• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: OSMANLI’DAN 1960’LARA TÜRKİYE’DE SİYASETİN HAKİM

1.1. Osmanlı’nın Son Döneminde “Millet-leşme Mücadeleleri”

1.1.2. Modern Osmanlı Milletlerinin Kuruluşu: Üç Tarz-ı Siyaset ve Diğerleri

1.1.2.1. Osmanlılık’tan Osmanlı İslamcılığına

İslamcılık müstakil bir fikir ya da bir resmi ideoloji olarak Osmanlı’ya hiçbir zaman egemen olmamıştır. Aydınlar tarafından geliştirilen modernist İslami tasavvurlar, Osmanlıcılık ve Türkçülük içinde farklı biçimlerde kendini ifade etmiştir. Elbette Osmanlı nizamı temelde İslami esaslara göre tanzim edilen -en azından öyle olduğu varsayılan- bir siyasi ve toplumsal kurumlar bütünü idi. Ancak doğrudan İslamcı siyasi projeler, içerideki yapısal dengesizlikleri önlemek ve dış siyasette nüfuz elde etmek gibi kısa erimli pragmatik amaçlara dayanmaktaydı. İkinci Meşrutiyet’in ilanı ve İttihat ve Terakki idaresinin iş başına gelmesiyle İslamcılığın Müslüman dindarlık örüntüleri etrafında giderek toplumsal hayatta Türk milliyetçiliğini tahkim eden bir konuma geldiğini söylemek mümkündür. Kimi yazarlar bu dönemin karmaşık milliyetçiliğini dini bir milliyetçilik (bir Müslüman Milliyetçiliği) olarak yorumlamaktadırlar7. Özellikle gayrimüslimlere yönelik boykot hareketinin8 gündelik hayata etki eden boyutu ve Osmanlı millet sisteminin toplulukları dine göre ayırmasından gelen tarihsel-yasal boyut da hesaba katılırsa bu yorum pek de haksız sayılmaz. Bu nedenle beynelmilel bir ideoloji

7 Osmanlı son döneminde yükselen bir ideoloji olarak Müslüman Milliyetçiliği’ni ele alan çalışmalar için

bkz. White, 2013, Çetinkaya, 2015, Karpat, 2016.

8 Girit’in 1908 yılında Yunanistan’a katıldığını ilan etmesi üzerine Osmanlı ülkesindeki Yunan ve Rum

burjuvaziye karşı 1908-1914 yılları arasında bir boykot düzenlenmiştir. Boykot Hareketi İttihat Terakki’nin önderliği ve müsamahası altında, milli kimliğin giderek dini karşıtlıkla yoğurulduğu, pratik hayatın içinde şekillenen bir milletleşme deneyimine dönüşmüştür. Bu hususa dikkat çeken ve genel olarak boykot hareketini ele alan güncel eserler için bkz. Çetinkaya, 2014, Çetinkaya 2015, Ozil, 2015.

olarak İslamcılık ve Osmanlı İslamcılığı ayrımına gidilerek Osmanlı siyasetinin sınırları içinde İslam’ın siyasi kullanımlarına odaklanmak gerekmektedir.

II. Abdülhamid döneminde etkin biçimde uygulanan İslamcılık politikası, modern bir ulus kurma girişiminin “Osmanlıcası” idi. Abdülhamid, Osmanlı Devleti sınırları dışına teşmil edilebilecek bir İslami siyaseti son derece simgesel boyutlarda tuttu hatta hemen hemen hiç uygulamadı. Onun hilafeti kullanma biçimi Osmanlı ahalisini ortak bir lider, ortak değerler ve kültür etrafında toparlayacak bir ulus inşasının izlerini taşır. İslam(cılık) burada Osmanlı kimliğini tanımlayan parçalardan biri halinde olup, müstakil bir politik kimlik değildir. Nitekim Abdülhamid’in İslami esaslara dayanan bir toplumsal düzene ihtiyacı da yoktu. Ortaylı, sultanın kendisinin dindar bir kişilik olmasının yanında, saray halkının dini vecibeleri düzenli olarak yerine getirmediğine, ancak yabancı bir elçi ya da devlet adamı misafir olarak ağırlandığında İslam halifesiyle muhatap olduğunu belirtecek sembollerin öne çıkarıldığına dikkat çeker (2017b: 303). İslam’ın halifesi olmak ve bu unvanı uhrevi bir statüyle savunmak sultana diplomatik olarak, dünyanın herhangi bir yerindeki Müslüman ahaliyi -Ortodoks Hristiyanların hamisi konumundaki Rus Çar’ına denk olarak- koruma hakkını savunma imkanı veriyordu. Yine Ortaylı ve Deringil, II. Abdülhamid’in bu panislamist eğilimleri akla getiren yetki taleplerinin Batılı devletlerin vehimlerine ve sultanın imparatorluğun dünyadaki konumunu sağlamlaştırmak için iktidar sembollerini çok başarılı bir biçimde kullanmış olmasına bağlamaktadır (Ortaylı, 2017b:298 ve Deringil, 2007: 13). Diğer yandan Abdülhamid’in hilafet kurumuna yaslanması, kişisel dindarlığından öte, içeriye ve dışarıya yönelik bir imaj yönetimi girişimi olarak değerlendirilebilir (Fortna, 2011:87).

Sultanın daha çok ihtiyacını duyduğu içeride ve dışarıda meşruiyet kaybına uğramış olan devleti yeni bir meşruiyet zeminine oturtmaktı ve bunun için yeni maddi araçlar icat etmek veya bulmak yerine var olanların (saltanat ve hilafet) altını çizmeyi tercih etti (Deringil, 2007: 24). Öte yandan karşı karşıya kaldığı Osmanlı toplumu, giderek artan sayıda, zorunlu göçe tabi tutulmuş, göç ettiği topraklarda yaşadığı deneyimlerin etkisiyle gayrimüslimlere hınç duyan Müslümanlardan oluşmaktaydı. Gayrimüslimler ise kendi ulus devletlerini kurmak için ayaklanmalara girişmekteydi. Sultan, böyle bir demografik ve siyasi kompozisyonda Osmanlı Müslümanlarının kendi inanç ve geleneklerine uygun bir hayat kurmalarını tabii bir hak olarak yorumladı. Maddi yatırımları Müslümanların

yoğun yaşadığı bölgelere transfer ederken, farklı etnik kökenden gelen Müslümanları bir arada tutmak için eğitim aracılığıyla paylaşılan bir kimlik üretmeye çalıştı (Çetinsaya, 2009: 269 & Fortna, 2011: 86). Bunun yeter şartı olarak da güçlü bir padişah (halife-sultan) etrafında kenetlenmiş İslami değerleri ve kültürü paylaşan bir halka mensup olmayı görüyordu.

Bununla birlikte yine II. Abdülhamid döneminde özellikle Hindistan’da Osmanlı hilafetinin panislamist olarak değerlendirilebilecek propaganda girişimlerinde bulunduğu bilinmektedir9. Ancak bu girişimler devam ederken bile Osmanlı hükümeti panislam politikasını başıboş şeyhlerin tertiplediğini ve devletin bunun arkasında olmadığını resmi olarak deklare ediyordu (Deringil, 2007: 45). Ayrıca Abdülhamid’in şahsen ve kurumsal olarak dahil olmadığı ve kendisinden izin alınmayan İslamcı faaliyetleri takip edip yasaklattığı da bilinmektedir (Ortaylı, 2017b: 303).

Osmanlı İslamcılığı, ondokuzuncu yüzyılda meydana gelen büyük toprak kayıpları ve toplumsal dönüşümlerin etkisi altında, imparatorluğun odağını müslim-gayrimüslim Osmanlı tebaasının bütünlüğünden, Müslüman tebaanın hayat seviyesinin yükseltilmesine yöneltmiştir. 1830 yılında Yunanistan’ın bağımsızlığını ilan etmesi ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından Osmanlılık siyasetinin, gayrimüslimleri de içeren bir Osmanlı kimliği üretimi çabasının, fiilen başarısızlığa uğradığı anlaşılmıştır. Bu andan itibaren imparatorluk sınırları içinde kalan Müslüman unsurların etnik farklılık gözetilmeksizin saltanata sadakatini tesis etmek ve elde olanı kuvvetlendirmek temayülü güç kazanmıştır (Çetinsaya, 2009:270). Bu bakımdan Osmanlı İslamcılığı’nın Gorski’nin tasnifi açısından kitlesel nüfus hareketleri ve sermayelerin değişimi faktörlerine uyumlu olduğunu vurgulamak gerekir. Yine bu dönemde Ortadoğu ve Arabistan bölgesindeki İslam beldelerine yönelik altyapı ve ulaşım yatırımları iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişime örnek gösterilebilir. Eğitim kurumlarında padişaha sadık, İslam dinine bağlı, bununla birlikte pozitif bilimleri de iyi bilen nesillerin yetiştirilmesine yönelik girişimler, aşiret mektepleri aracılığıyla taşra ileri gelenlerinin imparatorluk merkezince içerilmesine dönük çabalar da yine kültürel ölçekteki değişimlere örnek gösterilebilir. Gorski’nin tasnifine uyum konusunda oldukça güçlü tarihsel dayanakları

9 Söz konusu girişimlerin detaylı bir değerlendirmesi için bkz. (Ortaylı, 2017b: 301-305) ve (Deringil,

bulunan İslamcılık düşüncesinin Osmanlılık kimliğine nazaran günümüzde de Türkiye toplumunda etkili olmasının altında bu teorik-tarihsel uyumun yattığı düşünülebilir. Ancak yukarıda vurguladığımız politik tercihler ve imparatorluk dışındaki Müslümanlara yönelik politik girişimlerin sınırlı kalması nedeniyle Osmanlı Üç Tarz-ı Siyaseti’nin bir parçasını teşkil eden İslamcılığı, “Osmanlı İslamcılığı” olarak adlandırmak daha uygun olacaktır. Osmanlı İslamcılığı, Osmanlı olmayı daha “İslami” bir şey olarak tanımlamaya dönük tüm çabaları ve bu yolda gerçekleştirilen tüm sınıflandırma mücadelelerini ifade eder.

Bu anlamda İslamcılık, Osmanlılığa alternatif bir ulus inşası olmakla birlikte Osmanlılığın içinde gelişmiştir. Ondan farkı, Osmanlılık kimliğinin sunduğu dinler üstü eşitlik idealine temelden bir tepkiyi ve ondan radikal bir geri dönüşü içermesiydi. Başarısı, Osmanlılık idealinin başarısızlığına bağlı olduğu kadar kendi vadettiği toplumsallığın başarısına da bağlıydı. Ancak Osmanlı Devleti içindeki uygulanışı ne Osmanlılık’tan ne de Türkçülük’ten tam anlamıyla bağımsız olabildi. Osmanlı İslamcılığı’nın bu iki niteliği (Tanzimat Osmanlılığına duyulan tepkisellik ve bağımsız bir ideoloji olamama) onu Türkçülüğün inşasının toplumsal dayanaklarından biri haline getirmiştir. Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’na ve ardından Milli Mücadele’ye giriştiği yıllar Müslüman kitlelerin güçlü bir Müslüman milliyetçiliği etrafında militarize olduğu bir teyakkuz halini yansıtmaktadır. Bu hal üzere kurulan Türkiye Cumhuriyeti modernlik ekseninde Müslümanlık ve milliyetçilik arasındaki ilişkinin gerilimini yüklenecektir.

Osmanlı İslamcılığı’nın sınırları fiili Osmanlı İmparatorluk sınırlarıyla kesişmekteydi ve bu sınırlar içindeki insanlardan belli bir dine mensup olan bölümünü hedeflemekte idi. Bu niteliklerle II. Abdülhamid’in 1908 Devrimine kadar uyguladığı Osmanlı İslamcılığı söylemsel düzeyde bir ümmetçilik tınısı taşımaktaysa da pratik siyasetin sınırlamaları ve sultanın tebaasını kendine bağlama yönündeki tercihleri nedeniyle bir milli bilinç ve milliyetçilik biçiminde gelişti. II. Abdülhamid’in yolunu hazırladığı bu zeminde 1908 sonrası İttihat ve Terakki önderliğinde Müslüman Milliyetçiliği’nin geliştiği görülecektir.