• Sonuç bulunamadı

Osmanlıdan Günümüze Feminist Hareketler

Türkiye’de feminist olarak kabul edilebilecek hareketlerin, Tanzimat fermanından sonra kadınların, gazete ve dergiler aracılığıyla seslerini, sıkıntılarını, ikincil konumlarını, düşüncelerini ve görüşlerini kitlelerle paylaşması olarak özetlenebilir. Çünkü feminizmde bilinç yükseltme, bir tahakküm sistemi olarak ataerkiyi, bunun nasıl kurumsallaştırıldığını, yürütüldüğünü ve idame ettirildiğini öğrenmenin önemini vurgulamaktadır. Erkek egemenliğinin ve cinsiyetçiliğinin gündelik yaşamda ne şekilde ifade bulduğunu anlamak, öncelikle kadınların nasıl mağdur edildiğini, sömürüldüğünü ve en kötüsü nasıl zulme uğradığına dair farkındalık yarattı (hooks, 2012, s.19). Bu farkındalık önceki bölümlerde bahsedilen dergi ve gazetelerde yer alan yazılarda, kadınların toplumsal yaşamda geri kalmışlıklarının yansımasının yazıya dökülmesiydi.

Türkiye’de Tanzimat’tan beri Batılılaşma sürecinde değişimden en çok etkilenenler ve değişimi en çok yansıtanlar kadınlar olmuştur (Gülendam, 2006, s.14). Kadınların haklarını savunan feminizm hareketi Osmanlı Devletinde tartışmalara da neden olmuştur. Bunun başlıca nedeni, “Osmanlı kadınları Avrupa, Amerika ve diğer ülkelerdeki feminist hareketlerden haberdar olmalarına rağmen kendilerini “feminist” olarak tanımlamazlardı.

Bunun başlıca nedenlerinden bir tanesi, başka yerlerdeki hareketlere katılan ve Osmanlı basınında feminist olarak tanımlanan kadınların bazı tutucu çevreler tarafından kötülenip eleştirilmiş olmalarıdır. Muhtemelen, Osmanlı kadınlarının, bu eleştirilerde bazen ahlak dışı olarak gösterilen feministler ile kendilerinin bir tutulmasının istemediği düşünülebilir. Diğer taraftan Osmanlı kadınları Batı’da feminizm olarak tanımlanan hareketin faaliyetlerini ve amaçlarını tam olarak benimsemeyip, yabancı bir hareket olarak da görmüş olabilirler. Bu nedenle Osmanlı Müslüman feministleri kadın sıfatını kullanmayı tercih etmiş ve kadın hareketinden bahsetmişlerdir” (Van Os, 2009, s.338). Ancak tam tersini düşünen yazarlar da ortaya çıkmıştır.

Mükerrem Belkıs’ın “Kadınlar Dünyası” adlı dergiye yazdığı yazıda feminizminden şu şekilde bahsetmiştir;

"Feminizmin istediği şeyler şunlardır: Kadın hayata kavuşacaktır. Kadın bir erkeğin olduğu gibi bir aile kadını olabilmekle beraber, bir işçi, bir memur, bir mühendis, bir doktor, bir mebus, bir nazır olabilecektir. Hayır, bu muzır bir hareket değil. Bilakis pek tabii bir hareket, son terak-kiyatın tevlid ettiği ihtiyaçları tatmin ve temin edebilecek bir harekettir. Gittikçe hayat-ı içtimaiyede bozulan ahengi yeni teşkilatla düzeltecek, bir muvazenet-i içtimaiye vücuda getirecektir. Feminizm ahlâkı yıkan, aileyi yıkan bir ceryan değildir. Saadeti mahveden bir ceryan değildir. Bilakis feminizm ahlâk esaslarına ibtina ederek daha iyi bir saadetin idrakini temin eden bir yoldur. Feminizm haksızlığı, biçareliği ve müsavatsızlığı kaldırarak yerine ahlâkın, vicdanın muhakemesiyle vücuda getirilecek yeni ve insanî bir teşkilat kurmak ve hey'et-i içtimaiyelerde, ailelerde samimi bir muvazenet tesis etmek emelindedir " (Belkıs’tan aktaran Çakır, 2011). Diğer taraftan da Mükerrem Belkıs gibi yazarlar da feminist hareketin düşünüldüğü gibi tehlikeli olmadığı tam tersine anlaşılması gerektiğini savunmuştur.

Osmanlıda ilk feminist sayılabilen faaliyetlerden biri “üç kadın” imzalı ve “Terakki (ilerleme) Gazetesi”nde çıkan bir mektup sayılabilir. Yazarlar bu mektupta; yeni başlatılan boğaz vapur seferlerini övüp, vapurlarda kadınlara ayrılan yerlerden şikâyetçi olmakta ve erkekler gibi aynı ücreti ödeyip, onlar gibi kapalı ya da havadar bir yerde oturma seçeneğine sahip olmak istemekteydiler (Van Os, 2009, s.336). Kadınların şikâyet ettikleri diğer konular arasında görücülük geleneği, eşlerin birbirini tanımadan evlenmesi, çok eşlilik, aile içi şiddet, karı koca ve çocukların birbirlerine karşı olan davranışları, eşlerin rollerinin ve görevlerinin

tartışılması, ailedeki geçim sorunu, bu sorunun paylaşılma biçimi, ailenin ülke için önemi, boşanma olayı, bunun bir hak olarak kadına tanınması gibi ailede yaşanan çeşitli sorunları ve konuları ele almışlardır (Çakır, 2011). Bu konular sadece kadınlar tarafından değil erkekler tarafından da tartışılıp gündeme taşınmıştır. Osmanlıda feminist olarak nitelendirilebilen kişilerin gerek kadın gerekse erkek olsun çoğu orta ve üst sınıflara aitti (Van Os, 2009, s.339). Bu kişiler arasında Halide Edip Adıvar, Namık Kemal, Fatma Aliye, Emine Semiye, Halide Edip Adıvar, Ulviye Mevlan, Nezihe Muhittin sayılabilir.

Düşünce, görüş, şikâyet ve isteklerini yazıya döken feminist kadın ve erkekler dernekler kurarak kadın hareketlerine katkıda bulunmuşlardır. Genel olarak kadınları eğitmek, yetiştirmek, ev içi işleri hakkında bilgi vermek, iş sahibi yapmak, dikiş, nakış öğretmek ve meslek kazandırmak gibi amaçlar güden derneklerin başlıcaları: İttihat ve Terakki Kadınlar Şubesi, Kadınları Esirgeme Derneği, Teali-i Nisvan Cemiyeti, Osmanlı Kadınları Terakkiperver Cemiyeti, Osmanlı Cemiyet-i Hayriye-i Nisaiyye, Müdafaa-i Hukuk-ı Nisvan Cemiyeti (Toprak, 1992, s.223). Önceki bölümlerde bahsedilen gerek Tanzimat Fermanından sonra gerek Osmanlı Devletinin gerekse Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kadınlar için attığı reformların hepsi aslında, “kadınların toplumdaki statüleri, aile içindeki yerleri ve giyim kuşamlarıyla bir medeniyet dairesinden başka bir medeniyet dairesine geçen toplumumuzda neredeyse değişimin ölçüsü, göstergesi ve simgesi olmuşlardır. Türkiye’de kadın meselesi, Tanzimat’tan beri resmî ideoloji tarafından “modernleşmeci” bir zihniyetle ele alınmış ve kadın, toplumun geri kalmışlığında bir odak olarak seçilip toplumun ilerlemesi için çözülmesi gereken bir mesele olarak gündeme gelmiştir” ( Gülendam, 2006, s.14).

Cumhuriyet döneminde belli bir ölçüde ilerleme kayıt eden kadın haklarına 1945-1960 yılları arasında önem verilmediği görülmektedir. Tokuroğlu’na göre, “dönemin parti politikalarına bakıldığında kadınları destekleyecek uygulamaların olmadığı anlaşılmaktadır. Kadın daha çok dışarıda çalışan erkeğin rahatını sağlayan, aile ve ahlak değerlerine bekçilik eden, evliliğin mutluluğunu ve huzurunu idame ettirebilecek bir varlık olarak geleneksel bir görüş sergilenmektedir. 1954 yılından itibaren yayınlanan Akis dergisinde bu tür görüşlere yer verildiği görülmektedir” (1991). “Onun için feminizm tarihinin bu döneminde, feminizmin kadınların elinden alınıp kullanıldığı, giderek anti feminist bir devlet feminizmine dönüştürüldüğü ve sonunda unutturulduğu bir dönemdir. Cumhuriyet’in kurulmasından ve Kemalist reformların yapıldığı dönemden 80’lerin sonuna kadarki dönemde arada kurulan (1951 Türk Kadınlar Birliği, Hukukçu Kadınlar Derneği, Üniversiteli Kadınlar Derneği vb.) tüm kadın

kurumları özellikle CHP’nin kadın kolları başta olmak üzere sürekli tekrarlanan söylem Atatürk’ün Türk kadınına verdiği haklar ve bunların öneminden ibaret kalmıştır” (Ergün, 2012).

Türkiye’de ikinci dalga feminizmin etkilediği dönem 1980’li yıllar ve sonrası olarak tanımlanmaktadır. Öztürk’e göre, Türkiye’de feminizmin gerçek anlamıyla ortaya çıkışı 1980’lere rastlamaktadır. Bu dönemde pek çok feminist akım da Türkiye’de kendine taraftar bulmaya başlamış ve Türk feministleri de liberal, radikal ve sosyalist gibi gruplara ayrılmaya başlamışlardır (2011, s.185). 1983 başlarında “Yazko” ve “Somut” dergilerindeki yazılar ve Kadın Çevresi'nin kurulması feminizmin meşrulaşma döneminin başlangıcını oluşturmaktadır. Somut dergisinde kadınlar için düzenlenen sayfa, feminizmin bütün özelliklerini yansıtan görünümündeydi. Türkiye’deki pek çok feminist tartışma buradan yola çıkılarak filizlendi. Bu yeni feminist hareketin en önemli sloganı, Avrupa’da radikal feministlerin sloganı da olan “kişisel olan politiktir” idi. 1984 yılında Kadın Çevresi oluşturuldu. 1985'den itibaren “Feminist” dergisi yayınlanmaya başladı, 1987 yılında evi içi şiddet tartışılmaya başlandı, 1988 yılında Sosyalist Feminist “Kaktüs” Dergisi yayına başladı ve kampanyalara katılan kadınların bir araya gelebilecekleri bir mekân ihtiyacı doğrultusunda Şubat 1988’de Kadın Kültür Evi kuruldu, aynı yıl Ankara Perşembe Grubunun öncülüğünde bütün feminist grupları bir araya getiren “Türkiye Feministleri Hafta Sonu Buluşması” gerçekleştirilerek Kadınların Kurtuluşu Bildirgesi kaleme alındı. Bu dönemde aynı zamanda Mor Çatı Kadın Evi, feminist çalışmaların önemli aşamalarından birini oluşturmaktadır. 1989 yılında cinsel taciz ve tecavüze karşı yürüyüşler yapılmıştır (Torukoğlu, 1991; Öztürk, 2011; Ergün, 2012).

Feminizm açısından 1990’lı yıllara gelindiğinde ise kimlik farklılıkları dile getirilmeye başlanmıştır. Bu dönemde kimlik farklılıklarını dile getirenler arasında Kürt kadınları, Müslüman kadınlar ve eşcinseller yer almaktadır. Örneğin, bu dönemde üniversitelerde türban yasağına karşı yapılan protestolar gösterilebilir. Kısaca, 1990 sonrası kadın hareketi daha geniş kapsamlı olup farklı konularda kadın bilincini ve kadın kimliğini günümüze getirmiştir (Ergin, 2005). Gene bu dönemde “Türkiye’deki kadın hareketi kurumsallaşmaya başlamış, üniversitelerde kadın araştırmaları merkezleri açılmış, devlet bünyesinde Kadın Statüsü ve Sorunları Genel Müdürlüğü ile Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığı ve kadın sivil tolum kuruluşu Uçan Süpürge kurulmuştur. Kadın hareketi kent merkezli olmaktan çıkıp temelde toplumsal cinsiyeti sorgulayan, yerel kadın sorunlarını da gündeme getiren pek çok sivil toplum örgütleriyle ülke geneline yayılmıştır. Kadınların kimliği ve bedeni ise öncelikli konuları oluşturmuştur” (Tekvar, 2010).

Türkiye’de 2000’li yıllara gelindiğinde de 1990 yıllarda kadınların tartıştıkları konuların devam ettiği görülmektedir. Kadın bedeni üzerinden devam eden kadına karşı şiddet, türban, tecavüz, çocuk gelinler, zorla evlendirme, namus ve töre cinayeti gibi konuların hala tam olarak ülkemizde çözülmediği görülmektedir. Kısaca belirtmek gerekirse, Türkiye’de kadınlar tıpkı diğer ülkelerdeki hemcinsleri gibi ataerkil devlet düzeni ve kültürüne karşı mücadele vermişlerdir. Kadınların ataerkil yapıyı değiştirebilmeleri için önce kendilerini değiştirmeleri gerekiyordu. Bilinçlerini yükseltmeleri gerekliydi (hooks, 2012, s.19). Çünkü “cinsiyet düzeni doğadan gelen bir düzen değil, toplum tarafından veya içinde oluşturulan bir düzendir. Bu yüzden bu düzen toplumdan topluma değişmektedir. Cinsiyet düzeninin temelinde erillik ve dişilik ayrımı yatmaktadır. Erillik ve dişilik, erilliği ve dişiliği yapan toplumlarda belli stereotipler üzerinde kurulan düşünce ve beklentilerdir. Bu yüzden de var olan bir cinsiyet düzenini kırmak hiç de kolay gözükmemektedir” (Van Os, 2009, s.338-339).

Toparlamak gerekirse, Tanzimat Fermanının getirdiği yenilik ve özgürlük hareketleri ile var olduğunu, toplumda bir yeri olması gerektiğini söyleyen kadınlar, ataerkil sisteme karşı hak arayışları içine girmişlerdir. Bu durumu Kandiyoti “ataerkil pazarlık” kavramı ile açıklamaktadır (1997). Bu kavrama göre, kadın ve erkek arasında rıza gösterilen bir ilişki zamanla karşı koyulabilen, direnilebilen, değişebilen ve yeniden tanımlanabilen bir duruma gelebilmektedir. Örneğin kadınların, Osmanlı döneminde erkeklerle aynı parayı vermelerine rağmen, erkeklerin güvertenin önüne kadınların ise güvertenin arkasına oturtulmalarına karşı verdiği mücadeledir. Kadınların bir zamanlar kabullendiği ve rıza gösterdiği durum zamanla karşı çıkmalarına neden olmuştur. Bu ataerkil sisteme karşı bir hak arayışıdır. Çünkü ataerkil pazarlıkta gerçekleşen toplumsal cinsiyet ilişkilerinin yeniden tanımlanması bir takım mücadeleler ve tarihsel dönüşümler sonucu olmaktadır (Kandiyoti, 1997, s.114). Türkiye’de kadınların ataerkil sisteme karşı verdiği mücadele aslında toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden tanımlanması ve kamusal alanda görünür olmaları içindir. Mücadele sonuncunda ataerkil sistemin sınırlarını çizdiği çerçevede istedikleri hakkı elde eden kadınlar, erkeklerle eşit olmadıkları başka bir pazarlığa girerler. Bu bitmek tükenmek bilmeyen bir süreci de işaret etmektedir. Çünkü ataerkil sistem her yerde varlığını gösteren bir ağdır. Cinsiyetler arasında çatışmaların ve uzlaşmaların yaşandığı bu ağda, pazarlıklar her zaman kendini gösterecektir (Kandiyoti, 1997, s.114).