• Sonuç bulunamadı

Adalet ve Zulüm (İyilik ve Kötülük)

Belgede İbn Rüşd'de Uluhiyet problemi (sayfa 147-152)

Kelam ilminde hayır-şer, husun-kubuh, hidâyet-delâlet adı altında işlenen konuları, İbn Rüşd cevr-adl (zulüm-adalet) başlığı altında ele almaktadır. Adalet ve zulüm konusu, bir yönüyle Allah-âlem ilişkisi ve yaratmayla, bir yönüyle kazâ ve kaderle, bir yönüyle de ahlâk meselesiyle yakından ilişkilidir.491 İbn Rüşd’e göre bu

mesele, Eş’arîler tarafından yanlış anlaşılmış, şeriata zıt yorumlar yapılmıştır. Dolayısıyla onların bu husustaki inançlarının düzeltilmesi gerekmektedir. Onlar derler ki; bu konuda ğaib olan Allah, şâhid olan insanın aksinedir. Bu da şundan

489 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 233.

490 Bkz. İbn Rüşd, el- Keşf, ss. 233- 234. 491 Sarıoğlu, a.g.e., s. 264.

kaynaklanmaktadır: İnsanın adalet ve zulüm ile muttasıf olması, onun fiilleri üzerinde şeriat tarafından konulan kısıtlılık (hacr) halinden ileri gelmektedir. İnsan, şeriatın adalet olarak vasfettiği bir işi yaparsa âdil, şeriatın zulüm olarak vasfettiği bir işi de yaparsa zâlim olmuş olur. Ancak şeriat tarafından getirilen bir kısıtlama ve mükellefiyet altında olmayan yüce varlık hakkında, adâlet ve zulüm denilebilecek fiillerden bahsetmek mümkün değildir. Çünkü O’nun tüm fiilleri adalettir. Bu bakımdan, şu âlemde bizâtihi adalet veya bizâtihi zulüm diye bir şey yoktur.492

Dolayısıyla adalet ve zulüm, onlara göre bir değer yargısı ifade edip sadece yüklemden ibaret olmaktadır.

İbn Rüşd’e göre, adaletin bizâtihi hayır, zulmün de bizâtihi şer olduğu bilinen (maruf) bir şey olduğu için, Eş’arîlerin bu sözünden yola çıkıldığı takdirde, örneğin Allah’a şirk koşma fiili, bizâtihi ne hayır ne de şer olacaktır. Sadece şeriat bakımından hayır veya şer olacaktır. Eğer şeriat Allah şeriki olduğuna itikad edilmesi gerekir diye emretmiş olsaydı, bunun adalet; yine aynı şekilde şeriat, Allah’a âsi olmayı emretmiş olsaydı, bunun da adalet olması gerekirdi. O’na göre böyle bir durum, akla ve nakle muhalif bir durumdur.493 Böyle bir iddianın nakle aykırı olduğu şu ayetlerden anlaşılmaktadır:

“Adaletle kâim olarak, O’ndan başka ilah olmadığına, Allah da, melekler ve ilim sahipleri de şehadet etmektedir…”494

“…Rabbin kullara zulmedici değildir.”495

“Allah insanlara hiç zulmetmez, fakat insanlar kendi kendilerine zulmederler.”496

Bütün bu ayetlerde Allah, kendisini âdil olmakla (kıst) vasfetmekte, zulümden de kendisini nefyetmektedir.497

492 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 235; Krş. Eş’arî, Kitâbu’l- Luma’, ss. 70- 71; Gölcük, Bâkıllanî ve İnsanın Fiilleri, s. 284.

493 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 235. 494 Al-i İmrân, 3/18.

495 Fussılet, 41/46. 496 Yunus, 10/44.

İbn Rüşd’e göre Kur’an’da öyle âyetler vardır ki, kader meselesinde olduğu gibi bu meselede de onların te’lif edilmesi gerekmektedir. Örneğin “Allah dilediğini dalâlete düşürür, dilediğini de hidayete erdirir”498 “Dileseydik, herkese hidâyete ulaştırırdık”499 vb. ayetlerin zâhirine hamledilmemesi gerekir. Çünkü, zâhiri manası itibariyle, bu ayetlerle teâruz eden pek çok ayet bulunmaktadır. “Allah kulları için küfre rıza göstermez”500 vb. ayetler, bu duruma örnek teşkil ederler. Görüldüğü gibi Allah c.c. kendisinden zulmü nefyetmektedir. Önceki ayetlerde, Allah’ın doğru yolu gösteren ve yanlış yola sevkeden olduğu anlatılırken, peşinden zikredilen ayetlerde, Allah’ın, kullarının küfrüne râzı olmadığı için, onları dalâlete düşürmediği belirtilir. Buna göre, Eş’arîlerin, “râzı olmadığı şeyi yapmak, irade etmediği şeyi emretmek, Allah hakkında mümkündür” demeleri, anlamsız hale gelmekte, ancak küfre tekâbül edecek bir söz olmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ’nın insanları dalâlet için yaratmadığı, aksine fıtrat üzere yarattığına nasslarda işaret edilmektedir.501

İbn Rüşd, nasslar arasında böyle bir taâruzun olduğunu ortaya koyduktan sonra, bu durumu akıl ölçeğinde değerlendirmeye çalışır. O, Allah’ın hidayete erdirmesi meselesinden ziyâde, Allah’ın dalâlette bırakmasının mümkün olup olmadığını sorgular. Ancak, onun bu konudaki değerlendirmelerinin muğlak olduğunu söylemek pek de yanlış olmayacaktır. Çünkü, yukarıdaki söylemlerinden, onun, Allah’ın kullarına zulmetmeyeceği, onlar için küfre rıza göstermeyeceği mealindeki ayetleri daha fazla öne çıkardığından, Allah’ın kullarını dalâlette bıraktığı meâlindeki ayetleri bu yönde tevil edeceği beklenirken, sanki kulların dalâlete düşmesinde, Allah’ın müdahalesi olduğunu vurgulamaktadır. Onun izahlarından şu hususun da anlaşılması mümkündür: Allah, ezeli iradesinde, dalâlette olma hali

497

İbn Rüşd, el- Keşf, s. 235, Ali İmran 3/18 ayetindeki “kıst” vasfı, genellikle “ilim sahipleri”ne izafe edilerek tercüme edilmesine rağmen, İbn Rüşd’ün anladığı şekilde Allah’a izâfe edilmesinde de bir sakınca olmadığı görülmektedir.

498 Müddesir, 74/31. 499Secde, 32/13. 500 Zümer, 39/7.

501 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 236; Bkz. Rum, 30/30; Araf, 7/172; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 2/233, 275, 393; Buharî, Cenâiz, 78, 91.

bulunan bir zümrenin olmasını dilemiştir. Bu durumu, belli bir kişinin saptırılması anlamında değil, böyle bir zümrenin varlığının gerekliliğiyle ilgili bir durum olarak anlamak daha doğru olacaktır.

İbn Rüşd’ün şu sorusu yukarıdaki değerlendirmelerimizi haklı çıkarmaktadır: Mahlukât içinde, tabiatları ile dalâlete hazırlanmış bir grubun olmasına niçin ihtiyaç vardır? Bu, zulmün ulaştığı en son nokta değil midir? O’na göre, ilâhi hikmet, bunun böyle olmasını gerektirmiştir. Böyle olmasaydı, asıl o zaman zulüm olurdu. Çünkü, insanın yaratılışına esas teşkil eden tabiat ve hâiz olduğu terkip, az da olsa bazı inanların tabiatı gereği şerir olması sonucunu doğurmaktadır. Aynı şekilde, insanların doğru yolu bulmalarını sağlayan bir kısım hârici sebepler, ârızi olarak bazı insanların da dalâlete düşmesine vesile olmaktadır. İlâhi hikmet, az miktardaki kötülük (şer) sebebiyle, çok daha fazla iyiliği (hayr) feda etmektense, iyilik uğruna kötülüğün önemsenmemesini ister. Bu husus, Kur’an-ı Kerim’de ifade edilmektedir. “Bir zamanlar Rabbin meleklere “Ben yeryüzünde bir halife yaratacağım” demişti. Onlar da “orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek, birisini mi yaratacaksın? Oysa biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz, dediler. Allah da “Ben sizin bilmediklerinizi bilirim” dedi. (Bakara, 2/30) İbn Rüşd’e göre bu ayette, meleklerin anlamadığı şey, şerrin hikmetten oluşu idi. Yani varlıklardan bir şeyin varlığı, hem hayır, hem de şer olur da, ondaki hayır yönü daha fazla bulunursa, hikmet, onun yok edilmesini değil, var edilmesini gerektirir. Buna göre Allah, bazı insanların kötülüğe meyletmelerine sebep olan şeyleri, bu özelliklerinden dolayı değil, kötülüğe oranla çok daha fazla iyiliğe sebep teşkil ettikleri için yaratmıştır. Asıl mutlak adalet işte budur.502

İbn Rüşd, teâruz eden ayetlerin telifini yapma sebebini de izah eder. O, insanların hayır ve şer konusundaki düşüncelerinde yanlış yola sapmamaları için, bu hususta tevile başvurup, konuyu açıklamak durumunda kaldığını belirtir. İbn Rüşd, Allah’ın şerri niçin yarattığını bir örnekle anlatmaya çalışır: Ateş, varlık sebebi olduğu şeyler için iyi (hayır)dir. Bununla birlikte, bazı varlıkların fesâdına da sebep teşkil eder. Ateşten ârızi surette ortaya çıkan ve şerden ibaret olan fesad ile yine ondan meydana gelen ve hayır olan varlık mukayese edilecek olursa, ateşin

varlığının, yok oluşundan daha iyi olduğu anlaşılır. Buna göre ateş şer değil, hayır olmaktadır. Tıpkı bunun gibi Allah, şerri şer ile birlikte bulunan hayır için yaratmıştır. Bu takdirde, Allah’ın şerri yaratmış olması da, O’nun adaletinin eseri olmaktadır.503 Bütün bunlar iyilik ve kötülüğün izafî olduğunu göstermektedir. Aslında Eş’arîler de öz itibariyle bir iyilik ve kötülüğün olmadığını iddia etmektedirler. Tek bir farkla ki İbn Rüşd, eşyada hayrın baskın olduğunu ifade etmektedir.

İbn Rüşd, “Allah yaptığından sorulmaz, ama insanlar sorulur”504 ayetini açıklarken şu ifadelere yer verir.” Allah bir işi, o iş üzerine vâcib olduğu için yapmaz. Allah iş yapmaya mecbur bir varlık değildir. Eğer aksi olursa, O, zaruri olarak o fiile muhtaç olur veya o fiil ile kendini tamamlamış olur ki, Yüce Allah her iki durumdan da münezzehtir.505 Meseleye bu açıdan bakıldığında, insanın adâletli

olması, bizâtihi hayır olan şeyden yararlanma amacına yöneliktir. Adaletli olmadığı takdirde, kendisi için faydalı bir netice hasıl olmamış olur. Allah’ın adaletli olması ise, zâtının kemale ermesi için değil, zâtında mevcut olan kemalin adâletli olmasını gerektirmesi şeklinde olur. Dolayısıyla Allah’ın adaletle muttasıf olması ile, insanın adaletle muttasıf olması arasında böyle bir fark vardır. Böyle düşünüldüğü takdirde, Eş’arî kelamcıların, “esas itibariyle Allah adaletle muttasıf olmaz. O’nun fiilleri ne adaletle ne de zulüm ile birlikte kullanılır” demelerine gerek kalmaz. Çünkü o zaman, hem akli hem de nakli olan hususlar ortadan kalkmış olur. Allah’ın adaletle muttasıf olmadığı farz edilirse, insan aklı için hayır ve şer olan hususların üzerinde düşünmesine gerek kalmayacaktır. Şayet Allah’ın, insanın muttasıf olduğu cihetten adaletle vasıflanması söz konusu edilirse, bu durumda da O’nun için bir noksanlığın mevcut olması gerekir. Çünkü adalet yapan bir zâtın varlığı, uğrunda adalet yaptığı varlık sayesinde anlamlı hale gelecektir.506

İbn Rüşd, konunun sonunda, buna benzer konuların avam (halk) tarafından anlaşılmasının mümkün olmadığını belirtir. O’na göre; halk, nassların umumî

503 Bkz. İbn Rüşd, el- Keşf, ss. 238- 239. 504 Enbiya, 21/33.

505 İbn Rüşd, el- Keşf, s. 239.

ifadeleri arasında bir teâruz bulunduğunu idrâk edemeyeceği için, bu nassları zahirine hamletmeleri ve öylece anlamaları gerekir. Ayrıca halk, mümkün olan ile mümteni olanı bile ayırdetme kabiliyetine sahip değildir. Onlar, Allah’ın her şeye kâdir olması sebebiyle, O’nun imkansız olana da kâdir olduğunu düşünmekte ve inanmaktadırlar. Allah’ın “imkansız olana kâdir olması”nın söylenemeyeceğini ifade etmek, onların nazarında Allah Teâla için bir nakisa olmaktadır ki, bu da onların zeka, bilgi ve kültür seviyesi itibariyle yetersizliklerinden kaynaklanmaktadır.507

Böylece İbn Rüşd’ün adalet ve zulüm konusundaki yaklaşımlarını ortaya koyduk. Şimdi ise onun ahiret (meâd) ile ilgili değerlendirmelerine değinmeye çalışacağız.

Belgede İbn Rüşd'de Uluhiyet problemi (sayfa 147-152)