AVRUPA BİRLİĞİ, TÜRKİYE ve DİN
3. Son 300 yıllık dönem (1683’ten günümüze kadar): Bu süreç Avrupa’nın
lehine değişen bir dönemdir. Endüstri devrimi ile ekonomik, Fransız İhtilalı ile kültürel ve siyasi bir atılım gerçekleştiren Avrupa, tüm dünyayı sömürgeleştirerek hâkimiyet alanını oluşturmuş, Osmanlı için de yeni bir “öteki” kavramsallaştırması geliştirmiştir. Bu kez de Osmanlı, ilerleyen Avrupa karşısında direnen İslam Medeniyeti’nin son gücünü ve Avrupa ile diğer medeniyetler arasındaki temel ayrım çizgisini oluşturmuştur. Osmanlı ise bu dönemin ilk yarısında (1683‐1839) kendi sistemini muhafaza etmeye çalışmakla, ikinci yarısında ise (1839‐…) sistemini, Avrupa medeniyetine intibak etmeye çalışarak geçirmiştir. Tanzimat ile başlayan süreçte Osmanlı ve onun devamı niteliğindeki Türkiye, Avrupa’nın bir parçası olmaya çalışmıştır. İntibak ve bütünleşmenin bütün idealist söylemlerine rağmen Avrupa, Türk düşünüşünde hala “öteki” tanımlaması içerisinde, her an ülkeyi parçalayacak/bölecek bir senaryo içerisinde algılanmıştır. Bugün hem Avrupa açısından hem Türkiye açısından bu ikilemin izlerini görmek mümkündür.58
Bu temel ayrımdan hareketle Türkiye’nin Avrupa’yla bütünleşme serüveni 160 küsur yıl öncesine kadar götürülebilir. 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı ve sonraki gelişmeler, yeni bir medeniyet dairesine girildiğinin göstergesidir. Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı’nın aksine topyekûn reformların uygulandığı tarihsel bir sürecin başlangıcıdır. Fermanda devletin güçlü dönemlerinde uyguladığı usullere bir dönüş tavsiye ediliyorsa da fiiliyatta daha çok batılı tarzda yeni kanun ve düzenlemelerin yer aldığı görülmektedir. Ülkenin sıkıntılarının nedeninin Batıya adaptasyon eksikliği olduğunu düşünen dönemin devlet ricali ile kalkınmanın ancak batıyla mümkün olabileceğini düşünen sonraki dönem devlet adamları, bu yöndeki ilk adımları atmışlardır. Osmanlı parasının Avrupa para birimine uydurulması (1844), Viyana sefiri Şekip Efendi’nin Papa IX. Pius’un cülusunu tebrik etmek üzere Roma’ya gönderilmesi (1847), Islahat Fermanı (1856), II. Meşruiyet’in ilanı (1908), Gregoryen takvimin Kabul edilmesi (1917) gibi birçok yenilik hep bu niyetin tezahürleridir.59 Bu 57 Ahmet Davutoğlu, a.g.e., s. 538. 58 Ahmet Davutoğlu, a.g.e., s. 538‐539.
59 Osman Cilacı, “Avrupa Birliği Sürecinde Türkiye’deki Dini Hayat ve Sorunları”, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Girişi’nin Din Boyutu Sempozyumu, DİB Yay., Ankara 2003, s. 231.
şekilde Osmanlı, yüzyıllardır içinde bulunduğu bir medeniyet dairesinden çıkıp, çoğu zaman mücadele içinde bulunduğu bir medeniyet dairesine girmektedir. Tanzimat ve Islahat Fermanları Osmanlı zihniyet dünyasında dönüşümlerin, kırılmaların yaşandığı bir döneme tekabül etmektedir. Russel’in ifadesiyle “batıda teori tatbikatı takip eder, doğuda ise bütün tatbikat teoriden çıkarılmaya çalışılır.” Tanzimat ve Islahat Fermanları’nda da aynı durum söz
konusudur. Yönetimin, halkın ihtiyaçlarını kesin bir şekilde tahlil etmeye ve buna göre düzenlemeler yapmaya vakti yoktur. Batılı olmaktan başka çareleri olmadığını düşünmektedirler. Bu anlamda Osmanlı’nın batılılaşma sürecine girmesinden itibaren devlet adamları ve yöneticilerin kendilerine atfettikleri misyon toplum mühendisliği olmuştur.60
Türkiye batı ile girdiği cephe ilişkilerini kaybettikten sonra bu medeniyete iltihak etme iradesi gösteren siyasi elitin elinde, tam bir tarihi kırılma ve yüzleşme yaşayan yegâne ülkedir. Bu bağlamda bazı yazarlar; AB’ye entegrasyon sürecini, birçok açıdan tehdit olarak algılanan batıyla bütünleşmek suretiyle ondan gelebilecek zararları bertaraf etme, olarak tanımlarlar. Bu düşünce, tarihte ilk defa bir uygarlığın başka bir uygarlığın tehdidinden onunla bütünleşerek kurtulacağı savına dayanması61 açısından önemlidir. Bu sürecin en önemli sonucu, Müslüman bir toplumda laik bir devlet oluşturmasıdır.
Her şeyden önce son iki yüzyılın zihin dünyasına damgasını vuran batı merkezli düşünüş yapısı, hem batının bizzat içinde hem de batı dışı toplumlarda ciddi bir meydan okumayla karşı karşıya kalmıştır. Böyle bir dönemde farklı medeniyet birikimlerine sahip, batı dışı son büyük medeniyet tecrübesini içinde barındıran ve stratejik bir noktada bulunan Türkiye için olağanüstü imkânlar söz konusudur. Türkiye bu mevcut potansiyelini kullanabilirse sadece Avrupa’da değil, tüm dünyada önemli bir aktör olarak yerini alabilecektir. Bunun aksine AB ile girilen entegrasyon sürecinde toptam bir tarih reddi ve Avrupalı olma yönünde radikal bir medeniyet kırılması anlayışı benimsenirse veya karşı karşıya kalınan her problemde bir Avrupa karşıtlığı ortaya çıkarsa sağlam ve süreklilik arz eden bir kültürel aidiyet kimliği
60 Adem Efe, “Türkiye’nin Avrupa Birliğine Giriş Sürecinde Din ve kültürel çatışma Sorunu”, Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne Girişi’nin Din Boyutu Sempozyumu, DİB Yay., Ankara 2003, s. 425‐426.
61 Hüsamettin İnaç, AB’ye Entegrasyon Sürecinde Türkiye’nin Kimlik Problemleri, Adres Yay., Ankara 2005, s. 167; Bu sürecin doğal bir sonucu olarak din bütünüyle dışlanmamakta ama bireyin özel meselesi haline getirilip devlet yönetimindeki nisbi etkinliği bertaraf edilmektedir. (Adem Efe, a.g.m., s. 430)
oluşturulamayacağı gibi, temasa girilen toplumlar nezdinde de saygın bir konum elde edilemez. Son iki asırlık tecrübeler göstermiştir ki bir toplumun radikal değişimi, sadece uluslararası konjonktürün ve radikal entelektüel bir tercihin ürünü olamaz. Toplumu istediği anda istediği yöne doğru değiştirebileceğine inanmak ve tek boyutlu bir dogmatizme yöneltmek neo‐oryantalist bir tavırdan başka bir şey değildir. AB ile olan ilişkinin tarihsel tecrübelerin ışığında ve yepyeni bir yaklaşım belirlenerek sürdürülmesi gerekmektedir. Bu çerçevede sorulması gereken soru, Türkiye’yi diğer aday ülkelerden ayıran niteliklerin ne olduğudur. Mesela niçin Doğu Avrupa ülkelerinin üyeliği, bir medeniyet tartışması yaratmamaktadır da soğuk savaş döneminde Avrupa ile stratejik ortaklık içinde olan Türkiye’nin adaylığı derin medeniyet tartışmalarını beraberinde getirmektedir? Hatta niçin AB‐Çin ve Japonya ilişkileri daha rasyonel bir çizgide seyrederken AB‐Türkiye ilişkileri organik bağlara rağmen menfi sonuçlar doğurup, Türkiye’nin medeniyet ve kültür farklılığı, bir dışlama ve ötekileştirme mevzusu olabilmektedir? Bunda tarihten gelen tecrübelerin büyük etkisi vardır. Türkiye, diğer üye ve aday ülkelerin aksine Avrupa’nın yarısına yakın kısmına, mevcut medeniyet düşüncesinden farklı bir tasavvurla sahip olmuş ve Avrupa’nın akışını değiştirmiş bir birikimin varisidir. Öte yandan Avrupa’nın sömürgeci tavrına karşı çıkabilmiş nadir ülkelerden birisi de Türkiye’dir. AB’nin 70’li yıllarda daha çok ekonomik gerekçelerle karşı çıktığı serbest dolaşım gibi konuların, 80’lerden sonra kültürel karşı çıkışlarla devam etmesi, bu tarihsel tecrübenin bir sonucu62 olarak yorumlanmaktadır.
Türkiye‐Avrupa ilişkisinin tarihi yüzyıllarca geriye götürülebilse de, Türkiye‐ Avrupa Birliği ilişkilerinin yarım asırlık bir geçmişi vardır. Türkiye, AB’nin (o zamanki adıyla AKÇT) 1958 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra, Temmuz 1959'da AB’ye üye olmak için başvurmuştur.63
Sovyetler Birliği’nin ideolojik ve bölgesel genişlemeciliği karşısında ulusun bağımsızlığının korunması ve güvenliğinin sağlanması,64 Türkiye’nin dış politikasının belirlenmesinde uzun süre, hatta SSCB dağılana kadar temel etmenlerden biri olagelmiştir. Cumhuriyetin kurulmasından bu yana, hatta daha öncesinden beri, batılılaşma ile modernleşmenin eş tutulması65 ve
62 Ahmet Davutoğlu, a.g.e., s. 540‐542.
63 T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı, a.g.e., s. 295.
64 Kemal H. Karpat, Türkiye ve Orta Asya, Çev. Hakan Gür, İmge Kitabevi, Ankara 2003, s. 227.
65 Hasan Hanefi, “İslam ve Batılılaşma”, Değişim Sürecinde İslam, Çev. İlhami Güler, TDV Yayınları, Ankara 1997, s. 132; S. Rıdvan Karluk, Avrupa Birliği Dersleri, Nobel Yay., Ankara 2006, s. 1.
benzeri nedenler özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa kıtasında veya onu merkez alarak kurulan siyasi ve güvenlik kaynaklı oluşumların tümüne katılmaya Türkiye’yi yöneltmiştir. Bu suretle Türkiye, Avrupa Konseyi ve NATO'ya üye olmuştur.66 Yunanistan’ın Avrupa Birliği üyeliğine başvurması ve yukarda bir kısmını andığımız siyasi gerekçeler de Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine başvurmasına neden olmuştur. Dolayısıyla Avrupa ile bütünleşme, başlangıçta ülkemiz için ekonomik olmaktan ziyade politik amaçlı olmuştur.
Politik amaçlı AB macerası, geçen süre zarfında Türkiye’de esas politikalardan biri haline gelmiş, neredeyse iktidara gelen her hükümetin birinci önceliği olmuş, zaman ilerledikçe de politik kaygılarla yapılan üyelik başvurusu, ekonomik kaygıların çözümü noktasında da bir çıkar yol olarak düşünülmüştür. Nitekim dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü’nün “Ne işe yarayacak bu Ortak Pazar?” sorusuna;
“Ekonomik olarak bir kazancı/kaybı yok. Fakat Türkiye’nin gemisini Avrupa limanına bağlıyoruz” diye cevap verilmiş, İsmet İnönü’nün beğendiği bu cevap karşısında; “Türkiye’nin bundan yararlı çıkacağını ve ebediyete kadar Avrupa’ya bağlanacağını”
ifade ettiği nakledilmiştir.67
Yunanistan’ın başvurusunu takiben Türkiye’de adeta bir panik havası yaşanmış, durum 30 Temmuz 1959 tarihinde toplanan kabinede tartışılmış ve Adnan Menderes’in; “Yunanistan’ın Ortak Pazar’a girmesi karşısında Türkiye seyirci mi
kalacak? Onların altından kalkıp da bizim başaramayacağımız ne olabilir ki!” sözüyle
de Ortak Pazar’a başvuru kararı alınmıştır.68 Bu durum, daha ilk günlerden beri AB üyeliğinin siyasi konjonktürle ilgili olduğunu göstermektedir. Elbette başvuru yapılmasının yegâne nedeni bu kaygılar değildir. Yukarıda da ifade ettiğimiz gibi Türkiye’nin AB üyelik başvurusunun nedenleri arasında 150‐200 yılı aşkın sosyolojik bir alt yapı vardır. Bunun yanında önemli etkenlerden biri de kuru üzüm, fındık gibi önemli ihraç ürünlerine rahat bir şekilde pazar bulmaktır. Türkiye’nin adaylık başvurusunun ilk yıllarındaki durumu dikkate alındığında, tam anlamıyla bir AB üyeliğinin hedeflenmediği, zaman içerisinde ortaya çıkan Gümrük Birliği’nin nihai bir hedef olarak düşüldüğü, Gümrük Birliği hedefinin dahi, üzerinde çok itinayla
66 Kemal H. Karpat, a.g.e., s. 228; Hasan Karakılıç, “Avrupa Birliği Üyeliği Sürecinde, Batı ve Doğu Arasında Türkiye”, Değişen Dünyada Türkiye’nin Önemi Sempozyumu, C. II, Bursa 2004, 729‐730. 67 Ali Bulaç, a.g.e., s. 91.
inceleme yapılmadan karar verilmiş bir gelişme olduğu ifade edilmektedir.69 Nitekim başvurunun yapıldığı 1959 yılından Ankara Anlaşması’nın imzalandığı 1963 yılına kadar AB hakkında ciddi bir araştırma yapılmamış, dört yıl sonra yapılan tek araştırmanın başlıca gerekçesi de “Türkiye batı dünyasına mensuptur” olmuştur.70
AB‐Türkiye ilişkilerinde 4 dönemden bahsedilebilir.