• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: AZERBAYCAN`IN TÜRKİYE VE RUSYA İLE İLİŞKİLERİ

2.2. Azerbaycan Rusya İlişkileri

2.2.2. Soğuk Savaş Sonrası Rusya`nın Kafkasya Politikası

Kafkasya, Avrupa Rusya`sı, Orta Asya ve Anadolu`yu Orta Doğu`ya, Orta Asya`yı ise Anadolu aracılığıyla Avrupa`ya bağlayan, doğu-batı yönümünde bir koridor oluşturarak Orta Asya`nın denizlere ulaşmasını mümkün kılan en kısa ve uygun yönelim olmasının yanı sıra, Rusya`nın sıcak denizlere inme yolu üzerinde bulunması nedeniyle de büyük önem taşımaktadır. Rusya için Kafkasya hem de güneyin kontrolü, ayrıca güvenlik açısından önem taşımaktadır. Hem Karadeniz hem de Hazar kıyıları Rusya için önemli mekanlardır. Enerji kaynakları ve enerji boru hatları Kafkasya`da Rusya için en önemli konulardır. Kafkasya Rusya için Avrupa ve Orta Asya arasında bulunan bir köprü olarak değerlendirilmektedir. (Kantarcı, 2006: 99). Bakü`de petrol bulunması bölgenin stratejik özelliğini daha da arttırmıştır. Bunun yanısıra zengin doğalgaz, kömür, uranyum, altın ve civa gibi yeraltı kaynakları, buğday, pamuk ve pirinç gibi yerüstü kaynakları da bulunması bölgenin önemini daha da arttırmaktadır. 19. yüzyılın sonlarından itibaren çıkarılmaya başlayan Azerbaycan petrolü, SSCB döneminde Rus ekonomisinin önemli kısmını oluşturmaktaydı (Pamuk, 1995: 133). Tüm bu nedenlerle Kafkasya`nın Rusya için büyük önem taşıdığı söylenebilir.

1991`de SSCB`nin dağılması ile sona eren Soğuk Savaş sonrası dönemde Rus dış politikasında iki önemli akım ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki Batı yanlısı politikaların savunucusu olan ve “Atlantikçi Ekol” olarak adlandırılan gruptur. Bu grup ülkenin çıkarlarının en iyi şekilde AGİT ve NATO gibi Batılı örgütlere katılarak korunabileceğini savunmaktaydı. Rusya Federasyonu dış politikasının birincil önceliği Batıyla bütünleşerek işbirliğine gidilmesi olmalıydı. Böylece Rusya’da pazar ekonomisine dayanan demokratik bir siyasal rejimin kurulması sağlanabilecekti. Atlantikçilerin temel dış politika yönelimi, Rusya’nın Batı ile ekonomik entegrasyonunun tamamlanması ve medeni dünyada “normal” bir ülke olarak Rusya’nın yerini alması şeklindeydi. Rus uluslararası stratejisinin temel misyonu, Batı ile ortaklık

63

kurmak ve AB, NATO, IMF, Dünya Bankası, OECD, GATT ve G-7 gibi Batılı ekonomik, politik ve askeri örgüt ve kuruluşlara katılmak olmalıydı. 1991’de uluslararası sisteme SSCB’nin varisi olarak katılan Rusya Federasyonu, içeride demokrasiye ve serbest pazar ekonomisine, dışarıda Batı ile işbirliğine yöneldi. Dönemin Dışişleri Bakanı Andrei Kozirev ve Başbakan Yardımcısı Egor Gaidar’a göre, Batılı ülkeler RF için “ideal bir model ve ortak”tı. Dolayısıyla RF, BDT içerisinde “lider rolü” üstlenmekten kaçınmalı; Batı ile işbirliğine öncelik vermeliydi. Rus dış politikasının birincil önceliği Batıyla bütünleşerek işbirliğine gidilmesi olmalıydı. Böylece Rusya’da pazar ekonomisine dayanan demokratik bir siyasal rejimin kurulması sağlanabilecekti. Böylece, Kozirev’in ve Dışişleri Bakanlığı’nın sözcülüğünü yaptığı, dönemin Devlet Başkanı Boris Yeltsin’in de desteklediği Atlantikçi yaklaşım, 1990’ların başında Rusya’nın izlediği dış politikaya yön verdi (Dağı, 2002: 147-151). Soğuk Savaş sonrası Rus dış politikasında ortaya çıkan diğer önemli bir akım ise “Yeni Avrasyacı Hareket olmuştur. İkinci ana akım olan “Yeni Avrasyacı Hareket” ise “Atlantıkçi Ekol”a tepki olarak ve SSCB öncesi dönemdeki “Klasik Avrasyacılık” yaklaşımından ilham alarak ortaya çıkmış ve içerisinde jeopolitikçiler, monarşistler, Rus Ortodoks Kilisesi, aşırı milliyetçiler, Stalinciler gibi alt gruplar yer almıştır. Devlet başkanı eski yardımcılarından Rutskoi, parlamento eski sözcüsü Khasbulatov, general Lebed, Komünist Partisi lideri Zuganov, Jirinovski ve eski başbakanlardan Primakov gibi isimler bu hareketin öncülüğünü yapmışlardır. Akademik çalışmalarda ise Dugin, Panarin ve Bagramov gibi isimler öne çıkmıştır. Yeni Avrasyacılar, SSCB sonrası dönemde oluşan jeopolitik ve jeoekonomik boşluğun batı dünyası tarafından doldurulmaya çalışılmasını, ABD’nin ekonomik ve teknolojik vasıtalarla siyasal ve kültürel hegemonyasını sürdürmesini uluslararası sistem ve Avrasya coğrafyası için bir tehdit olarak görmekte ve Avrasya’nın kültürel, ekonomik ve siyasal alanda stratejik olarak entegre edilmesi gerektiğini ileri sürmektedirler. Ayrıca Yeni Avrasyacılar, Rus ulusal çıkarlarının korunabilmesinin, uluslararası sistemde Rusya’nın konumunun yeniden tanımlanmasına ve siyasal ve askeri gücünün geliştirilmesine bağlı olduğunu savunmakta ve bu kapsamda jeopolitik unsurları ön plana çıkararak jeopolitiğin, siyasal güç ve “büyük devlet” olmanın vazgeçilmez bir unsuru olduğunu belirtmektedirler. Rusya’yı Halford MacKinder gibi Avrasya coğrafyasının “stratejik pivot”u olarak değerlendirmekte ve Rus dış politikasının bu eksende şekillenmesi gerektiğine inanmaktadırlar (Yıldırım, 2013: 72).

64

Yeltsin`in dış politika danışmanı Sergei Stankeviç`in sözcülüğünü yaptığı Avrasyacılık yaklaşımı, “yakın çevre”yi, başka ifade ile 14 eski Sovyet cumhuriyetini Rus dış politikasının merkezine yerleştiriyordu. Diğer danışman Andranik Migranyan ise, Rusya`nın kendi “Monroe Doktrini”ni ilan etmesi ve böylece eski SSCB topraklarında RF `nun “yaşamsal çıkar alanı” olduğunu duyurması gerektiğini bildirmiştir (Donaldson ve Nogee, 2002: 126-127).

1992’nin sonlarına doğru eski Sovyet cumhuriyetleri Rusya Federasyonu dış politikasında öncelikli bir yer edinmeye başlamıştır. Böylece “yakın çevre”nin “yaşamsal önemi” Avrasyacı yaklaşımın yanı sıra Batı yanlısı grup tarafından da paylaşılan bir görüş olarak Rusya Federasyonu`nun dış politika konsepti ve askeri doktrinine yansımıştır. Nitekim Nisan 1993’te Yeltsin tarafından onaylanarak yürürlüğe giren dış politika konsepti, RF’nin eski Sovyet topraklarındaki “hakları”na işaret ediyor; bölgede istikrar ve güvenliğin sağlanmasından Moskova’nın “sorumlu” olduğunu belirtiyordu. RF’nin Kasım 1993’te açıkladığı askeri doktrininde de önceliği BDT ülkeleri olmuştur. Söz konusu belgeyle Moskova, “nükleer güce ilk başvuran taraf olmama” taahhüdünden vazgeçtiğini açıklayarak, “yakın çevre”sine yönelik dış güçlerin olası müdahalelerine karşı caydırıcı olmayı hedefliyordu. Ayrıca bu belgeyle, çıkarlarını tehdit altında hissettiğinde RF’nin “yakın çevre”sine “askeri müdahalede bulunma hakkı” ilan edilmiştir (İzzetgil, 2016: 52-53).

Bu çerçevede Rusya, Güney Kafkasya’yı denetimi altında tutmaya; özellikle de 1990’ların ikinci yarısından itibaren bölgeyi kendi “yaşamsal çıkar alanı” olarak nitelendiren ABD’nin etkinliğini sınırlamaya çalıştı. Böylece, ABD hegemonyasına karşı çıkan ve Washington’un bölgedeki etkisinden rahatsız olan İran, Rusya için önemli bir ortak haline geldi. Yakın çevrenin ve bu arada Güney Kafkasya’nın RF için önemi Putin’in devlet başkanlığı döneminde de vurgulandı. Nitekim 10 Ocak 2000 tarihinde yürürlüğe giren milli güvenlik konseptinde, RF’nin BDT üyesi ülkelerle ilişkilerini geliştirme, “yurtdışındaki Rus vatandaşlarının yasal hak ve menfaatlerini koruma” hedeflerine işaret edildi. Ayrıca, “yakın çevre”de Rus etkinliğinin zayıflaması ülke güvenliğine yönelik bir “tehdit” olarak nitelendirilerek, “belirli şartlarda dünyanın bazı stratejik öneme sahip bölgelerinde Rusya’nın askeri mevcudiyetinin gerekliliği”ne dikkat çekildi. Ardından, 28 Haziran 2000’de açıklanan dış politika konseptinde BDT ülkeleri bölgesel önceliklerde ilk sırayı aldı. Ayrıca, söz konusu ülkelerin tümüyle

65

“stratejik ortaklık ve iyi komşuluk ilişkilerinin gelişmesine” önem verildiği belirtilmiştir. (Canar, 2012: 24-25).

Fakat SSCB`nin dağılmasından sonra bölge devletleri kendi bağımsızlıklarını ilan etmenin yanında Rusya kontrolünden kurtulmak için birçok girişimlerde bulunmuşlardır. Bu bağlamda Rusya`nın bölgeye yönelik politikası 2000 öncesi ve sonrası olarak ikiye ayrılarak değerlendirilebilir. 2000`e kadar merkezi sorunlarla meşgul olan Yeltsin, Kafkasya konusuna fazla ilgi gösterememişse de, 1999`da Başbakan, 2000`de ise Cumhurbaşkanı olarak iktidara gelen Putin, Kafkasya bölgesine, özellikle Kuzey Kafkasya`ya ilgiyi arttırmış ve merkezi hükümetin konumunu güçlendirmiştir. Güney Kafkasya, Kuzey Kafkasya kadar etnik zenginliğe sahip olmasa da, azımsanmayacak kadar etnik grup, bunların kontrol etmeye çalıştığı jeopolitik alanlar vardır. Bu alanlar olarak Gürcistan`da Abhazya, Güney Osetya, Acaristan, Samskhe-Javakheti bölgeleri, Azerbaycan`da Dağlık Karabağ`ın yanı sıra Borçalı Terekemeleri, Azerbaycan`ın İran sınırında yaşayan Talışlar, Kuzeybatı Azerbaycan`daki Lezgi ve Avarlar gösterilebilir Güney Kafkasya`daki Rus askeri üsleri bölge jeopolitiği açısından önemli bir konu olarak nitelendirilmektedir. Rusya`nın Gürcistan`da 4 üssü olsa da, sonuncusu 2006`da Gürcistan`ın talebi üzerine kapatılmıştır. Gürcistan`ın Batı yönlü dış politika izlemesi sonucu olarak Abhazya ve Güney Osetya sorunu bir anda alevlenmiş ve 2008`de Rusya-Gürcistan savaşı yaşanmıştır. Rusya`nın bölgedeki tek askeri üssü Ermenistan`da bulunmaktadır (İzzetgil, 2016: 64-66).

Özellikle NATO`nun genişlemesi kapsamında ABD destekli “Renkli Devrimler”den sonra Rusya bölgede güç politikası uygulamaya başlamıştır. Günümüz itibariyle Rusya Kafkasya`yı bir “çevre” olarak görmekten ziyade, Karadeniz, Azak ve Hazar denizlerini birleştiren, geniş anlamda Avrupa ile Asya`yı bağlayan, İpek Yolu, aynı zamanda Güney ve Doğu Asya`ya giden yollar üzerinde bulunan önemli stratejik bir alan olarak görmektedir. Kafkasya ülkelerinin NATO ve AB`ye karşılık olarak Rusya`nın liderliği altında tesis edilen Avrasya Ekonomik Birliği`ne katılımı RF`nin temel amaçları arasındadır. Fakat günümüz itibariyle Ermenistan dışında ne Azerbaycan ne de Gürcistan bu örgütte üye olarak bulunmaktadır (Nation, 2015: 6).

66