• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: OSMANLI’DAN 1960’LARA TÜRKİYE’DE SİYASETİN HAKİM

1.2. Modern Devletin Gelişimi ve Cumhuriyet

Osmanlı modernleşmesi süreci ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, büyük bir imparatorluğun, daha küçük ulus devletlere bölünme süreciyle kesişmiştir. Bu nedenle sosyo-ekonomik ve sosyo-politik bir mesele olan modernleşme süreci ile siyaseten devletin beka sorunu aynı anda gündemde kalmıştır. Bu durum, toplumsal süreçlerde devlet içi aktörleri -bilhassa diplomasi ve bürokrasiyi- ön plana çıkarmış, devleti siyasetin

başlıca amacı ve alanı haline getirmiştir. Böylelikle siyaset giderek toplumsal bağlamın dışında ve üzerinde bir “devlet işi” olarak kabul edilmiş, devlet alanında meydana gelen farklı kliklerin mücadelelerinin bir toplamı olarak resmedilmiştir. Bu resimde farklı siyasi toplumsallıklardan gelen devlet içi ve dışı unsurlar için modernlik, bir üst gündem niteliği taşırken modernliğe ilişkin yorumlar farklılaşır. Bu siyasi projenin toplumsal ayağında muhayyel modernliğe omuz verecek organik bir toplum, bir ulus tasavvuru yer alır. Yani söz konusu ulus tasavvuru (ya da tasavvurları), modernleşmenin toplumsal aracısı halini alır. Bu tasavvur, cumhuriyetçi bir zihinde “cepheye mühimmat taşıyan kağnısını, öküzü ölünce, kendi sırtlayan Elif bacı”dan başlarken, daha muhafazakâr bir zihinde Osmanlı’nın yükseliş dönemi padişahlarında cisimleşir, onlardan miras alınan bir büyük ülkü olarak temsil edilir, daha İslami bir zihinde İslam’ın ve İslami ilimlerin altın çağına yapılacak kimi atıflarda kaynağını bulur. Türkçü-Turancı kesimlerde ise Orta Asya Türk destanlarının mitolojik karakterlerinde hayat bulur. Modernleşen, ilerleyen, daha müreffeh bir yaşama giden yolda öncelikle tarihsel bir başlangıç noktası etrafında kenetlenmiş bir ulus olmak ve devlete bağlanmak gerektiği vazedilir. Osmanlı modernleşmesinin devletçi-halkçı (popülist) ekseni ve bireyciliğin kat’i bir dille reddi, bu argümanı tarihsel olarak zorunlu kılmıştır. Bir devlet pratiği olarak siyaset, devletin verili bir andaki egemen formasyonuna uygun bir toplum tanımı yapmış, modernleşme süreci bu farklı toplum tanımlarının, vatandaşlık projelerinin rekabetinin tarihi olmuştur. Öte yandan vatandaşlık projelerinin rekabeti, birinin diğerini tamamen ortadan kaldırdığı biçimde değil, daha çok her birinin takipçisini farklı dozlarda beslediği terkipler biçiminde gelişmiştir. Ondokuzuncu yüzyılda yaşayan bir Türkçü’nün katı bir İslam karşıtı ya da bir Osmanlıcı’nın Türklük mefhumuna tamamen kayıtsız olduğunu iddia etmek mümkün değildir. Bu ilişkiler hem gündelik pragmatik gerekçelerle tamamen koparılmamıştır, hem de ayrı ayrı her bir ideolojinin öncülerinin beslendikleri kaynakların ve sosyal çevrelerinin türdeşliğiyle, hitap ettikleri kitlelerin hassasiyetlerine kayıtsız kalamamaları nedeniyle güçlü biçimde sürdürülebilmiştir.

Bu dönemde, Osmanlı’nın dramatik toprak kayıpları yaşamasının da etkisiyle, devleti kurtarma refleksinin bürokrat ve aydın kesimlerde güçlendiği halihazırda bilinen bir gerçektir. Dönemin aydın ve bürokratlarının bu duyarlılığının yanında Osmanlı toplumunun hızlı değişen demografisi ve modernleşen toplumsal yaşantısı ortak bir dil, tarih, toprak, inanç ve gelecek fikrinin oluşmasını tetikleyecek ideolojilerin oluşmasına

da zemin hazırlamıştır. Siyaset de bir yandan giderek sarayın dışındaki halkın gündelik hayatına doğrudan müdahale eden düzenlemeler yaptıkça, devlet ve toplum arasındaki ilişkinin mekaniği değişmektedir. Devleti kurtarma mücadelesi, devleti iktidar mücadelesinin üst alanı haline getirmiş, süreç içinde toplumsal dinamiklerin görmezden gelinmesine neden olmuştur. Toplumun, devletle kurduğu ilişkideki bu yok sayma pratiklerine devletin söylemi ve dili içinden konuşarak yanıt verdiği söylenebilir.

Modernleşme öncesi Osmanlı’da devletin toplumla yüzleşmeleri daha az sayıda ve sıklığı daha düşükken, modernleşme bu ilişkileri daha sıklaştırmış ve toplumun devletle rabıtasını daha da güçlendirici bir etki yapmıştır. Merkezdeki devlet, klasik çağda taşraya çoğunlukla vergi toplamak, ya da topladığı askerin iaşesini sağlamak amacıyla “gelirdi”. Sosyal yeniden üretimin mekanizmaları yerel inisiyatiflerle (vakıflar) ayakta tutulur, devlet bunların devamlılığını ve düzgün çalışmasını somut imkanlar ölçüsünde denetlerdi. Osmanlı’da vergi rejimi dahi, merkezin taşrada anlaştığı aracılar aracılığıyla idare edildiğinden merkez-taşra ilişkileri oldukça kısıtlıdır. Modernleşme süreciyle birlikte devlet, merkezkaç unsurları hızla tasfiye etmiş ve toplumsal yaşamı amaçlı ve yoğunluklu biçimde düzenleme yoluna gitmiştir (Poggi, 2014:35). Modernleşme ile birlikte askere alımların kitleselleşmesi, eğitimin merkezileşmesine dönük çabalar, vergi rejimindeki değişiklikler ve devletin sosyal refah politikalarına doğrudan dahil olması gibi veçheler devlet ve toplumu daha fazla karşılaşır hale getirmiştir. Bunun yanında imparatorluğun ağır askeri kayıplara uğradığı savaşların modernleşme süreci ile kesişmesi, devletin ayakta tutulmasında tebaadan yurttaşa dönüşen kitlenin sorumluluğunu artırmıştır. Kitlesel göçlerle nesillerdir iskan edildiği yurtlarını kaybeden Osmanlı ahalisi, vatanın elden gidebileceği tehlikesiyle yüzyıllar sonra ilk defa bu kadar şiddetli şekilde yüzleşmiştir. Bu durum devletin varlığı ve devamında “yurttaş”ın sorumluluğunu tedrici biçimde artırmıştır. Yurttaşlar bir defa devletin somut bekası ile ilişkilendiğinde devletin yurttaşlar nezdindeki meşruiyeti giderek mistikleşen bir hal alır. Artık devletin kaderi yurttaşın kaderiyle bütünleşir ve yurttaş, kendini devlette bulur. Devletin yokluğu giderek yurttaşın yokluğu ya da varlığının anlamsızlaşması halini alır. Yurttaş nezdinde devletin değişen bu niteliği, devlet nezdinde de yeni bir birim olarak yurttaşın tanımlanması ve modernleşmeye kanalize edilmesine yönelik politikaların geliştirilmesi sonucunu doğurur. İşte bugün üç tarz-ı siyaset olarak bildiğimiz rakip milliyetçi tasavvurlar, devletin ve toplumun birbirini anlamlandırmasında meydana gelen

bu değişimlerin bir sonucu ortaya çıkmıştır. Burada milliyetçilik, sadece etnik bir grubu merkez kabul edilen bir kimlik politikası değil, devletin ve toplumun birbirlerini karşılıklı anlamlandırmalarında iş gören bir motivasyon, bir simgesel sermaye olarak düşünülmelidir. Devlet, toplumu tüm farklılıkların ötesinde yeknesak bir grup olarak görüp kodlarken (Osmanlılar, Müslümanlar ya da Türkler), toplum da devleti bu yeknesak kodlamanın temsilcisi (Osmanlı Hanedanı, İslam Hilafeti, Türk Devleti) olarak kodladığı ölçüde meşru kabul etmektedir. Yani devlet somut yapısal varlığındaki dönüşümü anlamlandırmak için simgesel bir dil kurarken, uyruklarının zihninde bu simgesel dile uygun algı kategorileriyle cisimleşir. Devlet Osmanlıcı iken öteki, gayrimüslimleri tahrik eden yabancı devletler, İslamcı iken, Hristiyanlar başta olmak üzere gayrimüslim ülkeler ve topluluklar, Türkçü iken ise öteki Türk olmayan ya da olmayı kabul etmeyen unsurlardır. Toplumsal ilişkilerin zirve noktası olarak devlet bu ötekileri söz konusu ilişkilerin bir sonucu olarak kendini tanımlarken kurar, toplum da bu kurulumu benimseyecek somut toplumsal koşulların üretimine maruz kalır ya da (aynı anda) bu koşulları yaratır. Bu oluşum tek yönlü olmadığı gibi tek bir faktörle, tek bir kişinin inisiyatifleriyle ya da niyetleriyle açıklanamaz. Ülke içindeki ve dışındaki gelişmelerle bu gelişmelere verilen tepkilerin toplam bir sonucu olarak devlet ve toplum siyasi eylemlilik gösterir.

Bu bağlamda modern Türkiye Cumhuriyeti somut tarihsel koşulların etkisi altında, Osmanlılık, Osmanlı İslamcılığı, Müslüman milliyetçiliği ve Türk milliyetçiliği uğraklarından geçerek kurulmuştur. Her bir uğrak, bir sonrakinin koşullarını yarattığı gibi bir öncekinin koşullarını içinde taşımaktadır. Hatta bazen bir ideolojik uğrak, diğerinin içinde neşvünema bulmaktadır. Müslüman milliyetçiliği, Osmanlı İslamcılığı içinde, gayrimüslimlere yönelik tehdit algılaması etrafında şekillenmiş bir reaksiyonerliği temsil ederken, Türk milliyetçiliği onun bu reflekslerini tevarüs ederek inşa olmuştur. Pek çok defa vurgulandığı üzere bu inşa devlet kanalından tek yönlü olarak gerçekleşmemiş, toplumsal hayatın içinde Gorski’nin eylemsel uzam olarak tarif ettiği süreçler bağlamında da gelişme kaydetmiştir. Türk milliyetçiliği Milli Mücadele’nin başarıya ulaşması ve cumhuriyetin ilan edilmesinin ardından tekamül etmiş ve Kemalizm adıyla devletin resmi ideolojisi halini almıştır. Büyük toprak kayıpları ve demografik değişmelerle ciddi bir kriz dönemine rast gelen Osmanlı modernleşmesi, bu koşulların etkisinde gelişen Türk

milliyetçiliğiyle içiçe geçmiştir. Bu bağlamda Osmanlı Devleti modernleştikçe merkezileşmiş, merkezileştikçe milliyetçileşmiştir demek çok da yanlış olmayacaktır. Kemalizm, yukarıda özetlenen sürecin geldiği nihai bir aşama olmaktadır. Ancak bu çalışmanın ana iddialarından biri milliyetçiliğin her gün ve her devirde üretilebilir ve yeniden üretilebilir bir zihniyet olduğudur. Kemalizm Türk milliyetçiliğinin Osmanlı modernleşmesi sürecinin sonunda geldiği aşamadır. Bununla birlikte yeniden üretim durmamış, modernist bir milliyetçilik olarak Kemalizm’e karşı çıkan muhafazakar, sosyalist, ırkçı-yayılmacı ve Anadolucu milliyetçilikler birer gayri-resmi ideoloji olarak gelişimlerini sürdürmüşlerdir. Burada Kemalizm’in milliyetçi niteliğinin açıklanması ve tek parti döneminden 1960’lı yıllara kadar geçen sürede ortaya çıkan alternatif milliyetçi yorumların ele alınması gerekmektedir.