• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 2: ÇEVİRİ SOSYOLOJİSİNE ETKİ EDEN SOSYOLOJİ KURAMLARI

2.1. Pierre Bourdieu’nün Kuramları

2.1.1. Pierre Bourdieu’nün Alan Kuramı

Bourdieu’nün alan kavramı, eyleyicilerinin habituslarının sürekli bir hareketiyle devamlı yeniden oluşan bir oyun sahasına benzer. Alan sabit bir ilişkiler ağı anlamına gelmez. Eyleyiciler ve alanın yapısı devamlı olarak yer değiştirmeye müsait konumlanmıştır. Alan her durumda, eyleyicilerin habituslarının etkisindedir ve habituslar devamlı olarak, alanın yeniden kurulması potansiyelini kendinde bulundurmaktadırlar. Tersine, alanın eyleyicilere etkisi de, yine eyleyicilerin habituslarını devamlı yeniden şekillendiren bir dinamik etkiye sahiptir. Çünkü eyleyiciler alanın yapısını değiştirirken, alan da eyleyicilere yeni yapısıyla değişim potansiyelleri sunmaktadır.

“Sanatın Kuralları ve Kültürel üretim alanında önemli yer tutan “alan” Bourdieu’ye göre ilişkisel sosyoloji ilk önce araştırılacak olan “toplumsal uzayı” (siyaset, sanat, eğitim gibi) tanımlamalıdır. Bu inşa, konumlarla, yatkınlıklar, alanlarla habitus arasındaki diyalektiğe dair önermelerin üzerinde yükseldiği zemini oluşturur. Burada Bourdieu sosyolojisinin anomi’nin, rastlantısallıkların veya düzensizliklerin hüküm sürdüğü toplumsallıklardan ziyade bir ihtimaller ve gizilgüçler mekanı olan toplumsal uzayın koordinatlarını düzenleyen ilkelere ve yapısal etkilere odaklandığı söylenebilir” (Göker, 2010: 545).

“Alan” bu bakımdan incelenen toplumsal uzayın üstüne bina edilen bir kavram/nesnedir, bu özel “arena” içinde tarihleri eyleyicileri önceleyen toplumsal konumlarla (positions) eyleyicilerin bu konumları bilinçli veya bilinçdışı idrak edişlerine, bununla ilintili inanç ve pratiklerine tekabül eden konum-almalar (position-takings) karşılıklı bir ilişki içindedir. Bir alan iki boyutlu olarak işler; hem bir kuvvet alanıdır, konumlarla yatkınlıklar arasındaki ilişkiler maddi veya simgesel mekanizmalar

tarafından dışarıdan kısıtlanır ve hiyerarşileştirilir; hem de bir savaş alanıdır, kısıtlamalar ve hiyerarşilere rağmen eyleyiciler ve gruplar maddi ve simgesel kaynakların kontrolü için sürekli birbirleriyle mücadele halindedirler (Göker, 2010: 545).

Bourdieu’nün (1993: 64) kuramında alan, muhtemel kuvvetlerin hüküm sürdüğü bir alan olarak, kendini her eyleyiciye bir olasılıklar uzayı olarak sunar. Bu uzay, onları elde etmenin “zorluğu” ve daha belirgin olarak konumların sayısı ile adayların sayısı arasındaki ilişkiyle ölçülen farklı konumlar ile eyleyicilerin içinde oldukları nesnel koşulları algılamalarının ve değerlendirmelerinin öznel temeli olan yatkınlıklara ortalama erişim şanslarının yapıları arasındaki ilişkiyle tanımlanır (Göker, 2010: 549). Kısaca verili bir zaman diliminde alan içindeki mücadelelerin nesnel durumunun eyleyiciler üzerindeki etkisi, onların çeşitli sermaye türlerine olan erişimleri sonucu ortaya çıkan algıları, inançları ve değerlendirmelerinin habituslarını kurması yoluyla hissedilmektedir (Göker, 2010: 549-550).

Bourdieu (1990: 192), alan kavramını çok boyutlu konumlar ve faillerin bu konumlara yerleşmesi olarak tanımlar ve gerçekte yaklaşımın alan kavramını toplumsal dünyayı öznelerarası doğrudan etkileşimlere ve ilişkilere indirgemesine karşı çıkar. Ona göre alandaki yapısal-nesnel ilişkiler ağı öznelararası görünür ilişkilerin ve etkileşimlerin şeklini ve içeriğini belirler (Kaya, 2010: 397).

Çözümleyici açıdan alan, konumlar arasındaki nesnel bağıntıların konfigürasyonu ya da ağı olarak tanımlanabilir. Bu konumlar, varoluşları ve kendilerini işgal edenlere, eyleyicilere ya da kurumlara dayattıkları belirlenimler açısından, farklı iktidar (ya da sermaye) türlerinin dağılım yapısındaki mevcut ve potansiyel durumlarıyla (situs), ayrıca diğer konumlara nesnel bağıntılarıyla (tahakküm, itaat, benzeşme vb.) nesnel olarak tanımlanır (Bourdieu ve Wacquant, 2004: 81) (Kaya, 2010: 397).

Bourdieu’nün alan kavram içerisinde bireyi tanımlaması, Luhmann’ın sistem kuramında bireyin tanımlanmasını andırır. Luhmann’ın sistem kuramında bireyler, bedene sahip insanlar olarak değil, iletişimi sağlayan kod aktarıcılar olarak sistemin autopoiesisini sağlarlarken, Bourdieu’nün alan kuramında bireyler bireysel irade ve bilinçlerden bağımsız olarak alanın genel bağıntısını sağlayan etkenlerdir.

Bourdieu’ye göre alan terimleriyle düşünmek ilişkisel düşünmektir toplumsal dünyada mevcut olan şey bağıntılardır, eyleyiciler arasındaki öznelerarası bağlar ya da etkileşimler değil, bireysel iradelerden ve bilinçlerden bağımsız var olan genel bağıntılardır (Bourdieu ve Wacquant, 2004: 80-81) (Kaya, 2010: 398).

İlişkisel düşünmenin karşısında, ilişkiler yerine özü öne çıkaran pozitivizm, fenomenoloji ve hümanist varoluşçu özne felsefeleri vardır. Bu yaklaşımlar, faillerin yaşları, cinsiyetleri meslekleri gibi özelliklerine büyük anlamlar yükleyerek bunların bağıntılar ağı içindeki ilişkilerini görmezden gelirler. Bu yaklaşımlar, birey ve grupların sahip olduğu özellikleri donuklaştırarak, bunların oluştuğu sosyal ve tarihsel bağlamı hesaba katmazlar. Bu bağlamda Bourdieu, ilişkisel düşünmeyi tüm bilimsel düşünce ve çalışmanın olmazsa olmaz ilkesi olarak görür. Toplumsal alanda gerçeklik, günlük sıradan deneyimler tarafından perdelenmiştir. Bilim adamının tam bu noktadaki görevi, gerçekliği görmemizi engelleyen perdeyi kaldırmak, bir başka deyişle, sosyal dünyayı kendi günlük deneyimleri ve konumlanışları içinde gören ve bu yüzden de günlük deneyimleri belirleyen görünmez ilişkileri fark etmesi mümkün olmayanları uyandırmak uyarmaktır (Swartz, 1997: 61) (Kaya, 2010: 399).

Bourdieu’nün alan kavramında kurduğu ilişkisellik, diğer sosyoloji kuramlarından farklı bir toplumsal alan kurgusu içerir. Dışardan bakıldığında geometrik şekiller gibi ayrı ayrı görünen değerler, gerçekte birbiriyle ilişki içerisinde vardırlar ve devamlı olarak değişebilmektedirler. Sosyal alan içerisindeki ilişkiler ağı iki farklı şeyin ilişkisi değil, ilişkiler olmadan açıklanamayacak olan bir bütünün değişim halleridir. Bu nedenle alan içerisindeki konumlar hiçbir zaman sabit değildir. Bugün yeni olan yarın eski, bugün olumsuz olan yarın olumlu, bugün aşağı konumda olan yarın yukarı konumda olabilmektedir ve bu hareketlilik değişmeyen bir hareketliliktir. Bu ilişkisel yapı, alanın kaos halleri değil, tersine dinamikliğinin ve kendini ayakta tutmasının ve devamlılığının gereğidir.

Bourdieu, ilişkisel yöntemi sosyoloji alanına taşımaktadır. İlişkisel yöntem yapısalcılığın sosyal bilimlere yaptığı en önemli katkıdır. En iyi formüle edilmiş ifadeleri matematik, geometri ve fizikte görülen ilişkisel yöntem, aslında tüm bilimsel bilginin temel ilkesidir. Bourdieu, modern geometrinin kendi konularına yaklaşımı neyse, sosyal bilimlerin de aynı şekilde olması gerektiğini iddia eder. Geometrik

şekillerdeki nokta ve çizgiler, diğer bağlı oldukları nesnelere göre önem kazanırlar, hiçbiri tek başına, içkin özelliklerine göre değerlendirilmez. Sosyal bilimler de aynı yolu takip ederek, olayları ve olguları sosyal-tarihsel bağlamında değerlendirmeli ve alandaki kurucu öğelerin ilişkisel ağ içindeki farklı kombinezonlarından yararlanan bir yaklaşım benimsenmelidir (Bourdieu, 1968: 682). İlişkisel yöntem, öznelci ve nesnelci bilgi şekillerinden epistemolojik bir kopmadır. Sosyal hayatın gündelik pratik diline kodlanmış, faillerin tikel konumları ve çıkarları ekseninde tanımlanmış algı ve varsayımlar, ilişkisel yöntemle birlikte bilimsel bilginin nesnesi haline gelirler. Bu yöntem, eldeki veri ve değişkenleri doğrusal değil, çok boyutlu olarak çözümler. Ancak bu yolla alanların hiyerarşik yapısı ortaya çıkarılabilir. Bourdieu alanların hiyerarşik yapısını ortaya çıkarmak için öğeler arasındaki karşıtlıklardan (yüksek/alçak, estetik/işlevsel, sıradan/farklı) yararlanır. Her öğenin değeri ve konumu, aynı alandaki diğer öğelerin durumuna göre şekillenir. Kültürel meşrulaştırma ve tahakküm ilişkisi, özel tarzlara ya da düşüncelere göre değil, hakim pratiklerin karşısından duran muhalif pratiklere göre gerçekleşir (Swartz, 1997: 64-65) (Kaya, 2010: 399-400).

Bourdieu’nün alan kuramında mücadele, olağan dışı bir durum ve bir çatışma hali değil, aksine alanın olağanlığıdır. Alanlar doğal olarak mücadelelerden oluşurlar ve alanda doğal olarak mücadeleler olmalıdır. Sanıldığının aksine bir alanın başarılı ve istikrarlı oluşu, alandaki sakinlik ve uyumluluk aracılığıyla değil, alanın hareketliliği ve mücadelesiyle sağlanabilir.

Bourdieu’ye göre, alanların kendine özgü işleyişleri olmakla birlikte, tüm alanları belirleyen genel yasalar vardır. Din alanı, felsefe alanı, siyaset alanı ya da kültürel alan incelenirken, her alanın özgün özellikleri keşfedilir, aynı zamanda başka alanlara nasıl yaklaşılabileceğine dair ipuçları elde edilir. Egemenler ile onların yerine talip olanlar arasındaki ilişki, farklı alan türlerinde ve aynı alan türünün farklı toplumsallıklarında farklı şekillerde devam eder. Ancak hepsinde ortak olan şey mücadeledir, alana yeni giren ile alanın özgül sermayesi üzerinde hegemonyası olan baskın sınıf arasında, sermayenin tanımı ve dağıtım tekeli noktasında devamlı bir mücadele vardır (Bourdieu, 1993: 72) (Kaya, 2010: 400).

Alandaki baskın gruplar –ki bunlar alana erken katılmaları ve alanı tanımaları dolayısıyla daha çok sermaye biriktirmişlerdir- savunmacı reflekslere sahiptirler.

Alandaki hakimiyetlerini sağlayan ilkeleri korumak için alana yeni girenlerle mücadeleye girerler. Baskın gruplara göre dünyanın güncel hali zaten olması gereken halidir. Hegel’in tabiriyle “gerçek rasyoneldir, rasyonel olan da gerçektir”. Alana yeni girenler ise, baskın grupların alanda yeniden üretimlerini sağlayan doxayı (sabit kanaat) sarsmak için yeni stratejiler geliştirirler. Alana yeni girenlerin heterodoks tutumları ile alanın baskın gruplarının Ortodoks tutumları, alanın dinamik yapısının ve statüsünün sürekli bir şekilde korunmasına ve dolayısıyla yeniden-üretimine neden olur (Bourdieu, 1993: 83) (Kaya, 2010: 400-401).

Alanda koruma, takip ve altüst etme stratejileri birbirini izler. Koruma stratejisini, alandaki statülerini devam ettirmek isteyen baskın gruplar uygular. Muhtemel bir değişim, bu grupların sermayenin tanımı, dağıtımı ve yeniden üretimi konularındaki egemenliklerini kaybetmesine yol açabilir. Bu yüzden, mevcut durumun devam etmesi gerekir. Alandaki hakim failler, değişim gerekiyorsa onun da ancak kendi kontrollerinde gerçekleşmesini isterler. Sürprizlere ve radikal çıkışlara karşı temkinlidirler. Alana yeni girenlerce benimsenen strateji ise takiptir. Bunlar, hakim konumlar elde etmek için uygun fırsatları kollarlar. Bourdieu, alandaki herkesin güç alanında yer almak mücadelesi içinde olduğunu ve yeni girenlerin de bundan beri olmadığını iddia eder. Takip stratejisi, heterodoks heyecanlarla alana yeni girenlerin nasıl da hakim alanın cazibesine kapılıp Ortodoks söyleme (bilinçli ya da değil) kayabileceğinin bir göstergesidir. Altüst etme stratejisi, baskın grupların elindeki sermayede göze en az görünen ve alanın meşruiyetini en esaslı sorgulayan marjinal bir gruba aittir. Ancak bu sorgulama her zaman aynı tempoda gitmeyebilir, alanın doxa yapısı bu hızı kesebilir (Swartz, 1997: 125) (Kaya, 2010: 401).

Alanlarda tüm failler belli bir mücadele formu içinde hareket ederler. Hem heterodoks hem de Ortodoks söylem sahipleri, alanın mücadeleye değer bir şey olduğuna dair ortak-zımni bir kabule sahiptirler. Alana içkin ve dillendirilmeyen bu ortak kabul doxasıdır. Doxa, alandaki güç ilişkilerinin görünmez hale gelmesinde ve mevcut düzenin devam etmesinde doğrudan etkilidir. Alanda mücadele içinde olan farklı gruplar, alanda ne için olduklarının, neyin değerli olduğunun ve olmadığının, sermayenin türü, hacmi ve kalitesinin ne olduğunun farkındadırlar (Swartz, 1997: 125) (Kaya, 2010: 402).

Oyun metaforu Bourdieu’nün kullandığı ana metafordur ve bir alandan ne anladığınıza ilişkin bir ilk sezgi kazandırmak için "oyun" imgesini sık sık kullanmaktadır. Aslında alan ile oyun arasında benzerlik kurulabilir. Dolayısıyla, esas olarak oyuncular arasındaki rekabetin ürünü olan kazanılacaklar ve kaybedilecekler, yani bir tür bahisler vardır. Oyuna yatırım, illusio söz konusudur: Oyuncular, ancak oyuna ve bahislerine inancı (doxa) paylaştıkları ölçüde oyuna katılır ve -bazen kıyasıya bir rekabetle- birbirlerinin karşısına çıkarlar. Oyunu ve bahislerini, sorgulama dışı tutacak şekilde benimserler. Oyuncular yalnızca oyuna girerek, oyunun oynamaya değer olduğunu kabul etmiş olurlar ve bu karşılaşma, rekabetlerinin ve çatışmalarının ilkesidir. Bu mücadelenin kazananları olduğu kadar kaybedenleri de vardır. Bu yönüyle alan ile oyun arasında bir analoji kurulabilir. Ancak alan belirlenmemiş ve kodlanmamış düzenliliklere sahipken, oyun belirli kuralların ve bilinçli bir yaratımın ürünüdür. Alanda olduğu gibi oyunda da, oyuna girerek ancak oyunun oynamaya değer olduğu kabul edilir. Alandan oyundan oyuna değişen, farklı kartlara sahip oyuncular da vardır. Her alanın kendine özgü, geçerli sermaye türü vardır. Başka bir deyişle, her alanda geçerli olan etkili kartlar vardır. Alanı yapılandıran mekanizma oyuncular arasındaki güç ilişkileridir. Faillerin sahip olduğu sermaye türleri, oyuncuların farklı renkteki jeton türlerine benzetebilir. Jetonun rengi ve miktarı (sermayenin türü ve miktarı), alan içinde cüretkar ya da ihtiyatlı, aktif ya da pasif davranmayı belirler (Bourdieu ve Wacquant, 2007: 82-83).

Bourdieu’nün kuramında her alan oyuna katılımı ve yatırım yapmayı “illusio” anlamında kendi şekliyle yeniden üretir. İllusio bir oyunun işleyebilmesinin önkoşuludur ve kısmende sonudur. Oyuna katılım tarihin iki ürünü olan habitus ve alan arasındaki konjonktürel ilişkide yatmaktadır (Bourdieu, 2001: 360-361).

Oyunda kalmak, bir sporcu için oyunun gerektirdiği tüm mücadeleyi ve teknik bilgiyi devamlı sergilemek, bir bilim adamı için devamlı olarak bilgisini ve alanını tanımak ve ona uygun hareket etmek, bir okur için metnin kurmacasıyla bütünleşip, gerçekmiş gibi davranmak olarak nitelendirilebilir. Oyunda kalmak kısaca, alanın yapısına uygun eylemlerde bulunmayı bilme anlamına gelir. Alanın kendine özgü kuralları ve eylem rolleri olduğunu bilme anlamına gelir. Eyleyicilerin oyunda kalmayla ilgili yeterli sermaye ve habitusları mevcut olmakla birlikte, oyunda kalabilmek için yalnızca

bunların olması yeterli olmayıp, devamlı olarak alanın illusiosunu benimsemeyi gerektirir.

Her alan (dini, sanatsal, bilimsel, ekonomik vs.) kendi aktörlerine davranışlarını ve düşüncelerini düzenleyen belirli formlar üzerinden illusio tarafından üretilen yasal formu hayallerini gerçekleştirmeleri için sunar (Bourdieu, 2001: 361).

Oyuna (illusio) ve oyunda söz konusu olan kutsal değere toplu inanç oyunun gerçekleşebilmesi için bir önkoşuldur ve aynı zamanda sonucudur da; oyun yaptırım gücünün temelidir (Bourdieu, 2001: 363-364).

“İllusio, oyuna yoğunlaşmak, oyun tarafından ele geçirilmek, oyunun çabalamaya değdiğini sanmak, ya da daha basit söylemek gerekirse, oyun oynamaya değdiğini düşünmektir. Gerçekte çıkar sözcüğü, ilk anlamıyla benim bu illusio kavramının altına yerleştirdiğim şey demekti; yani toplumsal bir oyuna önem vermek, orada olup bitenin ona katılanlar için önemli olduğunu belirtirdi. Interesse [çıkar, ilgi duyma hali], “ondan olmak”, katılmak, dolayısıyla oyunun oynanmaya değdiğini ve onu oynamakta ve bu sayede ortaya çıkan hedeflerin izlenmeyi hak ettiğini kabullenmektir; oyunu ve hedefleri kabul etmektir. Eğer tersine, oyun oynadığınız dünyanın yapılarına uygun olarak yapılanmış bir zihniyetiniz varsa, her şey sizin için apaçıktır ve oyun oynanmaya değer mi gibi bir soru aklınıza gelmez. Bir başka deyişle, toplumsal oyunlar, kendilerini oyun olarak unutturan oyunlardır ve illusio zihinsel yapılarla toplumsal uzamın nesnel yapıları arasındaki varlıksal suç ortaklığı ilişkisinin sonucu olan bir oyunla aramızda kurulan büyülü ilişkidir. Çıkardan söz ederken söylemek istediğim buydu: Sizin için önemli olan oyunların önemli ve ilginç olduğunu düşünürsünüz Çünkü bunlar sizin kafanıza, bedeninize, oyunun anlamı olarak adlandırılan şey tarafından dayatılmış ve ithal edilmiştir” (Bourdieu, 2006b: 138-139).

Alanın diğer bir yapısal karakteri, büyük ölçüde kendi içsel mekanizması tarafından belirlenmesi ve belli bir dereceye kadar da dış dünyadan bağımsız olmasıdır. Ancak bu bağımsızlık görece bir bağımsızlıktır, çünkü alan ikili karakterdedir. Bir yandan harici faktörlerden beridir. Diğer bir taraftan ise onlarla, belli noktalarda kesişim kümeleri oluşturur. Bourdieu bu görece bağımsızlığı, eğitimle ilgili ilk çalışmalarında özellikle vurgular. Ona göre, modern toplumda toplum ve kültür arasında çok karmaşık ve incelikli bir ilişkiler ağı mevcuttur. Geleneksel toplum ve kültür anlayışları bunları

açıklamakta yetersizdir. Çünkü modern toplumda iktidarın üretimi ve sürdürülmesinde sembolik metalar ve süreçler, merkezi bir rol oynamaktadır. Eğitimsel sermayenin ve sembolik sermayenin bu kadar biriktirilmeye çalışılması sadece maddi çıkar ile açıklanamaz. Her ne kadar eğitimsel sermayenin ya da sembolik sermayenin ekonomik sermayeye dönüşmesi mümkün olsa da, bu tür sermaye türlerinin sembolik değerleri, kendi alanları içinde önemli bir prestij ve statü kaynağıdır (Swartz, 1997: 126-127) (Kaya, 2010: 404).

Bourdieu’nün kültürel alanların içsel çözümlemesini öne çıkarması, onu önemli ölçüde etkileyen iki düşünceden dolayıdır. Bunlardan birincisi yapısalcılıktır. Aygıt kavramı, sosyal dünyada olup bitenleri komplocu bir yaklaşımla nerdeyse şeytani bir iradeye bağlar. Halbuki eğitim sistemi, devlet, kilise, siyasal partiler ya da sendikalar aygıt değil, alanlardır. Alandaki özgül faydaları elde etmek için failler ve kurumlar kendi pozisyonlarına göre, oyunun kurallarına da uyarak mücadeleye girişirler. Alanın hakim unsurları, alanın işleyişini değiştirmenin aleyhlerine olacağını düşündükleri için koruma refleksleri ile kurulu yapıyı devam ettirmek isterler. Fakat bunlar ezilenlerin direniş ve muhalefetini her zaman hesaba katmak zorundadırlar. Alanlar bazen aygıta da dönüşebilir. Ezilenlerin hak talepleri ve direnişleri yok edilmeye başladığında ve aşağıdan yukarıya herhangi bir hareket ve direniş kalmadığında, mücadele ve diyalektik biter. “Tarih ancak insanlar başkaldırdıkları, direndikleri, tepki gösterdikleri zaman vardır”. Hapishaneler, toplama kampları, tımarhaneler ya da diktatörlükler tarihi ve mücadeleyi durdurma çabalarıdır. Ancak alanların aygıtlara dönüşmesi uç bir durumdur ve en baskıcı rejimlerde dahi varılamayan bir sınırdır (Bourdieu ve Wacquant 2007: 87-88). Alanlar aygıt olarak ve kendi içinde kapalı olarak değil, etkileşimle oluşan bir toplumsal sistem ve alanların zıt ilişkilerle aşağıdan yukarıya baskıyla devamlı dönüşmeye devam eden hareketli sistemler olmasıdır.

Bourdieu’ye göre bir alanın sınırının ne olduğunun cevabı a priori olarak verilemez. Ancak alanların içinde yapılacak ampirik araştırmalar, alanın sınırları ile ilgili bize birtakım ipuçları verebilirler. Alana katılanlar, iktisadi işletmeler, büyük terziler ya da romancılar rakiplerini devre dışı bırakmak ve alanda tekel oluşturmak için kendilerini en yakın rakiplerinden farklılaştırmak için çaba sarfederler. Alana dahil olmanın bir bedeli vardır. Bu bedel abartılarak alana girişler kısıtlanmaya çalışılır. Diğer bir dışlama

–sınırlama stratejisi ise alana özgü bir aidiyet tanımı getirerek yeni katılımları azaltmaktır. Dolayısıyla alanın sınırlarının ne olduğu, ancak yapılacak ampirik araştırmalar yoluyla belirlenebilir. Alanın giriş sınırları, genellikle hukuksal ve tanımlanmış sınırlar değil, söylenmemiş ama teamül olmuş sınırlardır. Bu alan, alanın etkisinin yaşandığı mekan olarak düşünülebilir. Alana girenlerin yaşadıkları, kendi içkin özelliklerine göre değil, alanın yapısal özelliklerine göre izah edilebilir. Alanın sınırları, etkilerinin bittiği yerden çizilir. Bu çizgilerin ne olduğu a priori ortaya konulamaz, ancak ampirik araştırmaların derinlikli çözümlemelerinin yardımıyla bilinebilir (Bourdieu ve Wacquant, 2007: 84-85)

Çeviri alanı, ya da etkinliği de yine kurallarla sınırlandırılmadığı için, çeviri alanına girişler kolaydır ve alandan olmayanları sınırlayan bir şey yoktur. Bu durum sadece çeviri etkinliği için değil akademik çeviri bölümleri için de geçerlidir. Bu belirsizlik meslekteki belirsizliği de getirdiğinden, alanın konum ve meşruluğu da sınırlı kalmakta, yani meşruluğu tartışılmaktadır. Çünkü çeviri sosyolojisi yaparken, çevirmen profilinin oluşumunun habituslar olarak çeviri kuramına ve arzu edilen alan birikimine uymama olasılığı olduğu için böyle bir inceleme alanın sembolik sermayesinin belirsizliğinden dolayı çok net ve anlamlı değildir. Dolayısıyla çeviri alanında yapılacak eleştiri de yine alanın kuralları ve sembolik sermaye üretimiyle ilgili olarak belirsiz ve etkisiz kalabilecek, eleştiri kendi zıtlıklarına olmayabilecektir. Ya da eleştirenler bu alanın piyasadaki sembolik sermaye avantajından dolayı alanın altında kalan ve mücadele veren kişiler olarak doxanın sabitlerine takılacaklardır.

Evrensellik, alanın farklı topluluk ve toplumlardaki ortak tezahürüdür. Mücadelenin evrensel olması, esasen tanımlamanın evrensel olamayacağını da gösterir. Çünkü alanların evrensel bir tanımı olsaydı, mücadeleye gerek kalmazdı (Kaya, 2010: 409). Bourdieu’ye göre alanın sınırlarını, tanımlarını muhafaza etmek ve alana girişleri kontrol etmek, kurulu düzeni korumak anlamına gelir. Alanda üretim yapan nüfus arttıkça, mevcut hiyerarşik yapıyı korumanın önemi ve aciliyeti artmaktadır, çünkü böyle durumlarda alan harici etkilere daha açık hale gelmektedir. Alana ilk defa katılanlardaki önemli bir demografik artış, alanda alışıla gelmiş işleyişin mantığını