• Sonuç bulunamadı

3.2. T ÜKETİM N ESNESİ O LARAK K ONUT

3.3.2. Rövanşist Kentleşme: 1990’larda İlan Metinlerinde Soylulaştırma

3.3.2.1. 1990’larda Ekonomik Konjektür

90’lar Türkiye’de günümüze kadar devam eden yeni bir dönüşümü sembolize etmektedir. 80’lerde başlayan serbest piyasa ekonomisine geçiş rüzgârı 90’larda sürece uluslararası aktörlerinde girmesi ile yeni bir boyuta taşınmış ortaya çıkan yeni ekonomik model bir yandan tüketim olgusunu iyice kışkırtırken diğer bir taraftan da tüketim için gerekli olan ürün çeşitliliğini de arttırmış ve ürünlere ulaşımı kolaylaştırmıştır. 80’lerde gündelik hayata yerleşmeye başlayan lüks tüketim anlayışının, bankalara; kredi ve kredi kartlarını her türlü ihtiyaç için kullanılmasını sağlayabilecek yasal düzenlemelerin sağlanması ile birlikte, lüks tüketimin bütün ekonomik sınıfları etkileyecek bir boyuta ulaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Boratav, bu dönemi “uluslararası finans kapitalinin egemenliği” olarak isimlendirmektedir. Boratav’a göre özetle, 89 yılında sermaye hareketlerindeki kısıtların kaldırılması ve 1995 yılında Avrupa Ekonomik Topluluğu’na girilmesi ile birlikte her alanda kendini hissettiren “uyum süreci” aynı zamanda ekonomik çalkantıları da beraberinde getirmiştir. Çalkantıların sonucunda ise IMF’ye olan bağımlılık artmış, ekonomi IMF politikalarına göre yönetilmeye başlanmış, IMF ile kesintiye uğrayan dönemlerde ise Dünya Bankası yapısal reformları belirleyen aktör olarak yer almıştır (171-173). Ek olarak Erinç Yeldan (2013) Türkiye’deki ekonomik dönüşümün 1980-83 yılları arasında başladığını ve 89-90 yılları arasında ise tamamlandığını söylemektedir. Bu tarihler arasında mal piyasaları dışarı açılırken, ticaret kotalarının korunması başlığı altında ithalat rejiminin serbestleştiğini, döviz kurunun yüksek devalüasyon karşısında esnekleştirildiğini ve dolaylı teşviklerle sanayiyi ihracata yöneltmenin temel amaç haline dönüştüğünü ve 90’lı yıllarda Türkiye ekonomisinin tamamıyla dışa açık hale geldiğini belirtmektedir.

Bu durumun sonucunda devlet desteği ile özel sektöre tanınan haklar ve teşviklerin kamuya bir yük bindirdiği ve kamunun bu yükün altından kalkamayarak bir tıkanma yaşadığı söylenebilir. Artık gözler kamu harcamalarına çevrilmiştir; serbest piyasa ekonomisinin arzuları doğrultusunda özel sektör kuvvetlendirilirken kamuda küçülme ve özelleştirmenin 90’lardan itibaren doruk noktasına ulaştığını söylemek yanlış olmayacaktır. Birgül Ayman Güler’in ( 2005: 15-20) “Devlette Reform Yazıları” adlı çalışmasında küresel aktörlerin talepleri doğrultusunda kamudaki dönüşüm hem özelleştirmeler hem de personel rejimi bağlamında ele alınırken 80’li yıllarda kamu iktisadi teşebbüslerin reform başlığı altında tasfiyesinin ve değişiminin, kamuyu hantallıktan kurtarmadığı, kamunun zayıflatılması anlamına geldiği ve özelleştirilen ya da tasfiye edilen kitlerin çalışma alanlarında kamuyu dışa bağımlı hale getirtildiği belirtilmektedir.

Bu dönem genel olarak tartışmalar ekonomik konjonktürde özel sermayeyi destekleme ve kamuda küçülme ekseninde devam ederken bir yandan da “gelişmekte olan” bir ülkenin küreselleşmeye entegrasyonu üzerine hem reelde hem de akademik bağlamda tartışmalar yürütülmektedir. Büyüme, kriz, istikrar süreci arasındaki devingenlik ekonomik bağlamda devam ederken dönemin çalışmalarında bir diğer hâkim unsur ise küreselleşmedir. Bir yandan dışa açılarak ve uluslararası aktörler aracılığıyla

“az gelişmiş/gelişmekte olan” bir ülkenin küreselleşmesi için formüller üretilirken bir yandan da kamu da yönetişim yaklaşımı aracılığıyla yerellik teşvik edilmeye çalışılmaktadır. Yönetişim aracılığıyla “yerelleşme” bu çalışma açısından oldukça önemli bir unsurdur. Mülki idareye kimi konularda el çektirilmeye başlanırken yerel yönetimin diğer unsuları olan belediyelerin yetkileri arttırılmaya başlamış ve 2000’lere gelindiğinde belediyeler kendi kent politikalarını üretebilecek güce ulaşmıştır. Bu politikalarının temel eksenin ise kentte büyüme, kentleşme tartışmaları ile biçimlendiğini ve doğrudan konut politikaları ile alakalı olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. 80’lerde tarihi

merkezlerde başlayan kent sağlıklaştırma projeleri giderek yerini kentsel dönüşüme bırakırken kentsel alanın inşaat sektörünü geliştirmeye yönelik olarak biçimlendirildiği ve belediyelerin yetkilerini genişleten yasal düzenlemelerin bu amaçla yapıldığı görülebilmektedir.

90’larda tüketiciyi doğrudan etkileyen bir diğer önemli gelişme ise kredi kartları ve kredi kullanımı üzerine olmuştur. 1990 yılında Banka Kartları Merkezi’nin kurulmuş olması30ve ardından 1991 yılında elektronik pos uygulaması geçilmesi31 ile kredi kartlarının kullanımının yaygınlaşması tüketim kültüründe yeni bir dönüşüme yol açmış 80’li yıllarda reklamlar aracılığıyla teşvik edilmeye başlayan lüks tüketim için gerekli olan “finansal kaynak” taksitlendirme “kolaylığıyla” giderek alt ekonomik gelir gruplarına doğru genişlemiştir.

Çalışmanın 80’ler ayağında görüldüğü üzere bankaların hem konut hem de bireysel/tüketici kredisi vermesini engelleyen bir yasal düzenleme mevcuttur. Bu yasal düzenlemenin aşılması 1988 yılında Yapı Kredi Bankası’nın ferdi ihtiyaç kredisi ile söz konusu olmuştur32. O güne kadar bir şey üretmek için kullanılan sektörel krediler, yerlerini bireysel kredilere bırakırken burada önceliğin üretimden tüketime doğru evrildiğini ve kredi kullanmak için gerekli olan ihtiyaç tanımının ise barınma gibi temel bir ihtiyaçla veya en nihayetinde daha sonra satılabilecek kâr edilebilecek yatırım malları ile sınırlı kalmadığı görülebilmektedir. Yine 1989 yılında bankaların ipotekli konut kredisi verebilmelerini sağlayan düzenlemeler devletin üretiminde yetersiz kaldığı konut politikalarını farklı bir boyuta taşımıştır. -Bu durumun sonucunda Türkiye’de bio-iktidar için yeni bir alan açıldığını ve bu alanın borçlanma üzerine kurulduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. -Maurizzo Lazzarato’nun “Borçlandırılmış İnsanın İmali” adlı

30 http://bkm.com.tr/bkm-hakkinda/bkmyi-taniyin/tarihce/

31 https://www.tbb.org.tr/Content/Upload/Dokuman/807/263.pdf

32 (http://www.psmmag.com/haber/turkiyeyi-kartla-atmyle-tanistiran/1100104)

çalışmasında görüldüğü üzere; borç ekonomisinin geçerli olduğu günümüz toplumları öznel bir ekonomiye sahiptir ve bu tip bir ekonomide mübadele ve emeğin yerini, öznelleşme sürecini teşvik eden ve yaratan bir ekonomi almıştır. Neoliberal ekonomide toplumsal iş bölümüne ait adlandırmaların tamamı, yani tüketici, kullanıcı, emekçi, kendinin müteşebbisi, işsiz vb., borçlandırılmış tüketici, kullanıcı ve borçlanmış insan tarafından kuşatılmıştır. Kredi ve borç; bir ödeme vaadiyken, mali varlık, hisse, senet ise değer vaadidir. Burada Nietzsche’ye gönderme yapan Lazzarato kişiler arasındaki en eski ilişkinin; söz, değer ve geleceğe dayalı, alacaklı ile borçlu arasındaki ilişki olduğunu ve kişinin ilk kez başkası nezdinde kendini ölçtüğünü belirtmektedir. Bir cemaatin ya da toplumun öncelikli görevinin sözünü tutan insanı imal etmek olduğunu hafızanın öznellik ve vicdanlılık ve borç yükümlülükleri dairesinde imal edilmeye başlandığını söylemektedir (2015: 37-40). Uzun vadeli kredilerin, taksitlendirilmiş kredi kartlarının bu dönemden itibaren artık Türkiye’de yeni bir tahakküm aracı olduğunun altı çizilmelidir.-

80’lerin sonunda ekonomide yaşanan bu gelişmeler lokomotif olarak nitelendirilen inşaat sektörünü doğrudan etkilemiş ve sektörde gayrimenkul yatırım ortaklığı gibi yeni ekonomik oluşumlar ortaya çıkmıştır. Bu oluşumlar ve kamuda yönetişim anlayışının ortaya çıkması konut politikaları ile ilgili olduğu için ayrıntılı tartışma alt başlıkta yürütülecektir.

3.4.2.2. 1990’larda Konut Politikaları: Arazi Rantına Dayalı İmarlaşma

90’larda konut sektörünün yeni aktörlerle tanıştığı bir dönem olarak değerlendirilebilir. Bir yandan ilk kez kurulmaya başlayan gayrimenkul yatırım ortaklıkları bir yandan 80’ler de Libya, Lübnan, Suudi Arabistan’da inşaat üzerine çalışan firmaların yüksek sermaye birikimleri ile Türkiye’de inşaat sektöründe güçlü bir konuma

gelmeleri söz konusuyken diğer taraftan 1990’da Toplu Konut Fonu’nun devlet bütçesinden ayrılması, o dönem ki kısaltması ile TKİ’nin ve Emlak Bankası’nın bireysel ve müteahhitlere yönelik krediler/fonlar kullandırması yapsatcılığı teşvik etmiş, kurulan gayrimenkul ortaklıklarına kat karşılığı arazi sağlayarak garantöre dönüşmelerine neden olmuştur. İlgili süre zarfında Emlak ve Kredi Bankası’nın bir takım büyük yolsuzluklarla anılmasına ve tasfiyesine giden sürece tanıklık edilmiştir. Bu dönem inşaat sektöründe kamu harcamalarının azalması ve 80’lerde gerçekleşen Gecekondu Afları konut yapımına ilişkin yeni sorunları da beraberinde getirmiştir. 80’ler de yeni yeni başlayan kentsel dönüşüm çalışmaları artık yüksek rant getirisi olan gecekondu alanlarına doğru evrilirken soylulaştırmanın sınıfsal boyutu ön plana çıkmaya başlamış ve kentli yoksul halkın yoksulluğundan ziyade yoksullarla mücadeleye dönüşen bir alanın kapıları aralanmıştır.

Kent yoksulları bu dönemde artık talancı, vurguncu gecekondu sahiplerine dönüşürken, Orman ve Hazine Arazilerinin imara açılması ile birlikte dönemsel olarak tartışılan Acarkent gibi oluşumlar inşaat firması, bürokratlar ve belediyelerin girift ilişkilerinin

“talanın” ya da “vurgunun” büyüdükçe sindirilmesinin güç bir hal aldığını gözler önüne sermiştir. Gecekonduda yaşayan halktan farklı olarak bu tip oluşumlar baştan yönetsel erk tarafından desteklenen ve kanuni düzenlemesi hazır oluşumlar olmuştur. Ve yine meşruiyetini imara açılmazsa gecekondulaşır korkusunu yayarak kazanmıştır.

Örneğin 3/5/1985 tarihli 3194 sayılı İmar Kanunu’nun getirdiği değişiklikler ile belediyelere tanıdığı yetki yeni sorunları da beraberinde getirmiştir. İlgili kanunun 8.

Maddesinde:

“b) İmar Planları; Nazım İmar Planı ve Uygulama İmar Planından meydana gelir. Mevcut ise bölge planı ve çevre düzeni plan kararlarına uygunluğu sağlanarak, belediye sınırları içinde kalan yerlerin nazım ve uygulama imar planları ilgili belediyelerce yapılır veya yaptırılır. belediye meclisince onaylanarak yürürlüğe girer” (İmar Kanunu, 1985, s. 6681)

ibaresi bulunmaktadır. Belediyelere bu konuda tanınan özerklik 90’lardan itibaren belediye başkanları ve rant ilişkisi hakkında şaibelere neden olduğu söylenebilir. İleride değerlenecek arsalar hakkında önceden bilgi sahibi olmayı sağlayan bu sistem 20’lerin ortasından beri dile getirilen arsa spekülatörlüğünün büyük firmalar ile belediye arasında kurulan ilişkiler dolayımıyla firmalara yeni bir zenginleme aracı sağladığı söylenebilir.

Aynı kanun 9. Maddesi belediyelerin yetkisindeki genişlemeyi görmek açısından önemlidir:

“Bakanlık gerekli görülen hallerde, kamu yapıları ve enerji tesisleriyle ilgili alt yapı, üst yapı ve iletim hatlarına ilişkin imar planı ve değişikliklerinin, umumi hayata müessir afetler dolayısıyla veya toplu konut uygulaması veya Gecekondu Kanununun uygulanması amacıyla yapılması gereken planların ve plan değişikliklerinin, birden fazla belediyeyi ilgilendiren metropoliten imar planlarının veya içerisinden veya civarından demiryolu veya karayolu geçen, hava meydanı bulunan veya havayolu veya denizyolu bağlantısı bulunan yerlerdeki imar ve yerleşme planlarının tamamını veya bir kısmını, ilgili belediyelere veya diğer idarelere bu yolda bilgi vererek ve gerektiğinde işbirliği sağlayarak yapmaya, yaptırmaya, değiştirmeye ve re'sen onaylamaya yetkilidir”(6682-2).

Her ne kadar madde bakanlık ile başlasa da yetkili organ belediyelerdir. 1994 ve 1997 yıllarında maddeye yapılan eklemeler ise 1994 yılında kurulan Özelleştirme Yüksek Kurulu’nu da içine alacak şekilde genişleyen kanunun toprak rantını daha ileri bir boyuta taşıdığı söylenebilir.

Özelleştirme Yüksek Kurulu ve belediyelere tanınan yetkileri dile getiren ek maddeler o dönem için “yönetişim modeline” bir geçiş olarak değerlendirilse de belediyelerin konuyla ilgili herhangi bir STK’dan (özellikle de çeşitli Mimar ve Mühendis Odalarından) görüş alması gerekmemektedir. Benzer şekilde ilgili alanda yaşayan halkı muhatap alacak bir sistem öngörülmemiştir. Bu durumun sonucunda kentsel dönüşüm çalışmalarını durdurmaya yönelik olarak alınan yargı kararları ve gecekondularda yaşayan halkın mağduriyeti kaçınılmaz olmuştur. Fakat kimi kamu arazilerindeki dönüşüm devlet eliyle gerçekleştirilen soylulaştırmanın bir parçası olduğu

için yasal olmamalarına rağmen ilgili yelerde yaşayan “halkın” mağduriyetini önleyecek biçimde sonuçlandırılmıştır. Yukarıda da değinildiği üzere yapımına 80’lerin ortasında başlanan Sarıyer’de ormanlık arazinin üzerine(Zekeriya Köy) yapılan ve İsmail Acar’ın yüklenicisi, dönemin üst düzey bürokratlarının da konut sahibi olduğu Uyum Yapı Kooperatifi tartışmaları yıllarca sürerken 2012 yılında yıkım kararı ertelenmiştir (Sarıyer Manşet, 2012).

İlan Metni 31: 28.10.1988 s.10 Cumhuriyet Gazetesi

Konut politikalarından daha ziyade, arsa politikalarının tartışıldığı dönem devlete ait arsaların iktidarın arsasıymış gibi özelleştirilmesi tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Sürekli çıkan afların, gecekonduları meşrulaştırılırken, oluşturulan yasal zeminin kaçak villaların yapımının da önünü açtığı ve yeni bir zengin sınıfın doğuşuna katkı sağladığı söylenebilir. Aynı zamanda “çarpık kentleşmenin” ucubeleri olarak görülen gecekonduları önlemek amacıyla daha büyük aktörlere yasal olmayan konut üretiminin teşvik edildiği bile söylenebilir.

Dönemim mimariyle ilgili önemli çalışmalarını barındıran, Mimarlık Dergisi’nin 89 yılında çıkarılan sayısında, Oktay Ekinci’nin (1989: 33) Sunuşu’nda yer alan bilgiler bu konuda oldukça aydınlatıcıdır. İzmir’de o tarihlerde düzenlenen bir sempozyumdan hareketle ele alınan konuda çarpıcı ayrıntılar yer almaktadır:

“Akdeniz kıyılarında, Kuşadası ile aynı doğa ve iklim özellikleri taşıyan, "tarihi aynı dönemlere uzanan" İspanya, Fransa ve İtalya'da kıyı kentlerinden slaytlar gösteriyoruz. Ardından, Kuşadası'na ait olanları sıralıyoruz. Hiçbir yönden, artık, "burası Kuşadası'dır " denilebilecek bir fotoğraf çekmek olanaksız. Tarihi kalenin karşısındaki sit alanı olan tepe de tıpkı İzmir'in, Ankara'nın, İstanbul'un...

sırtları gibi GECEKONDUYLA örtülmüş. Her biri milyonlarca lira değerinde gecekondular...

Körfezi, yat limanını ve kenti kuşbakışı seyrediyorlar... Ve, İstanbul Boğaz'ındaki kaçak "villalar ve gecekondular"... İmar Yasası önünde "eşit statüye sahip, "yıkılmalarından başka hiçbir yasal yaptırımı olmayan" milyarlık arazilerdeki yapılar. Bazıları (villalar), ülkenin önde gelen varlıklı ailelerine ait. Bazıları ise (gecekondular), ülkenin "önde gelmeyen" , "düz " ailelerine ait. Ama ,

"kanun önünde" eşitler. Her iki tür de imar yasasına ve imar planlarına aykırı. Tartışmalar, gazete manşetlerine şöyle yansıyor: "-Önce villalar yıkılsın. Çünkü onlar "konut sorunu " için yapılmamışlar... " "Önce gecekondular yıkılsın. Çünkü onlar hem kaçak, hem de ' sağlıksız '. Ama villalar, kanunda ya da planda bir değişiklikle 'yasal' olabilir. Sağlıklı yapılardır. " İstanbul Boğazı'ndaki kaçak yapılaşmanın "önlenmesine" yönelik "yıkım tartışmalarında " izlenen bu "düzey", İzmir'deki sempozyumda irdelenen kent-kültürümüzün "düzeyini " gösteriyor”.

Oktay Ekinci’nin, gecekonduya bakış açısı sorunlar içermekle birlikte, zenginliğin yasalar üzerinde bir tahakküm aracı olarak kullanılması ve kılıfına uydurma yoluyla çözümler üretilebileceği, villa sahipleri tarafından alenen dile getirilmektedir. Yine yazıda yer verildiği şekliyle, aynı tarihlerde, devletin Hazine Arazileri’nin satışına izin vermesi meşrulaşmayı sağlarken, araziler üzerine yapılan kaçak yapılara imar için baskı uygulanması ve alt yapı talepleri yine bir plansız kentleşmeye yol açmıştır. Ama bu sefer ki kaçak yapılar dar gelirli ailelere değil zenginlere aittir.

Dönemin koşullarında, devlet eliyle soylulaştırma hâkim yönelim iken, yine bu dönemde TOKİ ilk kez ucuz konut üretimine geçmiş ve toplu konutlara hız vermiştir.

Fonun bireyler için kullandırılması ise 80’lerde önemli bir unsur olan kooperatifleşmenin terkedilmesine ön ayak olmuştur.

İnşaat kooperatifleri, her ne kadar bir önceki dönemde sorunları çözememiş ve bitmeyen kooperatifler ile başka bir soruna neden olmuş olsa da daha önce de bahsedildiği

üzere, Batıkent gibi önemli oluşumlara da imza atılmıştır. 1990’lara gelindiğinde ise kooperatifleşmenin etkisinin ve öneminin büyük ölçüde azaldığı söylenebilir. 1988 yılında, toplu konut fonundaki daralma ve kooperatiflere ayrılan payın düşmesi bunun önemli gerekçelerinden biri olarak görülebilir. Aykut Namık Çoban (2012: 93) bu düşüşü veriler ışığında analiz etmiştir.

“1988 yılında ruhsatlı konut üretiminde kooperatiflerin payı yüzde 35’ten 1990’lı yıllarda yüzde 20’ler düzeyine, 2004’te yüzde 8 ve 2009 yılında ise yüzde 6’ya gerilemiştir. Toplu konut kredilerinin konut maliyetlerini karşılama oranı da 1985’te yüzde 80’lerden 1990’ların sonuna gelindiğinde yüzde 15’in altına düşmüştür. TOKİ’nin kredi verdiği konut sayısı 1987 yılında 140,813’ten 1990 yılında 113,003’e, 1999 yılında 12,631’e ve 2004 yılında 1,335’e gerilemiştir.

Etkin durumdaki kooperatiflerin sayısı da 2009 yılında 23,592’ye inmiştir. Bu kooperatiflere üye olanların sayısı 1998 yılında 1,756,283 iken kentsel nüfustaki artışa karşın 2009 yılında bir milyonun altına inmiştir”.

Nüfus artışına rağmen sayılardaki düşüş, ihtiyaca rağmen bir konut politikası olarak kooperatifçiliğin terk edilişinin beyanı gibidir. Fakat şunu belirtmekte fayda vardır Ankara’da bu dönemde de kooperatif aracılığıyla konut üretimi devam etmekte ve bu durum ilanlara yansımaktadır. -Neden Ankara’da hala devam ettiği sorusuna çeşitli cevaplar bulanabilecekken en temel nedenlerin daha önce değinilen ve kooperatifçiliğin yüz akı olarak görülen Batıkent’in bu alanda yer alması, memur kenti olarak değerlendirilmesinden dolayı peyder pey ödeme kolaylığı ve garantisi, kentsel dönüşümle Büyük Sanayi’nin dağıtılacağının beyan edildiği bu dönemde günümüzde İvedik Organize Sanayi’nin temeli olarak görülecek 88 Oto Sanayi’nin yine kooperatif biçiminde kurulması, kooperatifler aracılığıyla müstakil ev sahibi olabilmek gibi bir takım avantajların bulunması gösterilebilir. Yine de Ankara’da da diğer illerde olduğu gibi batık kooperatiflerin olması kooperatiflerin onlarca yılda tamamlanması kooperatifçiliği sekteye uğratan etmenler arasında görülebilir.-

Kamunun bu dönem de en önemli sorunlarından biri yetersiz konut stoğunu arttırmaktır. Stoğu arttırmak amacıyla Emlak Bank ve Toplu Konut İdaresi aracılığıyla konut üretimini desteklendiği görülmektedir. Yine ilanlar bu konuda değerli bilgiler sunarken, Emlak Bankası’nın garantör olarak iş üslenmesi reklam metinlerinde sıklıkla karşılaşılan bir durumdur. 80’ler de yeni yeni imarlanan alanlar artık devlet eliyle soylulaştırılmış ve alana yeni binalar eklenmiştir. Emlak Bankası’nın garantör ya da arazi temincisi olarak yer aldığı projeler bankanın zarara uğratılmasında önemli rol üstlendiği görülebilmektedir.

90’lı yıllar 80’lerin ortasından beri iyice hissedilmeye başlanan ekonomi temelli mafyöz ilişkilerin hem tavan yaptığı hem de çözülmeye başladığı bir dönem olarak değerlendirilebilir. -Bir yandan 93 yılında Uğur Mumcu’nun katledilişi aynı yıl Madımak Oteli’nin yakılması, yine aynı yıl İSKİ skandalının ortaya çıkması, 96 yılında Susurluk Kazası’nın patlak vermesi, ardından 99 yılında Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı’nın katledilişi gibi unsurlar birleştiğinde 90’lar Türkiye için oldukça karanlık bir dönem olarak değerlendirilebilir. Ard arda gelen siyasi, mafya ve bürokrat ayağı bulunan oluşumlar gün yüzüne çıkmaya başlarken bu durumdan en çok etkilenen kurumlardan biri Emlak Bankası olmuştur. Emlak Bankası’nın tasfiyesine giden süreçte, o dönem, bankanın başında bulunan Engin Civan’ın bir tetikçi tarafından vurulması ile ortaya çıkan ilişkiler ağının bankanın 2001 yılında tasfiye edilmesinde önemli bir rolü bulunduğu söylenebilir. Literatüre, Civangate skandalı olarak geçen olaylar, Selim Edes’in Emlak Bankası’ndan alacaklarını tahsil edebilmek için Engin Civan’a 5.000.000 dolar rüşvet vermesi ve verdiği rüşvete rağmen alacaklarını tahsil edememesi ile başlamış, olaylar Edes’in Dündar Kılıç ve Alaaddin Çakıcı’nın da bulunduğu bir mafya örgütlenmesinden destek istemesi sonucunda Engin Civan’ın vurulması ile sonuçlanmıştır. Olaya Selim

Edes’e yakınlığından dolayı Turgut ve Semra Özal’ın adları da karışmış33 arka arkaya farklı alanlarda patlak veren skandallar merkez sağ ve solun oylarını olumsuz olarak etkilemiş, 2000’li yıllarda ise 90’lar “90’lara döneriz” cümlesiyle bir tehdit unsuru olarak kullanılmasına neden olmuştur. Civangate skandalından başka skandallara da Cumhuriyet Gazetesi’nde yolsuzluk dosyaları başlığı altında yer verilmiştir. Örneğin 27.01.1994 tarihinde “Sözer: Özal, Dalan ve Ayaz’ın yarattığı trilyoner” başlığı altında, ilanlarına, sıklıkla kendi gazetelerinde de yer verilen Bahçeşehir Projesi’ndeki yolsuzluklar ortaya konulmuştur. Haber metni özetle Bedrettin Dalan’ın, resmi evraklardaki tarihlerde, küçük hatalar yaparak yaşsal boşluk yarattığı, söz konusu araziyi satın almak isteyen Süzer’in

Edes’e yakınlığından dolayı Turgut ve Semra Özal’ın adları da karışmış33 arka arkaya farklı alanlarda patlak veren skandallar merkez sağ ve solun oylarını olumsuz olarak etkilemiş, 2000’li yıllarda ise 90’lar “90’lara döneriz” cümlesiyle bir tehdit unsuru olarak kullanılmasına neden olmuştur. Civangate skandalından başka skandallara da Cumhuriyet Gazetesi’nde yolsuzluk dosyaları başlığı altında yer verilmiştir. Örneğin 27.01.1994 tarihinde “Sözer: Özal, Dalan ve Ayaz’ın yarattığı trilyoner” başlığı altında, ilanlarına, sıklıkla kendi gazetelerinde de yer verilen Bahçeşehir Projesi’ndeki yolsuzluklar ortaya konulmuştur. Haber metni özetle Bedrettin Dalan’ın, resmi evraklardaki tarihlerde, küçük hatalar yaparak yaşsal boşluk yarattığı, söz konusu araziyi satın almak isteyen Süzer’in