• Sonuç bulunamadı

BÖLÜM 1: OSMANLI’DAN 1960’LARA TÜRKİYE’DE SİYASETİN HAKİM

1.1. Osmanlı’nın Son Döneminde “Millet-leşme Mücadeleleri”

1.1.2. Modern Osmanlı Milletlerinin Kuruluşu: Üç Tarz-ı Siyaset ve Diğerleri

1.1.2.4. Osmanlı’nın Sair Unsurları ve Ayrılıkçı Milliyetçilikler:

Osmanlı İmparatorluğu’nda ilk ayrılıkçı milliyetçi hareketler, Balkanlar’da ortaya çıkmıştır. Bu ayrılıkçı hareketlerin güç kazanmasıyla daha önceki başlıklarda değinilen toplumsal düzen değişimi arasında ciddi bir ilişki bulunmaktadır. Osmanlı klasik mutedil düzeni bozulduktan sonra, kitleler Osmanlı devleti içinde yaşama fikrini reddetmeye başlamıştır.

İnalcık, Balkanlarda bağımsızlığı hedefleyen milliyetçi çıkışların hep ağalar-paşalar hakimiyeti üzerinden Osmanlı hükümranlığına ve Rum Ortodoks kilisesine düşmanlığı besleyerek güç kazandığını vurgulamaktadır (2006:27). Rum Ortodoks Kilisesi’nin (Fener Rum Patrikliği) Sırplar, Arnavutlar, Bulgarlar ve Hristiyan Araplar üzerinde mali ve dini yönetim hakkı bulunuyor, bu hak Osmanlı idaresince de korunmaktadır (Ortaylı, 2017c:28). Bu egemenlik ve onun üzerinden payitaht ile kurulan ilişki söz konusu halkların siyasi özerklik mücadelelerine kiliseyi de hedef haline getiriyor, bu mücadeleyi tedricen laikleştiriyordu. Balkanlarda Rum Ortodoks kilisesinin hakimiyetini kaybetmesinde milliyetçi akımların gelişmesinin etkisi büyüktür. Zira bu akımlar hem Batı Avrupa’nın yoğun etkisi altında gelişmiş, hem de Rum Ortodoks kilisesinin Osmanlı merkezi ile kurduğu yakın ilişkilerine tepki olarak laikleşme eğilimini de içinde taşımıştır. Yani Balkan milliyetçiliği hem Osmanlı merkezinden bir ayrılığı (milliyetçilik), hem de Osmanlı etkisi altındaki dini merkezlerinden bir ayrılığı (laiklik) sembolize ediyordu. Bu nedenle payitaht ile ayrılıkçı milliyetçi hareketler arasındaki mücadele bir din savaşı şeklinde değil, merkezi otorite ile taşra arasındaki bir ayrılık birleşme mücadelesi biçiminde tecessüm etmiştir.

Ayrılıkçı milliyetçilikleri özellikle Balkanlarda teşvik eden bir başka saik, sosyalizm düşüncesi idi. Yine İnalcık’ın vurguladığı üzere Tanzimat sonrası Balkanlarda ortaya çıkan isyan hareketleri, büyük toprak sahibi ağaların angarya ve zorla çalıştırma uygulamalarına ve devletin ağır vergi politikasına bir tepkiyi taşımaktadır (2006b:110). Bir noktadan sonra Balkan milletleri için sosyalizm, milliyetçi amaçların öncesinde kitleleri ajite edecek bir ideolojik zemin yaratmış olabilir. Tanzimat’ın ardından gelen II. Abdülhamid idaresi de ayrılıkçı hareketleri sultanın otoriter idaresi karşısında güç birliği yapmaya itmiştir (Ahmad, 2000:18). Bu işbirliği ortamı ve maddi koşullar, milliyetçilik ötesi bir beynelmilel ekonomik özgürleşme düşüncesi olarak sosyalizmi Balkan milletlerinin ideolojik kalkanı haline getirmiştir. Öte yandan II. Abdülhamid’e muhalefet, Balkan milletlerini ve onların siyasi teşkilatlarını Jön Türklerle de aynı çizgide buluşturabiliyordu. Ancak 1908 Devrimi ve Abdülhamid’in pasifize edilmesinden sonra bu koalisyon dağılmış ve milletler arasında da bir ayrılık ve mücadele kendini göstermiştir (Tunçay, 2000:249). Zaten devrimden önce de sonra da azınlıkların sosyalist faaliyetlerinin hedef kitlesi tüm Osmanlı halkları değil, çoğunlukla kendi soydaşları olmuştur. (Yıldırım, 2013:155). Esas itibariyle sosyalizm, imparatorluğun sair unsurları için, somut sosyo-ekonomik koşulların etkisi altında sağlam bir dayanak noktası olmuşsa da kendi kitlelerine yönelik bir ajitasyon düzeyinde kalmış ve esas tavır milliyetçi ayrılıkçılık olmuştur.

İmparatorluk merkezinde, Jön Türkler, II. Abdülhamid’in Tanzimat sonrası kurduğu otokratik yönetimi azınlıklarla işbirliği yaparak yıkabileceğinin farkında olan ilk siyasi oluşum olmuştur. Abdülhamid muhalifi Osmanlıcılar, anayasayı yeniden devreye sokarak Osmanlı unsurlarını eşitlik ideali etrafında bir arada tutabileceklerine inanmışlardı. Azınlıkların hedefiyse, Tanzimat öncesi cari olan ayrıcalıkları geri getirmekti, ancak Abdülhamid’den ve onun otoriter idaresinden kurtulmak daha önemli bir mesele halini alınca Jön Türkler ve onun siyasi kanadı İttihat ve Terakki Cemiyetiyle (İTC) kerhen ittifak etmek durumunda kaldılar (Ahmad, 2017:9). 1908 Devrimi sonrasında İttihat ve Terakki, hem merkeziyetçi, hem de eşitlikçi bir idari siyaset izlemeye başlayınca azınlıklarla İTC arasındaki gerilimler arttı. Öte yandan İTC de Ahmet Rıza’nın merkeziyetçi ve Prens Sabahaddin’in adem-i merkeziyetçi polemikleri arasında azınlıkların taleplerini yeterince ciddiye almamıştı. Onlar için meşrutiyet, imparatorluğu bir arada ve ayakta tutmak için elverişli bir araçtı (Matossian, 2016:

20-25). Ocak 1912 seçimlerinde azınlıklar, İTC’ye muhalif Hürriyet ve İtilaf Fırkası’nı desteklediler. Temmuz 1912’de İTC’nin iktidardan el çektirilmesi ise yine azınlık cemaatleri tarafından olumlu karşılandı (Ahmad, 2017:25-31). Kısacası, II. Meşrutiyet ve 1908 Devrimi’ne ilişkin Jön Türkler ve İTC ile azınlıkların beklentileri ve bakış açıları birbirinden oldukça farklılık göstermekteydi. Bu durumun da her iki gelişmenin imparatorluğu bir arada tutmak şöyle dursun, Osmanlı sair unsurları arasındaki ayrılıkçılığı tahrik eden, Bab-ı Ali’yi ise daha merkeziyetçi politikalara iten sonuçlar yarattığı söylenebilir.

Genel Osmanlı idaresiyle ekseriyeti aynı dini paylaşan Araplar açısından, imparatorluktan ayrılma fikri uzunca bir zaman gündeme gelmemiştir. Osmanlı Arapları için devlet otoritesi, Osmanlı egemenliği altına girmelerinin başından itibaren çoğunlukla sorgulanmayan bir mefhum olmuştur. Bölgede yaşanan isyanlar çoğunlukla yerel otoritelerin yanlış uygulamalarına bir itiraz niteliği taşımış, merkezi Osmanlı idaresini muhatap almadığı hissettirilmiştir (Baktıaya, 2017:45). Esasen Araplar, payitaht ile iyi ilişkiler kurmayı ve yerel sorunları bu şekilde çözmeyi 400 yıllık Osmanlı egemenliği boyunca aktif bir strateji olarak kullanmışlardır. Arapları Osmanlı’dan ayrılmaya iten düşünceler, 1877 Osmanlı-Rus Savaşı’nın ardından ortaya çıkmaya başlamış, ordunun Yeşilköy’e kadar gerilemesi imparatorluğun parçalanabileceği ve bu durumda Arap topraklarının da işgal edilebileceği tehlikesini göstermiştir (Baktıaya, 2017:217). Ancak olası bir Arap ulusal bilincinin taşıyıcısı olması beklenen Arap orta sınıfları Osmanlı merkezi ile iyi ilişkiler içindeydiler. Onsekizinci yüzyıl boyunca valiler çoğunlukla yörenin ileri gelen ailelerin içinden seçilir, seçilenler de payitahta sadakatle hizmet ederdi (Masters, 2017:242). Sonraki dönemde merkezileşme siyasetinin de etkisiyle Arap vilayetlerine verilen önem artmıştır. Özellikle 1860 Cebel-i Lübnan Ayaklanması sonrasında Arap vilayetleri, birinci sınıf konuma yükselmiş, altyapı hizmetlerinde gözle görülür bir artış görülmüştür. II. Abdülhamid’in Arap vilayetlerini Batı nüfuzundan koruma arayışından kaynaklanan yoğun ilgi, cami, okul inşaatları ve basın yayın faaliyetleriyle kendini göstermiştir (Baktıaya, 2017:119). II. Abdülhamid’in imparatorluk genelinde uyguladığı İslam ve modernizm sentezi denemesi, Arap vilayetlerini Batı hegemonyasına kaptırmamak gibi özel başka bir amacı da simgeliyordu. Ancak bu girişimler, Araplarda İslami modernleşmeye dayalı bir Arap ulusçuluğunun yayılması için de bir altyapı teşkil etmiştir. Esasen Türkçü siyasetin başlangıcı olarak kabul edilen

1908 Devrimi öncesinde de Osmanlı merkezi ile Araplar arasındaki ilişkilerde millet siyaseti ekseninde ikircikli noktalar bulunmaktadır. Mart 1877’de II. Abdülhamid devrinde toplanan Meclis-i Mebusan’a katılan Arabistan vekilleri, mebus olmak için Türkçe bilme zorunluluğunun kaldırılmasını talep ettiklerinde meclis başkanından tepkiyle karşılanmışlardı (Ortaylı, 2017d:255). Aynı yıl yaşanan ve ciddi bir yenilgiyle sonuçlanan Osmanlı-Rus Savaşı sonrası Nahda hareketi ile uyanışa geçen Arap milliyetçiliği, önceleri Hristiyan Müslüman Arapların topluca içinde oldukları bir hareket iken, daha sonra Arapça’nın “Müslümanlaştırılması” girişimi ile İslamileştirilmiştir (Baktıya, 2017:248-249). Hristiyan Arap aydınları dini bağların aşıldığı bir üst vatanseverlik tasavvurunu savunurken aralarında Tahtavi, Kevakibi, Abduh ve Afgani gibi önde gelen isimlerin olduğu Müslümanlar, Arapçayı ve İslam’ı sadeleştirmek suretiyle Arapların egemen olduğu bir İslam dünyası tasavvurunu ortaya koydular. Bugünden bakıldığında çatışan bu Arapçılık tasavvurlarından her ikisinin de başarısız olduğu görülmektedir.

Öte yandan özellikle 1908 Devrimi sonrası kurulan Meşruti İTC idaresinin Türk milliyetçiliğini öne alan uygulamaları Araplar arasında hoş karşılanmamıştır. Masters, 1908’i takip eden on yıl içinde Arapların bir kenara atılmışlık duygusu içine düştüklerini, İslami bir imparatorluk projesine dahil olmadıklarını gördüklerinden Birinci Dünya Savaşı’nda bir cihada değil de mecburi hizmete gider gibi askere katıldıklarını belirtir (2017:33). Osmanlı Suriye’sinde (Cebel-i Lübnan ve çevresinde) Osmanlı idaresinin ortadan kalkması, bir tür ricat biçiminde gerçekleşmiş ve bu coğrafyayı ciddi istikrarsızlıklarla başbaşa bırakmıştır. Arabistan’da ise ayrılık, Birinci Dünya Savaşı arefesinde Cemal Paşa’nın bölgedeki isyanları bastırırken uyguladığı şiddete tepkiyle İngilizlerle işbirliği yapan Haşimilerin isyanıyla gerçekleşmiştir (Rogan, 2017:331-334) Osmanlı sair unsurları (anasır-ı saire) önce II. Abdülhamid’i devirmek ortak amacında birleşmiş, bu amaç etrafında 1908 Devrimi’nin öncüsü Jön Türkler ve İttihat ve Terakki ile işbirliği yapmışlardı. Ancak 1908 Devrimi sonrası Osmanlı idaresinin nasıl olacağı hususunda hem kendi aralarında hem de İTC ile anlaşmazlığa düştüler. Kimi cemaatler, Tanzimat öncesi ayrıcalıklarını geri isterken kimi cemaatler modern bir ulus haline gelerek devletten özerkleşmeyi hatta bağımsız devletlerini kurmayı hedefliyordu. Devrimden sonra cemaatler farklı taleplerine göre bölündüler, ancak her iki talep de

İTC’nin merkezi otoriteyi güçlendirme ve imparatorluk unsurlarını bir arada tutma siyasetine ters düşüyordu. Hem bu durumun hem de diğer siyasi gelişmelerin de (Balkan Savaşları, 1912 Sopalı Seçimleri vb.) etkisi altında İTC, Türkleştirme ve Türk olmayan unsurlarla mesafeyi açma politikasını yürütmeyi tercih etti. İmparatorluk Arapları ise Balkanlardaki toprak kayıplarının ve İTC’nin Türkçü politikalarının etkisiyle bir Arap milliyetçiliğini geliştirmeye başladılar. Özellikle 1900’lerin başından itibaren İTC liderlerinin Arap bölgelerinde uyguladıkları şiddet, Arapları daha fazla Düvel-i Muazzama’ya doğru itti ve sonunda Batı nüfuzu altında Arap topraklarının Osmanlı İmparatorluğu ile bağlantısı kopmuş oldu.

Cemaatlerin siyasi hareketleri birbirinden farklı amaçlarla ortaya çıktığından birbiriyle de çatışma halinde gelişmiştir. Ayrılıkçı milliyetçiliklerin ortaya çıkmasında yükselen Batı nüfuzu kadar, Osmanlı’nın yaygın eğitim faaliyetleri, merkezileştirme siyaseti ve üç tarz-ı siyaset bağlamında kademe kademe yükselen Türkçülük ve tüm bu merkezi siyasete muhatap olan halkların verdikleri karşılıklar, tepkiler etkili olmuştur.

1.1.2.5. Cumhuriyet’e Varan Tarihsel Zeminde Ayakta Kalan Merkezi Kimlik