• Sonuç bulunamadı

1.4. İSLAMİ FİNANSIN SINIRLARI VE ÖNEMLİ YASAKLAR

1.4.1. Ribâ Yasağı

İslami finansta her türlü mübadelenin karşılıklı rıza yani denge ve eşitlik üzere bina edilmesi istemiş, “ribâ”yı bu eşitlik ve dengeyi bozan bir unsur olması sebebiyle yasaklamıştır (İsmail Özsoy, 2012: 75). Ribâ kelimesi mastar olup, sözlükte; “artmak, çoğalmak, yükselmek, şişmek, gelişmek ve yetişmek” (Aktaran Döndüren, 1988) anlamlarına gelir. Literatürde ribâ terimi, “mübadeleli akitlerde taraflardan biri lehine şart koşulan karşılıksız fazlalık” (Merginani, 1990:102); “karşılıklı faydaya yönelik bir sözleşmede karşılıksız kalan herhangi bir fazlalık” (Yazır, t.y.); “bir ödüne mukabilinde alınan nema, ziyade miktar” (Bilmen, t.y.) şeklinde tanımlanmıştır. Diğer bir tanımda ribâ, “aynı cins iki ribevî malın peşin mübadelesinde akdi yapan taraflardan birinin lehine şart koşulup karşılığı bulunmayan veya bedellerden birinin para olmadığı tüm vadeli işlemlerdeki fazlalık” şeklinde ifade edilmektedir (Baysa, 2006:9). “Kendisinde ribâ cari olan mallar” (Bilmen, t.y.) ise ribevî mal olarak tanımlanmaktadır.

“Ribâ” kavramı, kredi-borç verme muamelesine dayanan “faiz” kavramından daha geniş bir anlam taşımaktadır ve yanlıca para borçlarını değil aynı zamanda mal değişimlerini de kapsamaktadır. Ribâ, bir taraftan günümüz bankalarında - finans kurumlarında uygulanan adi faiz, bileşik faiz, nominal ve reel faiz vb. şeklinde görülmekte, diğer taraftan da bazı malların birbiri ile değişiminden veya vadeli satışından doğmaktadır. Bu çerçevede ribâ kavramı, nesie ribâsı ve fazlalık ribâsı olarak iki kategoride değerlendirilmektedir :

a) Nesie kelimesi sözlükte; “tehir” manasına gelmektedir. Nesie ribâsı ise terim olarak “satım akdinden veya ödünç (karz) vermekten doğan bir borç için vâde durumuna göre eklenen ribâdır” (Döndüren, 1988) Nesie ribâsının, İslam öncesine ait, borç isteyene ödünç veren (lender) tarafından ödünç verilen paranın veya malın, vadeye göre, bir bölümü veya katlanarak artan fazlası olarak geri ödendiği bir ticari uygulama olduğu görülmektedir. Öyle ki,

18

zaman geçtikçe borçlu borç verene, aldığından birkaç kat fazlasını ödemek zorunda kalır, sonuçta hayati ihtiyaçlarını karşılamak için para veya mal olarak borçlanan insanlar büyük bir ekonomik sıkıntıya düşerdi (Ahmad, 2003: 453). Bu uygulama “cahiliye ribâsı” olarak da isimlendirilmektedir. Nesie ribâsı aynı zamanda “deyn ribâsı” yani borcun ertelenmesinden doğan ribâ şeklinde de ifade edilir ki bu tam olarak bugün ticaret hayatında kullanılan “faiz” kavramının karşılığı olmaktadır (Uludağ, 2010: 43). Çapra (1977: 77) bu türünü kastederek ribâyı, “İş riskine iştirak etmeksizin kapitale ilave edilen miktar” şeklinde ifade etmektedir. Geleneksel teoride faiz; sermayenin yani anaparanın kirasıdır. Belirli bir miktardaki sermaye belirli bir süre için ve belirli bir getiri sağlamak üzere kredi olarak veriliyorsa burada faiz cereyan etmektedir. Mesela siz bankadan 10 yıl vadeli %20 faizli 100 bin liralık ev kredisi almışsanız, vadenin sonunda 619.173 lirayı bankaya geri ödeyerek borcunuzdan kurtulabileceksiniz. Bunun 100 bin lirası anapara kalan 519.173 lirası, yani 5,19 katı fazlalık, faiz olmaktadır.

b) Fazl kelimesi sözlükte; “fazlalık” anlamına gelmektedir. Fazl ribâsı ise terim olarak; “ölçülen bir cins eşyanın kendi cinsi karşılığında peşin olarak ziyadesi ile satılması” (Bilmen, t.y.) veya “aynı cins iki malın elden ele alım satımından elde edilen fazlalık” şeklinde ifade edilmektedir. 100 gram altın verip 101 gram altın almak, ister peşin ister vadeli olsun, ribâ kapsamındadır. Çünkü 100 gram, verilen 100 grama karşılık olur, 1 gram ise karşılıksız kalır. 100 kilo arpa verip 101 kilo arpa almak da öyledir. Bunun borç ya da satış şeklinde olması sonucu değiştirmez. Miktar fazlalığı sebebiyle meydana geldiğinden fazl ribâsıdır (Abdülaziz Bayındır, 2007: 101).

Ribâ mübadele işlemlerinde meydana gelir. Mübadele (karşılıklı değişim) olmayıp sadece muamele olan işlemlerde ribâ meydana gelmez. Dolayısıyla bir muamelede ribâ olup olmadığına bakmak için, o muamelenin mübadele olup olmadığına bakmak gerekir. Muamele genel, mübadele özel bir ifadedir. Her mübadele bir muameledir fakat her muamele bir mübadele değildir. İki şeyin/malın (bedelin) cinsleri farklı ise ya da cinsleri aynı fakat miktarları farklı ise o muamele muhakkak mübadeledir. Buğdayı pirinçle değiştirmek veya 10 kilo buğdayı 15 kilo

19

buğday ile değiştirmek gibi. İki bedelin cinsleri ve miktarları aynı iken özellikleri de farklıysa o takdirde mübadele olup olmadığını anlamak için o farklı özelliğe taraflardan birinin ihtiyacı olup olmadığına bakılır. Taraflardan birinin o özelliğe ihtiyacı varsa yapılan işlem bir mübadeledir, o özellik önemli değilse bu bir muameledir. Buradaki ihtiyacı, akdin geneline olan ihtiyaçla karıştırmamak gerekir. Buradaki ihtiyaç o özelliğe olan ihtiyaçtır. Örneğin misafire ikram için komşudan 10 yumurta alınsa ve birkaç gün sonra 10 yumurta geri ödense; bedellerin cins ve miktarları aynı olduğu gibi taraflardan birinin özel bir niteliği arama durumu da yoktur. Buradaki ihtiyaç yumurtanın herhangi bir niteliğine değil, mutlak yumurtayadır ve muamele hükmündedir. Eğer örnek şöyle olsaydı durum mübadele olurdu: Tavuğun kuluçkaya yatırıldığını düşünelim. Bunu için yumurtaların horozlu olması gerekir. Horozsuz yumurtaların horozlu yumurta ile değiştirilmesi mübadele kapsamına girmektedir (Çeker, 1999: 102).

Ribânın yasaklanmasının temelde birçok sebebi vardır. Muhtaç bir kimseye verilen bir paradan, daha sonra fazla bir şey alınması karşılıklı yardımlaşma prensibine aykırıdır. Sonra bir paranın bu şekilde artırılması, çok kere insanın çalışma gayretini azaltıp, tembellik yapmasına sebep olur (Bilmen, t.y. Büyük İslam İlmihali). Diğer bir sebep, verilen bir borçta, beklemenin ödülü olarak peşinen belirlenen sabit bir getiriye, İslam finansta müsaade edilmemesidir. Borcun tüketim ya da ticaret yapma amacıyla alınması ya da anaparaya eklenen fazlalığın ribâ, faiz, fayda, nema veya gelir payı olarak adlandırılması; getirinin reel-nominal, pozitif- negatif olması; borç alan kişinin fakir veya zengin olması durumu değiştirmemektedir (İsmail Özsoy, 1995: 118). Hepsi ribâ kapsamındadır. Aynı zamanda borca karşılık verilen bir ödül ya da alınacak bir hizmet de ribâ kapsamına girmesi sebebiyle yasaklanmıştır (Iqbal and Molyneux, 2005: 7). Ribâ yasağını açıklamaya ilişkin olarak İslami yazında yer alan birkaç tema aşağıda ifade edilmiştir (Presley and Sessions, 1994: 14):

- Tasarruf yapmakla tüketimden kaçan bir birey, bu kaçışı için otomatik olarak finansal bir ödül elde edemez.

20

- Borç verenin sadece bu borç verme eğilimi sayesinde otomatik olarak ödül almasının hiçbir haklı sebebi yoktur. Tasarrufa bir ödül olarak verilen faizin hiçbir etik temel ve gerekçesi yoktur.

- Para ile sermaye arasında kesin bir fark bulunmaktadır. Para sermaye ile aynı anlamı taşımaz, ancak potansiyel bir sermaye olarak görülebilir. Paranın sermayeye dönüşümü, bir girişimi gerektirir. Girişim için ise, para ve diğer üretim faktörlerinin, risk almak suretiyle bir araya getirilmelidir. Borç veren girişimle ilgili herhangi bir bağa sahip değilse, sırf para tedariki ile otomatik bir ödüle layık değildir.

- Adaletin, sermaye tedarikçisinin aldığı risk ve gösterdiği efor ile orantılı olarak kârdan pay alması şeklinde iki boyutu vardır. Dolayısıyla getiri oranı piyasa faiz oranlarına göre değil de sermayenin kullanıldığı ilgili yatırımın kâr oranına göre belirlenmelidir.

- İslam finansta finansör-borçlu ilişkisi geleneksel anlamdan farklıdır. Borç veren iş ya da projede bir partner olur, dolayısıyla işten uzak tutulamaz. - Ribâ ile ticaret arasındaki fark, kredi işleminde riskin tek taraflı, ticari

muamelelerde ise çift taraflı olmasıdır. Sabit ve muayyen bir miktar faizle borç alan ve bu parayı ticari işlemlerinde sermaye olarak kullanan kişiyi ele alalım. Dönem/ilgili işlem sonunda ticari kârın faiz nispetinde olmaması, hatta sermayenin tamamının kaybedilmesi durumunda bile tâcir, faiz borcunu ödemeye mecburdur. Borç veren sadece ödünç vermekle herhangi bir hakka sahip olamaz. Bu durumda risk ve tehlike tek tarafa yüklenmiş olur ve adalet sağlanamaz. İslami finansta bunun yerine sermaye koyan/ödünç veren kimsenin ticarete şerik (ortak) olması istenir. Ortak olan kişiler, ticaret sonucu elde edilecek kârdan belli bir yüzde almaya hak kazanabileceği gibi, oluşması halinde zarara da ortak olur. (Hamidullah, 1963: 27).

Kâr ile ribânın birbirine benzediği düşüncesi halen pek çok kişinin kafasını karışmaktadır. Örneğin 20.000 TL borç veren kişinin elde ettiği 5.000 TL faiz geliri ile 20.000 TL sermaye ile ticaret yapan kişinin elde ettiği 5.000 TL kâr arasında ne fark vardır?

21

- Kâr; “sermayenin ticari faaliyette çalıştırılması ile elde edilen fazlalık” (Affane, 2012: 170) olarak düşünüldüğünde kâr elde etmek için mutlaka bir ticari faaliyet yapmak, ortaya bir artık değer koymak zorunluluğu bulunmaktadır. Ticari hayat ise her zaman risklerle doludur. Sistematik olan ve olmayan pek çok risk karşısında tâcir, ticaretini sürdürmeye çalışır ve işinin sonucunda elde edeceği kâr/zarar miktarını önceden kesin olarak bilemez. Oysa bir kredi işleminde kredi veren tarafın herhangi bir girişimi yoktur, buna mukabil alacağı ribâ sabittir. Bu durum bir tarafın çıkarını garanti altına alırken, diğerini riske maruz bırakması ve adil bir durum olmaması nedeniyle onaylanmamıştır. Bankacılık ve finans siteminin geliştiği ileri dünya ülkelerinde zenginlik ve refah düzeyinde olağanüstü artışlar yaşandığı görülmektedir. Buna rağmen ribâ temellerine dayalı geleneksel sisteme karşı, artan bir memnuniyetsizlik söz konusudur. Çünkü bu sistem aynı zamanda ulusal ve uluslararası çapta gelir ve zenginlik dağılımında eşitsizliği artırıcı sebeplerden biri olarak görülmektedir (Siddiqi, 2006: 2). - Sermaye sahibi, kâr elde etmek için bir katma değer oluşturmalıdır. Tezgâhın

bir ucundan giren hammadde birtakım süreçlerden geçerek mâmul haline gelir ve sermaye sahibi, ancak topluma bir iktisadi değer artışı kazandırdığı durumda, bu artıştan bir pay almaktadır (İsmail Özsoy, 1994: 170). Oysa bir kredi işleminde, verilen paranın ne tür bir muamelede kullanıldığı, topluma katkısına bakılmaz. Asıl olan belirlenen dönem sonunda ribânın alınmasıdır. - Diğer bir fark kazancın netleştiği dönemdir. Bir yatırıma ait kâr, yatırımın

sonucuna bağlı olarak dönem sonunda belirlenir ve sonuç zarar da olabilir. Oysa ribâ, yatırımın sonucuna bakılmaksızın dönem başında belirlenmektedir. (Shanmugam and Zahari, 2009:3).

- Ticarette mal alınıp bedeli ödendikten sonra alış-veriş nihayete erer ve sonrasında alıcı satıcıya hiçbir şey ödemez. Oysa bir kredi işleminde anapara ödenmediği sürece kredi alan kişinin ribâ ödemeleri devam edecektir. Ticarette kişisel beceriler, üretkenlik, zor şartlarla mücadele, istihdam olanaklarının yaratılması ve toplumsal kalkınmaya katkı söz konusudur. Ribâya dayalı finansal sistemler ise ekonomik krizlere neden olmaktadır

22

(Mannan, 1973: 289). Nitekim 1929-1933 Dünya Ekonomik Buhranı ve 2008 Küresel Finans Krizi bu konudaki en iyi örneklerdir.

Geleneksel sistemde adaletsizlik yaratan temel öğe ribâdır. İslami finans bunu risk ilişkili kapital ve yatırım mekanizması ile değiştirerek çoğu sosyo-ekonomik sorunların giderilmesini hedeflemektedir. Ribâ, insanlarda para biriktirme ve bireysel çıkarlarını koruma güdüsünü tetikleyerek, toplumda insani bağların zayıflamasına neden olmaktadır. Ayrıca servetin belli gruplar elinde dolaşıp durmasına ve zengin ve fakir gruplar arasındaki farkın giderek artmasına neden olur (Mevdudi, 2004: 104). Ribânın yasaklanmasından çıkabilecek birçok yarar bulunmaktadır. Bunlar finansal sistemin ahlaki bir boyut kazanması ve pazarın daha dengeli, sağlıklı ve istikrarlı olmasını sağlayan bir disiplin mekanizması geliştirmesi şeklinde ifade edilebilir (Ayub, 2007: 10).

İslami finansı, geleneksel finanstan ayıran en önemli unsur ribâ yasağı olmasına karşın, ribâdan arındırılmış bir işlemin ille de İslami olduğu söylenemez. Çünkü yapılan bir işlemin diğer yasakları da içermemesi gerekir. Bu bağlamda bir yasak da “garar”dır.