi Laissez-faire prensiplerini yansıtmıştır288.

Batı da, dini inançların dominat rolü sanayi devrimiyle önemli ölçüde azalmış- tır. 20. yüzyılın ilk çeyreğine kadar, Batı ülkelerinde egemen olan kapitalist felsefe, ekonomik kalkınma için işletmeleri bir araç olarak görmüş ve kazancın maksimumlaş- tırılması için, pek çok şey mübah olarak kabul edilmiştir. Örneğin, çalışma koşulları önemsenmemiş, doğal kaynakların hesapsız tüketimi, çevre kirliliği, kalitesiz üretim, yanıltıcı reklamlar göz ardı edilmiştir289.

285 Ş. Özgener; a.g.t., s. 144. 286 Ahmet Esin; a.g.e., ss. 55-56.

287 K. M. Bartol, D. C. Martin, a.g.e., s. 103. 288 Osman Yozgat; a.g.e., s. 11.

Bu dönemde toplum düzenine sadece kişinin mülkiyet, yaşam ve özgürlükleri- nin korunması için devletin asgari ölçüde müdahalesi ve kural koyması görüşü hakim olmuştur. Ekonomideki Laissez faire doktrini, devletin toplumdaki düzenleyici rolünü tanımlamada etkili olmuştur. Bu doktrine göre devlet, ülkenin güvenliği, kamu hiz- metlerinin sağlanması ve başka hiç kimse işletlelerin kâr yaratmayan bu tür kamu hizmetlerinin sağlanması ve başka hiç kimse tarafından yapılamayan bu tür kamu hizmetlerini üstlenmesi düşünülmemiştir. Bu dönemde işletmeleri yöneten ve yöneti- lenlerin sosyal sorumluluklarının birbirleriyle sıkı ilişkili olduğu kabul edildiğinden dolayı sosyal harcamalar gereksiz kabul edilmiştir. Bu görüşün kabul görmesinde bi- reyin fakirliğinin tek sorumlusu kendi olması, sistemi sosyal sorumluluklardan arın- dırmıştır. Fakat sanayileşmeye birlikte ortaya çıkan, işçilerin sömürülmesi ve fakirli- ğinin tek sorumlusunun kendisi olması, sistemi sosyal sorumluluklardan arındırılmış- tır. Fakat sanayileşmeyle birlikte ortaya çıkan, işçilerin sömürülmesi ve fakirliğin art- ması olguları özellikle İngiltere’de özel bazı kuruluşların yardım faaliyetlerinin hızla örgütlenmesine neden olmuştur. Bu dönemde özellikle toplumsal yönleri ağır basan Robert Owen, Charles Babbage, Andrew Ure ve Charles Dupin insan faktörünü ön plana çıkaran bir anlayışı benimseme çabası içine girerek işin sürekliliği ve iş disiplini acısından yöneticilerin performansını değerleme, iş güvenliği ve sağlığı, iş bölümü teknik yetenekler, eğitim ve yönetim konular üzerinde durmuşlardı290. Daha da önem- lisi, hak arama şeklinde başlayan ve zamanla örgütlenip 1870’li yıllardan itibaren başta İngiltere olmak üzere bütün dünyada resmen kabul edilen ve çalışanların her türlü maddi ve sosyal haklarını savunmada işçi sendikalarının kurulmasına zemin hazırlamıştır.

20. yüzyıl işletmelerin toplumdaki yerlerini daha da güçlendirdikleri ve toplu- mun dünya görüşü açısından sorumluluklarını belirlemeye çalıştıkları bir dönem ol- muştur. Adam Smith’in serbest rekabet koşullarının beklenen sonuçları vermemesi nedeniyle işletmeler, rekabetin hakim olduğu piyasalarda sanayileşmenin kendine özgü felsefesi ile bu defa toplumda, işçi, işletme ve tüketici arasındaki dengenin sağ- lanmasını geri plana itmişlerdir291. Bundan dolayı toplumdaki baskı guruplarından ziyade rekabetten etkilenen diğer işletmelerin öncülüğü de sanayileşmiş Batı ülkeleri,

290 Ahmet Esin; a.g.e., s. 56.

291 Clarence Walton; Corporate Social Responsibilities, Wadsworth Pub. Co. Inc., California 1967, s.

büyüyen ve güçlenen işletmelerin faaliyetlerinin ekonomik ve sosyal açıdan olumsuz etkilerini en aza indirgemek ve ortadan kaldırmak amacıyla yasal önlemler almaya başlamışlardır292.

20. yüzyılın son çeyreğinde, başta Amerika olmak üzere hemen her ülkede ö- nemli yapısal değişiklikler meydana gelmiştir. Batılı gözlemcilerin büyük bir hayran- lıkla idealize ettikleri Japonya mucizesi, Japon’ların milli kimlikleri ve özümsedikleri temel değerlerle açıklanmaktadır. Ekonomik mucizenin özünde Japon’ların kültür miraslarından devraldıkları ve işbirliği içinde eşsiz çalışabilme yetenekleri yatmakta- dır. Amerika ve Avrupa kâr maksimizasyonu peşinde koşarken ve “ahlaki değerler adeta bir ayak bağı olarak” görülürken Japon firmaları pazarların stratejik fethini, he- deflerini, firma imkanlarını yalnızca ortaklara daha fazla temettü dağıtabilmek için kullanmamış aynı zamanda, çalışanların çıkarları ve hatta piyasanın talepleri de ön plana alınmıştır. Dengeli ücret sistemi politikaları yanında, bir çok firmada hayat boyu iş garantisi sağlanmıştır. Böyle bir sosyal sorumluluk bilinci moral, motivasyon ve verimliliği yükselten unsurlardan olmuştur293.

I. ve II. Dünya savaşları toplumların yaşantılarında büyük değişimlere yol aç- mıştır. Savaşların meydana getirdiği bunalımlar, işletmelerin güçlerini gözden geçir- melerini zorunlu kılmıştır. Savaşlar sonunda işsizlerin istihdamı, yatırımlarda istikrara ve bu sırada boş kalan işçilerin kendilerini geliştirme eğilimi ve işçilerin sendikalaşa- rak toplumda güç sahibi bir grup haline gelmelerine ve sonuçta da sosyal değişimin hızlanmasına neden olmuştur294. Böylece büyük miktarda üretime yönelik bir sanayi anlayışının yanısıra üretimin ana faktörü olan insanın ekonomik gereksinimlerinin daha da ötesine giderek psiko-sosyal gereksinimlerini ön plana çıkaran bir anlayışın gerekliliği toplumda öncelik kazanmaya başlamıştır. Bireysel felsefenin yerini yeni- den toplumcu bir felsefeye bırakması sonucu Laissez-faire düşüncesinin geçerli olma- dığı anlaşılmıştır295. Toplumun bakış açısındaki değişiklik, savaş sonucunda gelen fakirlik, kaynak israfı gibi olumsuz gelişmeler toplumsal sistemi oluşturan tüm alt sistemleri dikkate alacak şekilde genel politikalar belirlemeyi zorunlu kılmıştır296.

292 Ş. Özgener; a.g.t., s. 145.

293 G. İşseveroğlu; a.g.m., http://www.isguc.org/gissever1.htm. 294 Esin Ahmet; a.g.e., s. 64’ten aktaran; Ş. Özgener; a.g.t., s. 146.

295 Clarance Walton, a.g.e., ss. 53-54’ten aktaran; Ş. Özgener; a.g.t., s. 146. 296 Ş. Özgener; a.g.t., s. 146.

1929 ekonomik bunalımından itibaren, liberalizmin doğurduğu toplumsal, si- yasal ve ahlaki sorunlar, birçok batılı düşünürü gelecek hesabına düşündürmeye baş- lamıştır. Dolayısıyla, yönetimde sosyal sorumluluk felsefesi ön plana çıkmıştır. Aktif bir toplumsal vicdan ve sorumluluğa sahip bir yönetim, faaliyet gösterirken aldığı ka- rarlarda sadece kendisini değil, aynı zamanda işgörenleri, müşterileri, hissedarları, tedarikçileri, sanayi kolunu, yerel toplumu, genel toplumu ve devleti de dikkate alma- lıdır297.

Özellikle 1950’li yıllardan sonra işletmelerin, çalışanların, müşteriler ve yöne- ticilerin durumlarıyla ilgili yasal düzenlemeler getirilmiştir. Tekelci faaliyetlerin ön- lenmesi, tüketici korumaya yönelik faaliyetler, iş güvenliği ve sağlığı, çevre korunma- sı, asgari ücret ve sigortalı çalışma olanaklarının sağlanması konusunda ciddi adımlar atılmış ve ilerleme kaydedilmiştir298.

1960’lı yıllarda Amerika dünyanın bilinen en zengin devletiydi. Bu zenginlik bir sosyal uyanışla geldi. Ülke koşulları, eşit fırsatlar imkanı; çevre ve tüketim konula- rını sorgulamaya ve düzeltici önlemler almaya başladı. İşveren kesimi, bu alandaki sorunların kaynağını ve bu sorunları giderecek teknik bilgilere sahip olduğunu hisse- derek ve bu gibi sorunlara pekçok firmanın neden olduğu hususunda ikna olmuştu, ayrıca kamuoyunun ısrarlı baskısıyla sosyal sorumluluğun belli bir bölümünü yerine getirmeleri konusunda topluma karşı bazı ekonomik etkinliklerin de üstünde bir yü- kümlülükleri olduğunu kabullenmişlerdi. Kamu, aynı işletmelerden, geleneksel alan- larda gösterdikleri ilgi ve duyarlılık kadar bir duyarlılığı da sosyal faaliyetlere doğru çevirmesini istiyordu299.

Daha samimi ve ılımlı 90’lı yıllar boyunca hükümetlerin daralan bakış açıları- nın ve birçok sosyal problemi çözmedeki yetersizliklerinin farkına varılmaya başlan- masıyla sosyal sorumluluk kavramına ilgi arttı. Ayrıca 1960’tan bu yana olan sürecin çoğunda artı harcamalar yapmaya imkan veren gelir düzeyi ve boş kalan zaman, bi- reylerin hayatlarını kazanmanın dışındaki konulara odaklanmalarına imkan vermiştir. Bunların dışında, tüm dünyadaki problemleri canlı olarak takip etmeye imkan veren uydu iletişimindeki gelişmeler, medyanın ve özellikle araştırmacı gazetecilerin iş ha-

297 Kemal Tosun, a.g.e., ss. 74-75. 298 Ş. Özgener; a.g.t., s. 146. 299 R.M. Hodgetts; a.g.e., s. 394.

yatının ihmallerini ortaya koymalarıyla, iş dünyasının daha az içe dönük, ileri görüşlü ve çok daha duyarlı olmasını sağlamıştır300.

Sosyal sorumluluğun ülkemizdeki gelişme seyrine de bakmakta fayda vardır. Osmanlı İmparatorluğu’nda toplumun geleneksel bir bakış açısına sahip olması ve İslam dininin dünya görüşü, maddi yaşam yerine manevi yaşamı düşünen kanaatkar bir toplum yaratmıştı. Dinsel sosyal görüşün hakim olduğu bu düşünce tarzı, büyük işletmelerin gelişmesini engellemişti. Daha da önemlisi örf, adet ve geleneklere sıkı sıkıya bağlılığın yanısıra dinsel düşüncenin bireyden çok cemaate dönük olması bu sorunu kronik hale getirmiştir. Dolayısıyla işletmelerin gelişmemesi sosyal sorumlu- luğa ilişkin yasal düzenlemelerin çıkarılmasını olumsuz yönde etkilemiştir301.

Batı Avrupa’da olduğu gibi Osmanlı İmparatorluğu’nda da “Lonca sistemi” bir ekonomik ve sosyal sistem olarak yüzyıllar boyunca üretim ve çalışma ilişkilerini dü- zenlemiştir. Ancak 19.yüzyılda Batılı ülkelere verilen kapitülasyonlar, lonca sistemi- nin çökmesine neden olmuştur. Bununla birlikte ilk işçi örgütü 1871 yılında kurulan Amele Perver Cemiyeti idi. Bu cemiyetin işlevleri tam olarak bilinmemekle beraber işçilere yardım ve işçiler arası dayanışmaya katkıda bulunmayı amaçlamıştır302.

II. Meşrutiyet’in ortaya çıkardığı özgürlük havasından etkilenerek kötü çalışma koşullan nedeniyle büyük kentlerde sayıları yüzbinlere ulaştığı tahmin edilen işçilerin yoğun grevleri görülmüştür. 1909 tarihli Tatil-i Eşgal Kanunu ile grevler yasaklanmış- tır. Bu kanun kamu kesiminde sendikaları yasaklamıştır. Aynı zamanda devlet giderek kötüleşen ve çalışanlar aleyhine bozulan çalışma koşullarının düzenlenmesi konusuna duyarsız kalmıştır. 1913 sonrası dönemde ülkenin yaşadığı savaş dönemi sendikal hareketlere olanak tanımamıştır303.

Türkiye Cumhuriyeti döneminde ise sosyal yaşamda çalışanlarla ilgili olarak kabul edilen ilk kanun 1921 tarihli ve 151 sayılı Ereğli Havzası Maden İşçilerinin Hu- kukuna Mütedair Kanun’dur. Bu kanun Zonguldak kömür işçileri için çalışma yaşını ve iş saatlerini düzenlemekte; mecburi çalışmanın ortadan kaldırılması, asgari ücretin

300 Geoffrey P. Lantos; The Boundaries of Strategic Corporate Social Responsibility, Cournal of

Consumer Marketing, Vol.: 18, No: 7, 2001, s. 600’den aktaran; A. Türkel, N. Gültekin; a.g.m., s. 132.

301 Ş. Özgener; a.g.t., s. 147.

302 Dursun Bingöl; Personel Yönetimi, 2. Baskı, Beta Basım Yayım Dağıtım, İstanbul, 1996, s. 294. 303 Dursun Bingöl; a.g.e., s. 295.

tesbiti, hastalık, ihtiyarlık ve iş kazaları gibi konularda bir sosyal sigorta kurumunun kurulmasını öngörmüştür. Yine 1923 İzmir İktisat Kongresi’nde gerçekte ekonomik esaslardan çok sosyal konular üzerinde durulmuştur. Bu kongrede işçilerle ilgili esas- lar konusunda tavsiye olarak sunulan düşünceler, işçilerin çalışma koşullarını kapsam- lı bir şekilde ele alan ilk belge niteliğini taşımaktadır. “Bu kongrede ilk defa çalışma saatleri, çalışma koşulları, tatiller, maden işçilerinin özel çalışma koşulları, ücretlerin tam olarak ödenmesi, ikramiye verilmesi, kadın işçilerin doğum izni vs. sosyal haklar gündeme getirilmiştir. Ayrıca belirli büyüklükteki işletmelerde dispanser, yakınlarında hastane ve hamam gibi kuruluşların inşa ilmesi vs. gibi pekçok konudaki düzenleme- lerle ilgili öneriler getirilmiştir”304. Ancak, bu kongrenin aldığı kararların hükümeti bağlayıcı niteliği yoktur.

1925 yılında işçilere hafta tatili hakkı veren Hafta Tatili Kanunu; 1930 yılında en fazla korunmaya gereksinim duyan kadın, çocuk ve genç işçilerin çalışma koşulla- rını, işçi sağlığı ve güvenliği konusunda hükümler getiren Umumi Hıfzısıhha Kanunu çıkarılmıştır305. 1932 yılında Türkiye Uluslararası Çalışma Örgütü’ne üye olmuştur. Öte yandan, 1936 yılında çıkarılan İş Kanunu, çalışma süreleri, asgari ücret, işçi sağlı- ğı ve iş güvenliği ilgili ayrıntıları kapsayan ilk kanundur. Bu kanun sanayideki iş u- yuşmazlıklarının çözümü ile ilgili bazı hükümler getirmekle beraber yapısı itibarıyla düzenleyici olmaktan ziyade koruyucu niteliktedir. Söz konusu sorunlar ortaya çıkma- dan, zamanına göre modern koşulları getiren bu kanun devletin bu konuda üstlendiği rolün önemini vurgulamaktadır. Fakat bu kanun İkinci Dünya Savaşı’nın güç ekono- mik koşulları nedeniyle uygulanamamıştır. Bu kanunun öngördüğü düzenlemelerin önemli biri kısmı 1946 yılında Çalışma Bakanlığı Kuruluş ve Görevleri Hakkında Çıkarılan Kanun ve işçi sigortaları kurumunun kurulmasıyla uygulama alam bulmuş- tur. Yine aynı yıl içinde “İş ve İşçi Bulma Kurumu” kurulmuştur306. Daha sonra 1946 ile 1951 yılları arasında sosyal güvenlik ile ilgili çeşitli kanunlar çıkarılmış ve Sosyal Sigortalar Kurumu faaliyete geçmiştir. 1950 yılında kurulan Emekli Sandığı Kanunu da memurların sosyal güvenliğini sağlamıştır. 1951 yılında “İş Mahkemeleri” kurulmuş-

304 Gündüz Ökçün; Türkiye İktisat Kongresi 1923 İzmir, Ankara Üniv. Siyasal Bilgiler Fakültesi

Yayın No: 262, Sevinç Matbaası, Ankara 1968, ss. 398-420’den aktaran; Ş. Özgener; a.g.t., s. 148.

305 Dursun Bingöl; a.g.e., s. 295.

306 DPT; Türkiye Cumhuriyeti’nin Ekonomik ve Sosyal Gelişmesinin 50. Yılı, 2. Baskı, DPT

tur307. Kısacası sosyal güvenliğin yaygınlaştırılması ilke olarak kabul edilmiştir, yıllarda sosyal hizmetlerle ilgili olarak, ana-çocuk sağlığı merkezleri, kreşler ve yeşil kart uygu- lamasıyla genel sağlık sigortasına geçiş, daha sonra işsizlik sigortası öngörülmüştür.

1924 Anayasası ile tüm vatandaşlara tanınan dernek kurma hakkından işçilerin de yararlanarak işçi dernekleri kurdukları bilinmektedir. Ancak 1925 yılında çıkarılan Takrir-i Sükun Kanunu sendika ve dernek kurmayı hemen hemen imkansız hale ge- tirmiştir308. Bu dönemde sendikal gelişmeler sınırlı olmuştur. 1947 yılında yürürlüğe giren sendikalar kanununun sosyal sınıf esasına dayanmak suretiyle sendika kuruluşu- na elverişli olabilecek biçimde değiştirilmesiyle işçi sendikalarının kurulmasına imkan sağlanmıştır. 1957 yılında ise yeni bir kanun ile işçi-işveren sendikaları ile sendika birliklerinin kurulması bir sosyal hak haline getirilmiştir. 1952 ile 1954 yıllarında ya- pılan ek düzenlemelerle basın işçileri ve deniz adamlarına da sendika kurma hakkı tanınmıştır. Bu kanun aynı zamanda grev ve toplu pazarlık haklarını da içermiştir. 1961 Anayasası ve 1963 yılında çıkarılan sendikalar kanunuyla çalışma hakları, grev ve lokavt, toplu sözleşme hakları anayasal güvence altına alınmış, fakat ulusal güven- liği tehdit eden grev ve lokavtların Bakanlar Kurulu tarafından durdurulması kararlaş- tırılmıştır. Yine, kamu hizmetinde çalışanlara sendika kurma hakkı tanınmıştır. Ancak 1970’li yıllardaki siyasi gelişmelerden dolayı memurların sendika kurma hakkı ile ilgili yasa yürürlükten kaldırılmıştır. “12 Eylül 1980 müdahalesi sonrası sendikaların faaliyetleri askıya alınmış, bazı sendikaların faaliyetlerine son verilmiştir. 1982 Ana- yasası ile Çalışma ilişkileri alanında bazı sınırlamalar getirilmiştir. 1475 sayılı iş Ka- nunu, 2821 sayılı Sendikalar Kanunu ve 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu önceki döneme göre bazı sınırlamalarla yürürlüğe koyulmuştur”309. Ancak günümüzde Türkiye’de sendikaların üyelerine yüksek düzeyde ücret sağlama, sendika yöneticilerinin eğitim ve bilinç düzeyi, işgörenlerin isteklerini etkileyen dünya görüşleri nedeniyle sendikaların sosyal yönden sorumluluklarını yeterince yerine ge- tirdikleri söylenemez310.

307 M. Ceylan Aldemir ve Alpay Ataol; Personel Yönetimi, Kardeşler Kitabevi, İzmir 1991, ss. 208-

216’dan aktaran; Ş. Özgener; a.g.t., s. 148.

308 Nusret Ekin; Endüstriyel İlişkiler, 1. Baskı, Yön Ajans, İstanbul 1989, s. 231’den aktaran; Ş.

Özgener; a.g.t., s. 149.

309 Dursun Bingöl; a.g.e., s. 296. 310 Ş. Özgener; a.g.t., s. 149.

Sonuç olarak Türkiye’de birincil gereksinimlerin karşılanması ön planda oldu- ğu için asgari geçim standardının üzerinde bir yaşam sağlanması öncelikli hedef ol- muştur. Sanayileşme ile beraber gelen çevresel ve sosyal sorunlar konusundaki bilinç- lenme ikinci planda kalmıştır311.

Genel bir değerlendirme ile, tarihi süreç içinde, işletmeler toplumun ihtiyaç duyduğu mal ve hizmeti üretmişlerdir. Günümüzde kişisel ve toplumsal değerlere, geçmişte olduğundan daha fazla duyarlılık gösterilmeye başlanmıştır. Artık toplum, teknolojik gelişmelerin sonucu olarak ortaya çıkan çevre sorunlarıyla ilgilenmekte ve hatta bir baskı unsuru olarak da işletmenin karşısına çıkabilmektedir312.

2.4. SOSYAL SORUMLULUĞUN KAPSAMI VE SINIRLARI