• Sonuç bulunamadı

I. Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı Devleti askerleri sıtmadan çok çekmiştir. Ordu en büyük kayıplarını sıtma hastalı nedeniyle vermiştir. Milli Mücadele yıllarında halkın çoğunluğu yiyecek, cephane, araç gereç kıtlığı yanında sıtma, tifo, verem vb. salgın hastalıklarla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Bu dönemde sağlık araç gereçleri çok yetersizdi. Hatta İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi öğrencilerinin çoğunluğu

327Cumhuriyetin 50. Yılında Karayollarımız… a.g.e. s. 44. 328 Türkan Çetin, a.g.t. s. 43.

329Tire’de Yeni Yapılan Mektep ve Yollar”, (26 Şubat 1934). Cumhuriyet. Diğer basın organlarında da

bu olay sıkça dile getirilmiştir.

330Halit Arıoğlu, “Büyük Davamız Yol! Yol! Yol! ve Taşıt”, Hep Bu Topraktan, S.3, Nisan 1944, s. 19-

20. Türkan Çetin, a.g.t. s. 43-44.

Anadolu’ya geçerek halka sağlık hizmeti vermeye başlamıştı ancak bu bile yeterli olmamıştı. Bundan dolayı yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin önem verdiği konulardan biri de sağlık konusu idi.

Halkın sağlığını korumak, doğum oranını arttırmak, nüfusu çoğaltmak, ölümü azaltmak, salgın hastalıklarla (sıtma, frengi, tharom vb.) mücadele etmek, vatandaşların sağlıklı vücuda sahip olmasını temin etmek, sağlık hizmetlerinde kaliteyi arttırmak ve memleketin her köşesine kadar yaymak yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin sağlık politikalarının temelini oluşturmuştur.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulduğunda sağlık personel sayısı oldukça azdır. 1923 yılı verilerine göre; memlekette 78 hastane, 6.517 hasta yatağı, 554 doktor, 4 hemşire, 136 ebe, 560 sağlık memuru, 69 eczacı ile 332 idare memuru bulunmaktaydı. Bu dönemde az nüfusa sahip ve dağınık bir yaşam süren köylerde ise sağlık kurumu açmak zordu açılan sağlık kurumlarında da bırakın doktor, hemşireyi sağlık memuru bile bulmak zordu. Buna bir çözüm bulmak isteyen Cumhuriyet hükümeti, sağlık hizmetlerini kırsal kesimlere götürmek amacıyla 1925 yılında çıkarmış bir kanun ile tıp fakültelerinden mezun olan öğrencilerine mecburi hizmet kanunu (etıbbanın hizmeti mecburisi hakkında) çıkartmış ve bu kanun 1937 yılına kadar yürürlükte kaldı.

Cumhuriyetin ilk yıllarında ülkemizde 0-1 yaş arası bebeklerin ölüm oranları binde 137’dir. Köy çocuğu için doğumdan sonra yaşama şansı ise bu oran ilk bir yaşta binde 160’dır. Bebek ölümlerinin büyük çoğunluğu nedeni salgın hastalık olan sıtmadır. Çocuk ölüm oranlarının yüksek olmasında da sıtma hastalığının payı yüksektir. Sıtmaya yakalanan kadınlarda da düşük yapma çok görülmüştür. Köydeki kadınlar köy işlerinin yoğun olmasından dolayı neredeyse doğum zamanına kadar tarla işlerinde çalışır hatta çocuğunu tarla da dünyaya getiren birçok kadın vardır.

Bu dönemde köylerdeki en salgın hastalık sıtmadır. Sıtma hastalığı köy ekonomisini de olumsuz etkilemiştir. Çünkü tarla da çalışması gerekirken hastalıktan dolayı yatması üretimde düşüşlere neden olmuştur. 1923-1925 yılları arasında memlekette yaşayan halkın yaklaşık % 70’i sıtma salgınına yakalanmıştır. İşin daha kötü tarafı sıtma hastalığı bu kadar yaygın iken birçok kasaba ve köyde yaşayan insanların sıtmaya gereken hassasiyeti göstermemiş olmasıdır. Çünkü köylü halk için sıtma kadar tehlikeli olan ve uzun yıllardır başlarına bela olan kolera, tifo, veba vb.

hastalıklar da başa beladaydı. Köyler sıtmadan kurtulmak için köylerini terk ederek yüksek yerlere göç etmek zorunda kalmışlar çünkü sıtmadan kurtulmanın çaresini bataklık haline gelen ovaları terk etmekte bulmuştur. Köylü sıtmadan kurtulmak için ilkel yöntemlere başvurmuştur. Cahilliğin kok gezdiği köylerde köylüler, imama okutmuş olduğu ipi koluna bağlamak, çalıya çaput bağlamak, gübre ile ısırılan yere pansuman yapmak vb. çarelere başvurmuştur.

Devlet bu dönemde sıtma ile mücadele konusunda önemli atılımlar yapmıştır. 1925’te İstanbul’da, Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam başkanlığında bir komisyon oluşturularak bir talimatname hazırlanmıştır. Memleket genelinde bu talimatnameyle sıtmayla mücadele bölgeleri kurulmuştur. 1925 yılındaki çalışmada iki temel ayrıma gidilmiştir. Birinci bölge sıtmanın yoğun olduğu bölgeler, ikinci bölge sıtmanın az olduğu bölgelerdir. Birinci bölgede Denizli, İzmir, Aydın, Muğla, İzmit, Adana, Maraş, Mardin, Samsun, Ordu, Trabzon, Çanakkale, Antalya, Mersin illeri yer almıştır.331 1944

yılında gelindiğine oluşturulan bölge sayısı 44’e ulaşmıştır. Bu dönemde birçok ilde sıtma enstitüleri açılmıştır. Sıtma hastalığı ağır olanlar içinde birçok ilde dispanser açılmıştır. 19 bölgede bulunan 33 il, 108 ilçe ve 4.614 köyde toplam 3.650.068 kişi üzerinde 151 doktor ve 563 sağlık memuru sıtma ile mücadele konusunda çalışmalar yapmıştır.332 1917-1925 yılları arasında İzmir’de % 72, Denizli’de % 90 sıtma

hastalığına yakalanmıştır. Sıtma hastalığı sulu ve verimli ovalara sahip Adana, Aydın, Samsun, Manisa vb. illerde çok görülmüştür. Örnek olarak Aydın ilinde 1935 yılında 45.957 kişi, 1936 yılında ise 63.702 kişi sıtmadan dolayı tedavi altına alınmıştır.333

Sıtma ile mücadele kapsamında hastalığın ilacı olan kinin hükümet tarafından fakir halka bedava dağıtılmış ve köylere kadar sağlık memurları gönderilmiştir. Sıtma teşkilatı olmayan yerlerde sıtma hastalarını muayene etmek ve ilaçlarını verme konusunda belediye ve devlet hastanesi doktorları yükümlü kılınmıştır. Sıtmanın ilacı kinin yurtdışından ithal edilirken 1935’ten itibaren Kızılay tarafından yapılmış ve halka ücretsiz dağıtılmıştır.334

331 Erdem Aydın, Türkiye’de Sıtma Savaşı, Türk Tabipler Birliği Yayınları, Aralık, 1998, s. 11-12 332 Türkan Çetin, a.g.t. s. 194.

333 Fatih TUĞLUOĞLU, “Türkiye’de Sıtma Mücadelesi (1924-1950)”, Türkiye Parazitoloji Dergisi,

S.32, s.353-354.

334 Fatih TUĞLUOĞLU, a.g.m. s.355.

Sıtma hastalığı II. Dünya Savaşı yıllarında tekrardan artış göstermiştir. Troptika tipi sıtma ülke genelinde etkili olarak ölümcül boyutlara ulaşmıştır. Bunun üzerine hükümet tekrardan sıtma ile mücadele konusuna ağırlık vermek zorunda kalmıştır. 1945 yılında sıtma ile mücadele konusunda bir kongre toplanmış, kongre sonucunda alınan kararların etkisiyle ilk olarak 1945 yılında “Sıtma İle Olağanüstü Savaş Yapılmasına Dair Kanun” adıyla bilinen 4707 sayılı geçici kanun çıkarılmış ancak bu kanun dokuz ay yürürlükte kalmıştır. 1946 yılında 4871 sayılı “Sıtma Savaşı Kanunu” yürürlüğe girmiştir.335 Bu döneme kadar Sağlık İşleri Genel Müdürlüğüne bağlı bulunan Sıtma ile

Mücadele Bölgeleri ayrı bir Genel Müdürlüğe bağlanmıştır. Bölge sayısı ve personel sayıları arttırılarak sıtma ile mücadeleye önem verilmiştir. 1949 yılında 54 il, 301 ilçe, 12.543 köy olmak üzere toplam 9.616.676 kişi (6.403.475 kişi köylerde, 3.213.303 kişi şehir ve kasabalarda) sıtma konusunda gözetim altında tutulmuştur. Genel nüfus içinde sıtmaya yakalananların oranı 1945’te % 33, 1946’da %36, 1947’de %33, 1948’de %26’dır.336 Devlet sıtma ile mücadele konusunda vatandaşlardan ücret almamıştır. Bu

yönüyle Türkiye, dünyada bu işi ücretsiz yapan birkaç devletten biri olmuştur. Bu dönemde dünya genelinde en fazla ölüme sebep olan hastalıkların başında sıtma gelmiştir. Uzun yıllar sıtma ile mücadele eden Türkiye Cumhuriyeti 1940’lı yıllarından itibaren bu hastalık ile mücadele konusunda önemli atılımlar yapmış ve bu hastalığı yenmiştir. Sıtma ile mücadele konusunda bataklık alanlara kavak ve söğüt dikilmesi, çeltik tarımı uygulamaları etkili olmuştur.

335 Erdem Aydın, a.g.e. s. 14. 336 Türkan Çetin, a.g.t. s. 195.

ÜÇÜNCÜ BÖLÜM

1930 - 1940 YILLARI ARASI KÖYLÜCÜLÜK POLİTİKALARI

3.1. Köye ve Köylüye Olan İlginin Artış Sebepleri

1923-1930 yılları arasındaki süreçte yeni Cumhuriyet rejiminin köylüler hakkındaki entelektüel ve pratik ilgisi, köylü milletin efendisidir olduğu söyleminin pek ötesine geçememiştir. Türkiye’de köye ve köylüye yönelik asıl ilgi, ortaya çıkan ekonomik ve siyasi gelişmeler nedeniyle 1930’lu yıllarda olmuştur. Bu ilginin ortaya çıkmasının ekonomik ayağını hükümetin ekonomi politikasındaki bir yön değiştirme oluşturmuştur. Cumhuriyetin ilk hükümetleri 1923-1930 yılları boyunca izlediği iktisat politikasında 1930 yılında bir değişime gitme ihtiyacı duymuştur. 1923-1930 yılları arasında Türkiye’nin takip ettiği ekonomi politikası, kalkınma ve modernleşmenin temel mekanizması olarak “devlet desteğiyle bir yerli milli burjuvazi yetiştirilmesini” görmesidir.337 Bu arada 1929 Dünya Ekonomik Buhranı da ekonomi politikasının değişmesinde çok etkili oldu. Ekonomik Buhran sonrasında devletçilik politikasına yönelmiştir.

Cumhuriyet yönetiminin 1930’lu yılların başından itibaren köye yönelmesi, bu noktada önem taşımaktadır. Türkiye hammadde ihraç eden bir tarım ülkesidir ve devletin olanakları belli ve sınırlıdır. Nüfusunun çoğunluğunu oluşturan köylü nüfusla, Türkiye’nin kendi kendine yetebileceği tek aktör tarım sektörüdür. O zaman gidilecek yer ve birey bellidir: köy ve köylü. Köy ve köylü, Cumhuriyet tarihi boyunca taşıdığı potansiyelle Cumhuriyet yönetiminin her daim ilgisini çekmeyi başarmıştır.

Toprağın göğsünden maden çıkarmak isteyenler toprağın derinliklerine kadar inerler. Bu amaç uğruna çok para ve emek harcarlar bunun gibi milletin ruhunun derinliklerinde gizli kalmış olan cevheri bulmak için köylere gitmek gerekir. Köylerde bulunan zenginlikleri işleyip milletin huzuruna sunmak gerekir. Köye yönelişe iten sebeplerin siyasi ayağı ise Cumhuriyet rejiminin ilk kurulduğu yıllardan beri sürmekte olan köylü kesimin rejimin içine dâhil edilmesi meselesiydi. 1930 yılında kurulan Serbest Cumhuriyet Fıkrası hareketi, Cumhuriyet yöneticilerine, bu sorunu daha ciddi olarak el atılması gereği hissettirdi. SCF hareketinin 3 ay gibi kısa bir süre içerisinde

337 Korkut Boratav, a.g.e. s.28.

halk tabanında özellikle köylülerde görmüş olduğu geniş ilgi köylü kitlelerin Cumhuriyet rejimine kazandırılması için birtakım önlemlerin alınması gerektiğini ortaya çıkarmıştır.338

Bu dönemde köylüye ve köylülere yönelik ilgiyi anlatan birçok açıklama bulmak mümkündür. Atatürk’ün söylevleri başta olmak üzere, birçok resmi söylevde, köylerin gelişmesinin hükümetin en önemli görevi olduğu söylenmekteydi. Aynı zamanda Halkevlerinin köycülük şubeleriyle köylere verdiği önemde, özellikle Ankara Halkevi Dergisi Ülkü’de, Nusret Kemal Köymen gibi yazarların konu ile ilgili makalelerinde, devlet tarafından öğrenci ya da öğretmenlerin yaz tatillerinde köylere gitmelerinin teşvik edilmesi gibi yazılar değişen politkayı göstermesi açısından önemlidir. Basın hayatına baktığımızda Köycü yazarlar, köylüleri değişime açık ve asil insanlar olarak belirtmekte köy hayatını ve köylüleri yüceltmektedirler.339

Hem tarımsal üretimi kaliteli hale getirecek tarım tekniklerinin köylüye öğretilmesi hem de köylü halkın Cumhuriyet rejime dâhil edilmesini sağlayacak bir tedbir arayışlarına gidilmiştir. 1930’lu yıllarda köylü politikaları, bu dönemdeki hükümet programlarına da baktığımızda hem iktisadi hayatlarının düzeltilmesi hem de eğitim konularında köylülere yönelik hareketlerin yoğun olduğu bir dönemdir.

1930’lu yıllarda devlet köy ve köy işlerini birinci sıraya koymuştur. Devlet, yüzyıllardır ihmal edilmiş olan köyü ve köylüyü kalkındırma için öncelikle köy mektebi ve öğretmenleri meselelerini halletmeye çalışmıştır.