• Sonuç bulunamadı

Peygamber Gönderme ve Mucize

Belgede İbn Rüşd'de Uluhiyet problemi (sayfa 126-139)

İbn Rüşd’e göre, peygamberliğin delili olup olmaması açısından mucizenin durumu nedir? O, Hz. Muhammed’in peygamberliğini nasıl değerlendirmektedir? Ona göre hangi olaylar mucize sayılır? Yine ona göre Kur’an-ı Kerim bir mucize midir? Eğer mucize ise, onun mucize olmasını sağlayan noktalar neler olabilir? Bu hususların açıklanması gerekmektedir.

399 Bkz. İbn Rüşd, el- Keşf, ss. 204- 205; Sarıoğlu, a.g.e., s. 247.

400 İbn Rüşd, Tehafüt, c. 1, s. 283; İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, s. 92. 401 İbn Rüşd, Tehafüt, c. 1, s. 222; İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, s. 69. 402 İbn Rüşd, Tehâfüt, c. 1, s. 276; İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, s. 89.

Nübüvvet meselesini Allah’ın fiillerinden kabul eden İbn Rüşd, Allah’ın peygamber göndermesinin iki boyutu olduğunu ifade etmektedir. Bunlar; nübüvvet müessesinin varlığı ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliği meseleleridir.403 İbn Rüşd, peygamberlik kurumunun (risalet-nübüvvet) toplum içinde mevcut olup olmadığını öncelikle sorgulamaktadır. Bu bağlamda kelamcıların delillerini hatırlatır. Kelamcılar, “Allah mürid, mütekellim ve kullarının mâliki durumundadır. İşte böyle istediğini yapan, kullarını koruyup gözeten, kelam sıfatına sahip bir zatın peygamber göndermesi insanlar için mümkündür. Bu mümkün durum, ğaibde Allah için de söz konusudur” demek suretiyle nübüvvet müessesinin gerekliliğini ortaya koymaya çalışırlar. Ayrıca kelamcılar, Berâhime404’nin konuyla ilgili ileri sürmüş olduğu hususlara itirazlarını örnekler vererek dile getirirler. Onlara göre, “bir kimse sultanın huzurunda ayağa kalkarak ‘ben bu sultan tarafından size gönderilen bir elçiyim’ dese ve üzerinde de elçi olduğuna dair sultanın bir takım alametleri olsa, bu elçinin doğruluğuna hükmedilir.” 405 İbn Rüşd, kelamcıların bu konuda takip etmiş oldukları yolu özellikle halk için ikna edici bulmakla birlikte, bazı noktaların açıklanması gerektiğini düşünmektedir. O, kelamcıların Berâhime’ye karşı ileri sürdükleri örnekten yola çıkarak şöyle demektedir: Sultanın elçisi olduğunu iddia eden şahsı tasdik etmemiz, ancak onun üzerindeki alametin, sultanın elçilerine ait bir alamet olduğunu bilmemiz halinde doğru olur. Bu da, ya sultanın tebaasına, “bana mahsus olan şu alameti kimin üzerinde görürseniz, onun benim tarafımdan gönderilen bir elçi olduğuna hükmedin” demesiyle veya sultanın adetine bakılarak, bu çeşit alametlerin

403 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 209.

404 İnsan, aklıyla kendisine gerekli olan her şeyi kavrayacak güce sahip olduğundan peygamberlik kurumuna gerek yoktur diyen grup. Allah’ın birliğine inanmakla birlikte, insanlara peygamber göndermenin hikmet eseri olmadığını, insanlığa ışık tutmak açısından aklın yeterli olduğunu, mucizelerin fiilen gerçekleşmediğini, peygamberlerin getirdiği ibadetlerin manasız olduğunu iddia eden bir mezhep veya din. Bkz. Bâkıllanî, Temhid, ss. 126- 156; Gazâlî, Ebu Hamid, Faysalu’t- Tefrika, s. 134.; Tehanevî, Keşşâf, c. 1, s. 215; Tümer, Günay, Brahmanizm, DİA, c. 6, s. 333, İstanbul, 1992; Sarıoğlu, a.g.e., s. 248; Karataş, Cağfer, Bâkıllanî’ye Göre Allah ve Alem Tasavvuru, s. 74, Bursa, 2003.

405 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 209; Krş. Sâbûnî, Nureddin, Maturidiyye Akaidi, çev. Bekir Topaloğlu, s. 111, Ankara, 1979.

ancak onun elçilerinde bulunacağının bilinmesiyle anlaşılır.406 Dolayısıyla İbn Rüşd, kelamcıların vermiş olduğu misalin eksik ve yetersiz olduğunu ifade etmeye çalışmaktadır.

İbn Rüşd, peygamberlerin mucize yoluyla bilinebileceğini tasdik eder. Ancak bu mucizelerin peygamberlere mahsus olduğunun bilinebilmesi noktasındaki çekincelerini de belirtmeden edemez. Ona göre, peygamberliğin sâbit olması şu iki mukaddimeye dayanmaktadır:

1- Peygamberliğini iddia eden zâtın mucize ortaya koyması.

2- Her mucize ortaya koyan kimsenin peygamber olması. Buna göre her iki mukaddimenin zaruri sonucu olarak, o zatın peygamber olması gerekir.407

İbn Rüşd, sırasıyla bu iki mukaddimeyi ele alarak tartışmaktadır. Ona göre, ilk mukaddime müşahadeye dayanmaktadır. Ancak o, böyle bir şeyi söyleyebilmek için, ortaya çıkan mucizenin, ne sanatkâr vasıtasıyla meydana getirilen bir sanat, ne de kabiliyete dayalı bir fiil olması gerektiğini, ayrıca bu tür fiillerin hayal mahsulü de olmaması gerektiğini belirtmektedir. O, ikinci mukaddimenin de, peygamberlerin ve mucizenin varlığını kabul edenler nazarında doğru olacağını eklemektedir.408 Dolayısıyla bu mukaddimelerden hareketle ulaşılan sonucun, ancak peygamberlerin varlığını kabul eden kişiler nazarında anlamlı olabileceğini ve haliyle geçersiz olduğunu İbn Rüşd ifade etmektedir.

İbn Rüşd’e göre mucizenin peygamberlere mahsus alametlerden olduğu, ne şeriat ile ne de akılla bilinebilecek bir husustur. Çünkü peygamberin peygamber olduğu kesinleşmeden şeriatın sabit olduğunu iddia etmek doğru olmaz. Böyle bir şey yapıldığı takdirde, yani nakle müracaat edildiğinde, bir şeyi, bizzat kendisi ile tashih etme türünden bir iş yapılmış olur ki, bu yanlış bir yöntemdir. Akıl da bu mucizenin peygamberlere mahsus olduğu konusunda hüküm verme imkanından mahrumdur.409 406 İbn Rüşd, el- Keşf, ss. 209- 210. 407 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 210. 408 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 210. 409 Bkz. İbn Rüşd, el- Keşf, ss. 210 ve 212.

İbn Rüşd, mucizenin peygamberliğin delili olup olmadığını da sorgulamaktadır. O’na göre akıl, peygamberlik ile mucize arasında bir irtibat kuramamaktadır. Nasıl tedavinin tıbba ait bir fiil olduğu ve bu fiili işleyen kimsenin de doktor olduğunu akıl kolaylıkla idrak ediyorsa, aynı şekilde mucizenin de peygamberliğe ait bir fiil olduğu ve bu fiili yerine getirenin de peygamber olduğunu aklın kavraması gerekmektedir. Ayrıca İbn Rüşd, mucizenin peygamberliğin delili olması durumunda bir takım sıkıntıların doğacağını, bazı sihirbaz ve velilerin elinde zuhur eden harikulâde hallerin izah edilemeyeceğini belirtmektedir.410 Akıl ancak

belli sebeplerden hareketle sonuca gidebildiği ve bir şey hakkında o vakit karar verebildiği için, sebepler henüz oluşmadan aklın hüküm vermesi beklenemez.

İbn Rüşd, kelamcıların “mucize peygamberliğe delâlet eder, onun için peygamber olmadığı halde kendisinden harikulâde haller zuhur eden bir kimse peygamberlik iddia etse, ondan mucize zuhur etmez” demelerini eleştirmektedir. O’na göre bu sözler, delile dayanmayan iddialardır. Çünkü, kendisinden hârikulâde haller zuhur eden kimsenin peygamberlik iddiasından sonra, ondan hârikulâde haller zuhur etmemesi, ne şeriat ne de akıl tarafından bilinebilecek bir husustur.411

Mûcize meselesinin tartışılma sebebini, İbn Rüşd'ün ilgili kitaplarında açıkça görebiliyoruz. Ancak şunu hemen belirtmek gerekir ki, İbn Rüşd, meseleyi Gazzâlî tartıştığı için, ilgili hususlarda cevap vermek amacıyla ele almaktadır. Çünkü, esasen İbn Rüşd açısından mûcize, hakkında tartışma yapılmaması gereken bir meseledir. Ona göre; "eski filozoflar (kudema), mûcize konusunda hiçbir şey söylememişlerdir. Filozoflar, mûcizelerin araştırılması ve problem haline getirilmesine hacet olmadığını düşünmektedirler. Aslında mucize, Şeriat'ın ilkelerinden biridir; bunları araştıran ve bu konularda kuşkuya düşen kimsenin, onlara (filozoflara) göre "acaba Allah var mıdır, mutluluk var mıdır, erdemler var mıdır"? diye Şeriat'ın diğer ilkelerini araştıran kimse gibi cezalandırılması gerekmektedir. Çünkü bunlardan şüphe edilmez. Onların nasıl var oldukları, insan akıllarının kavrayamayacağı ilâhî bir husustur."412 Bu bakımdan mucize de Allah’ın fiillerinden bir fiil olmaktadır.

410 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 213. 411 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 214.

İbn Rüşd, mûcize meselesini, farklı ve uygun olmayan metodlarla tartışmaya açtığı gerekçesiyle Gazâlî'yi eleştirmektedir. Çünkü Gazâlî, mûcize meselesinde, kendisinin de bir çok yerde açıkladığı gibi, peygamberlerin doğruluğu konusunda alimlerin metodunun başka bir metod olduğunu bildiği halde, bu yöntemi kullanmamıştır.413 Mucize ile ilgili görüşünü “imkan” anlayışına dayalı olarak açıklayan Gazali’nin yöntemi takip edildiğinde, mûcizeye yer bulabilmek ve mûcizeyi kabul etmek için, normal tabiat hadiselerindeki sebep-sonuç ilişkisini, bu ilişkideki düzenliliği-gerekliliği, dengeyi kabul etmeyip, reddetmek gerekecektir. Mûcizeyi kabul etmek, normal tabiat hadiselerindeki sebep-sonuç ilişkisini zedelemeyeceği gibi, bu ilişki de mûcizenin kabul edilmesini reddettirecek bir durum değildir. Ancak, bu iki durumdan her biri için diğeri feda edilmek istendiği zaman problem çıkacaktır. Birinde mûcize kabul edilmeyeceği gibi, diğerinde de bütün olaylara şüpheyle yaklaşılacak, muhal şeylerin daima olabileceği endişesi zihinlerde yer bulabilecektir.414

İbn Rüşd, Gazâlî'nin "filozofların mûcizeleri kabul etmedikleri" fikrine katılmamakta, hatta bunu iddia edenleri yadırgamaktadır. O, filozofların mûcizeleri tartışma konusu bile yapmadıklarını; ancak İslâm dünyasında bazı kimselerin mûcizelere inanmadığını, fakat filozofların bizzat, bu insanlara hoşgörüyle bakmadıklarını ifade etmektedir. Ona göre filozoflar, insan aklının kavrayamayacağı ilahi bir husus olduğu için, sebepleri bilinemese de kabul edilmeleri gereken dinin ilkelerinden olduğu gerekçesiyle, mûcizeler konusunda, hiçbir şey söylememişlerdir; çünkü onlara göre mûcizeler, araştırılmalarına ve problem haline getirilmelerine gerek olmayan hususlardandır. İbn Rüşd, filozofların mûcizeyi şeriatın bildirdiği tarzda kabul ettiklerini, bunun dışında fikir belirtmediklerini ve onu problem edinmediklerini savunmaktadır. O, mûcize, öldükten sonra diriliş vs. konularında şeriat ne emrediyorsa onu kabul etmek gerektiğini, bunun dışında fikir beyan

413 İbn Rüşd, Tehâfüt, c. 2, s. 776; İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, s. 287. Bu yöntem, peygambere peygamber isminin verilmesine neden olan ğaybdan haber vermek, gerçeğe uygun kanunlar getirmek ve bütün insanların saadetine vesile olacak davranışlar kazandırmayı sağlayan sıfata müteallık bir fiildir.

etmenin sağlıklı olmadığını, “ilimde derinleşmiş olanlar: ‘O’na inandık, hepsi Rabbimizin katındandır’ derler” 415ayetinin belli bir aşamadan sonra göz önünde

bulundurulması gerektiğini ifade etmektedir.416

İbn Rüşd, Hz. Muhammed’in peygamberliği meselesini izah ederken, onun, davasını insanlara tebliğ aşamasında, bir varlığı (ayn) başka bir varlığa dönüştürmek (galb) gibi harikulâde fiiller ortaya koymadığını, eğer bir takım olağanüstü fiiller zuhur etmişse, bunların da bir meydan okuma şeklinde değil, hâdiselerin tabii seyri içerisinde cereyan eden olaylar olduğunu belirtmekte417 ve şu ayetleri de delil olarak ileri sürmektedir:

“Dediler ki: Yerden bize bir kaynak su fışkırtmadıkça sana inanmayız. Yahut senin hurmalardan ve üzümlerden oluşan bir bahçen olmalı, aralarından ırmaklar fışkırtmalısın. Yahut iddia ettiğin gibi üzerimize gökten parçalar düşürmelisin, yahut Allah’ı ve melekleri karşımıza getirmelisin. Yahut altından bir evin olmalı, ya da göğe çıkmalısın. Maamâfih, sen bizim üzerimize, okuyacağımız bir kitap indirmedikçe senin sadece göğe çıkmana da inanmayız! De ki: Rabbimin şanı yücedir. Ben sadece elçi olarak gönderilen bir insan değil miyim?”418

415 Âli İmrân, 3/7.

416 İbn Rüşd, Tehâfüt, c. 2, ss. 773- 774 ve 791- 792; İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, ss. 286- 287 ve 294.

417 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 214; Kelamcılar İbn Rüşd’ün belirttiği harikulade olayların da bir mucize olarak tabiat kanunlarına aykırı bir şekilde gerçekleştiğini kabul etmektedirler. Bu mûcizenin söz konusu olması durumunda akla üç önemli husus gelmektedir: Mûcize'yi yaratan (Allah), mûcizenin elinde yaratıldığı şahıs (peygamber), mûcize konusu olan şey (tabiat hadisesi). Zaten, mûcîzenin tanımı gözönünde bulundurulursa, normal bir tabiat hadisesinin, peygamberliğini iddia eden kimsenin elinde, Allah'ın yaratmasıyla normal değil de, tersine vukû bulması olarak açıklanabilir. Bu yüzden, mûcize meselesinde bu üç hususun herbiri açısından (bunların kabulü ya da inkarı hakkında) tartışma söz konusu olmaktadır. Krş. Sâbûnî, Maturîdîyye Akaidi, s. 111; Gölcük- Toprak, Kelam, s. 370. Dalkılıç, Tehâfüt Geleneğinde Mucize Meselesi, s. 14.

“Bizi mucizeler göndermekten alıkoyan şey, evvelkilerin onları yalanlamış olmasıdır.”419

İbn Rüşd, asıl mucize olarak Kur’an-ı Kerim’i kabul etmektedir. O, Kur’an-ı Kerim’i Hz. Peygamberin insanlara meydan okuduğu ve peygamberlik iddiasının doğruluğuna delil saydığı bir mucize olarak görmektedir.420 Ona göre; mûcizelerin en açık olanı; olağanüstü niteliği, asanın yılana dönüşmesi gibi, başkalarından işitmek suretiyle (naklî olarak) iletilmiş olmayan Allah'ın yüce kitabıdır. Onun mûcize oluşu, ancak bugün varolan ve kıyamete kadar var olacak olan insanların duyumları/algıları ve incelemeleri sayesinde anlaşılmıştır ve anlaşılacaktır. Bu nedenle bu mûcize, öteki mûcizelere nazaran, çok daha üstündür.421Ayrıca şu ayetlerde de Kur’an’ın mucize oluşu ifade edilmektedir:

“De ki: Andolsun eğer insanlar ve cinler şu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine arka çıkıp yardım etseler, yine onun bir benzerini getiremezler.”422

“Yoksa, onu uydurdu mu diyorlar? De ki: Öyleyse siz de onun benzeri on uydurulmuş sure getirin; eğer doğru iseniz, Allah’tan başka, çağırabildiklerinizi de yardıma çağırın.”423

Burada İbn Rüşd, bir taraftan mucizenin peygamberliğe delil olması meselesini eleştirirken, öbür taraftan Kur’an’ın mucize oluşu ve Hz. Muhammed’in (s.a.v.) peygamberliğine delil teşkil etmesi konusundaki söylemine itirazların gelebileceğini varsayarak, bu hususu açıklığa kavuşturmak istemektedir. O’na göre, Kur’an’ın Hz. Peygamber’in nübüvvetinin doğruluğuna (sıdk) delil olması, iki esasa dayanmaktadır:424

419 İsrâ, 17/59.

420 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 215.

421 İbn Rüşd, Tehâfüt, c. 2, ss. 775- 776; İbn Rüşd, Tutarsızlığın Tutarsızlığı, s. 287. 422 İsrâ, 17/88.

423 Hud, 11/13.

1- İnsanlar içinde resul ve nebi olarak isimlendirilen, Allah’tan aldıkları vahyi insanlara tebliğ eden, onları güzel işler yapmaya çağıran, çirkin (kabih) işler yapmaktan da meneden bazı insanların varlığı tarihen sabittir. Bu, filozofların ve bütün insanların ittifak ettiği bir husustur. Kur’an’da da, “Biz, Nuh’a ve ondan sonra gelen peygamberlere vahyettiğimiz gibi, sana da vahyettik. Nitekim İbrahim’e, İsmail’e, İshak’a, Yakub’a, Yakuboğullarına, İsa’ya, Eyyub’a, Yunus’a, Harun’a, Süleyman’a da vahyetmiş ve Davud’a da Zebur’u vermiştik.”425 “De ki: Ben

elçilerden bir türedi değilim, (peygamberliği ilk defa ben ortaya atmadım, ya da önceki peygamberlerin hiç söylemediği bir şeyi söyleyen, ortaya bid’atler atan bir peygamber değilim).”426 vb. ayetler ile buna dikkat çekilmektedir.

2- Allah’tan aldığı vahiy ile kanun (şeriat) vaz’ etme fiili (fiil er-rusul) kendisinde bulunan herkes nebidir. Bu hususa da “Ey insanlar, size rabbinizden burhan gelmiştir ve size apaçık bir nur indirdik.”427 “Ey insanlar, peygamber size Rabbinizden hak olanı getirmiştir. O halde sizin için hayırlı olana inanın.”428 “Fakat içlerinden ilimde derinleşmiş olanlar ve müminler, sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar.”429 “Allah, sana indirdiğini kendi ilmiyle indirmiş olduğuna şahitlik eder. Melekler de buna şahitlik ederler. Zaten şahit olarak Allah kafidir.”430

ayetleriyle işaret edilmektedir.

Buna göre İbn Rüşd, peygamberlerin varlığı ve gerekliliği ile bir kişinin peygamber olup olmadığının yegane ölçüsünün, o kişinin insanları teorik (ilmi) ve pratik (ameli) açıdan tatmin edecek, yani fert ve toplum hayatına katkılar sağlayacak, onları bilgi, inanç ve ahlâk yönünden doyuracak nitelikte bir din ve bir sistem getirmek olduğunu düşünmektedir.431 O, nübüvvet üzerine asıl kat’i ve zaruri delil teşkil eden şeyin ilim ve amelde ortaya çıkan mucize olduğunu, denizin patlaması

425 Nisa, 4/163- 164. 426 Ahkâf, 46/9. 427 Nisa, 4/174. 428 Nisa, 4/170. 429 Nisa, 4/162. 430 Nisa, 4/166. 431 Sarıoğlu, a.g.e., s. 254.

(infilâk) gibi mucizelerin, şeriatın bizâtihi özüne taalluk etmediğini belirtmektedir. Eğer bu tür mucizeler, ilim, amel ve ahlâkı öne çıkaran Kur’an mucizesiyle birlikte bulunduğu taktirde ancak anlamlı olmaktadır.432

İbn Rüşd, mucizeyi “berrânî (kevnî, hissî, hâricî) ve münasib yahut ehlî” olarak ikiye ayırmaktadır. O, berrânî mucizenin halka has bir yol olduğunu belirterek, bu mucize türünün, peygambere peygamber isminin verilmesine esas olan sıfata denk düşmediğini ifade etmektedir. Ona göre berrânî mucizeye yöneltilen eleştirileri de halkın anlaması mümkün değildir. Dolayısıyla halk berrânî mucizeyi kabul eder ve öylece inanır. Ancak şeriat iyice incelendiği takdirde, münasib veya ehlî (ilmî, ahlâkî, manevî) mucizenin dinde karşılığının olduğu görülecektir. Bu mucize ile tasdik ise halk ile ulema arasında müşterek olan bir yoldur.433 Buna göre İbn Rüşd, berrânî mucizeden ziyâde münasib mucizeyi önemsemektedir. Çünkü o, münasib mucizenin, “dinin kendi özünde taşıdığı yüce hakikatler ile insanın duygu, düşünce ve ruh dünyasını olağanüstü bir tarzda içten içe kuşatarak, kişiyi her

bakımdan tatmin edecek düzeyde olduğunu vurgulamaya çalışmaktadır.434

Mübahat Türker’in “İbn Rüşd bir filozof olmasına rağmen mucize meselesini, bu vasfı ile te’lif edilemeyecek bir şekilde bir teolog gibi neticelendirmiştir”435 değerlendirmesi ve buna benzer değerlendirmeler, onun dinin temel problemleri üzerine tartıştığını unutarak yapılan değerlendirmeler olarak görünmektedir. İbn Rüşd’ün bir filozof olarak vahyin verilerini ileri sürmesini sadece gerekçe göstermek ne kadar tutarlı bir değerlendirme olabilir? Tartışılan konu, dini bir mesele olduğu için, o çerçevede vahyin verilerinin kullanılması gayet tabii bir durum olmaktadır.

İbn Rüşd, peygamberlere gelen vahyin ve inen Kur’anın, yine kendisi üzerine, yani nübüvvete delil olması meselesinin de tavzih edilmesi düşüncesiyle, vahyin (Kur’an) üstün özellikleri üzerinde durmaktadır. Çünkü, onun savunmakta olduğu “mucizenin peygamberliğin varlığına delil olmada yetersizliği” fikri ile Kur’anın, Hz. Muhammed’in peygamberliğini kanıtlayan tek mucize olduğu fikrinin nasıl telif

432 Bkz. İbn Rüşd, el- Keşf, ss. 217- 218. 433 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 223.

434 Sarıoğlu, a.g.e., s. 258.

edileceği, çözümlenmesi gereken bir noktadır. Aksi takdirde, bir şeyin varlığını göstermek için yine o şeyden yararlanılması, totoloji ve geçersiz bir yöntem olmaktadır.436 İbn Rüşd’e göre bu meselenin çözümlenmesi için şu üç hususun bilinmesi gerekmektedir:437

1- Kur’an’ın ihtiva ettiği teorik (ilim) ve pratik (amel) bilgilerin, öğrenme yoluyla değil, vahiyle elde edilecek türden bilgiler olması.

2- Kur’an’ın ğaybdan haber veren bir takım ayetler ihtiva etmesi.

3- Üslup ve ifade açısından, düşünerek ortaya konan diğer metinlerden farklı ve üstün olması.

Bu hususlar içinde ilk maddenin dikkate değer ve üzerinde durulması gerektiğini belirten İbn Rüşd, meseleyi açığa kavuşturmak için, Kur’an’daki ilmi ve ameli hükümlerin Allah’tan gelen bir vahiy sonucu olduğunun nasıl bilineceğini ve Kur’an’a hangi sebeple “Allah Kelamı” dendiğini sorgulamaktadır. Bu sorunun cevaplandırılması için de bazı hususların bilinmesi gerekmektedir:

Şeriatın vaz’ olunmasındaki bilgiye vâkıf olabilmek için; Allah’ın bilinmesi (mârifetullah), insanın mutluluğu ve bedbahtlığının bilinmesi, saadete ulaştıran hayır ve hasenâtın, bedbahtlığa götüren şer ve seyyiâtın bilinmesi gerekir. Beşeri mutluluğu ve mutsuzluğu bilmek, nefsin mahiyetini, cevherinin neden ibaret olduğunu, uhrevi bir saadetin ve bedbahtlığın bulunup bulunmadığını, şayet varsa bu saadetin ve bedbahtlığın derecesinin ne olduğunu bilmeyi gerektirir. Ayrıca hangi miktardaki hasenâtın saadete sebep olduğunu anlamak icab eder. Zira gelişi güzel bir miktarda alınan ve rastgele bir zamanda kullanılan gıdaların sıhhate sebep olmadığı, sıhhat sebebi olabilmesi için belli bir vakitte ve belli bir miktarda kullanılması gerektiği gibi, hasenât ve seyyiât hususunda da durumun böyle olması gerekmektedir. Bunun için bütün bu hususların şeriatlarda tespit edilmiş olduğunu, hepsinin veya büyük bir kısmının ancak vahiy ile açığa kavuşacağını anlamamız gerekir.438 Dolayısıyla insan aklının bilemeyeceği bir takım meseleler Allah’tan

436 Bkz. Sarıoğlu, a.g.e., ss. 254- 255. 437 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 218. 438 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 219.

gelen vahiy ile ortaya konmuş olmaktadır. Ayrıca Hz. Muhammedin ilim ve felsefeden mahrum bir toplum içinde yetişmiş, ümmi bir insan olduğu düşünüldüğü takdirde, onun peygamber olduğu, Kur’an’ın Allah’ın kelamı ve vahyi olduğu konusu, tam bir yakîn ve kat’iyetle ortaya çıkmış olmaktadır.439 İbn Rüşd, aşağıdaki bazı ayetleri zikretmek suretiyle de konunun iyice zihinlerde pekiştirilmesini istemektedir:

“De ki: Andolsun eğer insanlar ve cinler şu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere toplansalar ve birbirlerine arka çıkıp yardım etseler, yine onun bir benzerini getiremezler.”440

“Ey Muhammed, sen bundan önce bir kitap okumuyordun, elinle de onu yazmıyordun. Öyle olsaydı, o zaman Allah’ın sözünü boşa çıkarmaya çalışanlar kuşkulanırlardı.”441

“Ümmîler içinde, onlardan bir peygamber gönderen O’dur.”442 “Onlar ümmî olan peygambere uyarlar.”443

İbn Rüşd, Kur’an’daki ilmi ve ameli hakikatlerin Allah’tan gelen vahiy ile olduğunu ve onun Allah kelamı olduğunu anlamanın bir başka yolunun da, diğer kitap ve dinlerle mukayese etmek olduğunu belirtmektedir. Bu durumda Kur’an’ın, diğer din ve kitaplara üstünlük sağladığı görülecektir. Eğer yeryüzünde içerdiği bilgiler sebebiyle Allah’ın kelamı olmaya lâyık kitaplar mevcut ise, açıktır ki O, Kur’an’dır. O, bu ismi fazlasıyla hak etmektedir. Tevrât ve İncil’e vâkıf olanlar bu hususu derhal fark ederler. İbn Rüşd, bu kitapların baştan sona kadar tahrif edildiğini

Belgede İbn Rüşd'de Uluhiyet problemi (sayfa 126-139)