• Sonuç bulunamadı

1.5 Ülkemizde Laikliğin Gelişimi

1.5.1 Osmanlı Devleti Döneminde Laiklik

Osmanlı dönemindeki din devlet ilişkilerinin niteliği, Osmanlı’nın Şer’i bir devlet olup olmadığı yoğun tartışmalara konu olmuştur.146

Bazı yazarlara göre Osmanlı, dini hükümlerin yönetim ve yargıda tartışılmayacak kadar fazla olduğu teokratik bir devlettir. Osmanlı’nın teokratik bir devlet olduğu düşüncesini savunanların görüşleri şu cümleyle özetlenebilir: “Devletin dini, din-i İslam’dır, kanunlar İslam dininin kaynaklarıdır.”

Laikliği ülkenin her yanında her vatandaş için aynı hukuki mevzuatın uygulanması olarak tanımlayan Ortaylı’ya göre bu tanıma uymayan Osmanlı’nın şer’i olmadığı öne sürülemez.147 Toplumun örgütlenmesine bakıldığında dini ve geleneksel bir düzenle karşılaşılır.148 Osmanlı padişahlarının dini bir unvan olan halifeliği kullanmaları da egemenliğin kaynağının ilahi bir otoriteye dayandırıldığını göstermektedir. 149

Ö.Lütfi Barkan gibi düşünürlerin öncülüğünü yaptığı diğer bir grup ise Osmanlı’da

143 TOROSLU, s.456-457. 144 HAFIZOĞULLARI, s.44. 145 ERDOĞAN, Türkiye’de, s.161. 146 ORTAYLI, İmparatorluğun, s.171.

147 ORTAYLI, İ., “Osmanlı Devletinde Laiklik Hareketleri Üzerine”, Prof. Dr. Ümit Doğanay’ın Anısına, İÜSBF Yay., İstanbul 1982, s. 498.

148 ORTAYLI, İmparatorluğun, s.176. 149 Age, s.178.

toplum hayatında şer’i mevzuattan çok örfi sultaninin hakim olması sebebiyle, Osmanlı’ya şer’i demenin kolay olmadığını belirtmektedir.150

Osmanlı’da şeriat denen kurallar sistemi hiçbir zaman yasalaşmamış, “din-devlet” birliği görüntüsü altında, din, dünyevi iktidarın meşrulaştırılması için araç olarak kullanılmıştır.151 Bu nedenle halifelik sadece politik etkisi olan sembolik bir unvandır ve ülkeyi yöneten kanunlarla bir ilgisi yoktur.

Başka bir grup ise Osmanlı’nın teokratik olarak tanımlanmasını yanlış ve yetersiz bulmakta, Osmanlı yönetimini hem “İslami” hem “bürokratik” olarak tanımlamaktadır. Mardin’e göre Osmanlı Yönetimi sultanının asli olarak İslam toplumunun lideri olması anlamında İslami, memurların devlet bütünlüğünü korumaya yönelik uygulamaları açısından bürokratiktir. Yönetimin bu iki niteliği arasındaki denge 17. yüzyılda İslami tarafa doğru kaymışsa da 18. yüzyıldan itibaren bürokratik taraf ağar basmıştır.152 Nitekim daha sonra hukuk alanında yapılacak yeniliklerde, Ortaylı’ya göre 19. yüzyıl koşulları içinde merkeziyetçi bir yapı kazanan Osmanlı bürokrasisinin, standart ve derlenmiş bir hukuki mevzuata ihtiyaç duymasının da etkisi vardır.153

Osmanlı İmparatorluğunda batılılaşma hareketleri elbette Tanzimatla başlamaz. Tanzimat aynı zamanda bir yandan araştırıcı ve batıcı diğer yandan muhafazakar çizgiyi ifade eden bir zihniyettir. Başka bir deyişle Tanzimat Avrupa ortak hukukuna girme çabasıyla birlikte padişahın mutlak otoritesine karşı gösterilen ilk muhalefet girişimidir.154

Çünkü 1839 yılında ilan edilen Tanzimat Fermanı, biraz da batı dünyasının gittikçe güçsüzleşen Osmanlı Devletinin üzerindeki baskısının sonucudur. Fermanın ilk bölümünde Kur’an hükümlerine ve şeriat hükümlerine saygı duyulacağı yer alsa da “gayrimüslim tebaayla ilgili işlemlerin Nezarete bırakılması, gayrimüslim tebaanın can, mal, ırz, namus güvenliğinin ön planda tutulması, vergi vermede eşitlik” gibi düzenlemeleri getirmesi nedeniyle önemlidir.

Fermanın etkisi hukuk alanında kendini göstermiştir. Fermandan altı ay sonra yapılan 1840 tarihli Ceza Kanununda hiç kimsenin şeriata göre açıkça yargılanmadan ölümle cezalandırılamayacağı düzenlemesi geldi. Böylece ilk defa batının temel kurumlarından biri İslam Hukukunun yanında yer almaya, düalist bir yapı oluşmaya başlamıştır. Aslında 19. yüzyılda Osmanlı Devletindeki laikleşme çabalarına bakılacak olursa, bu çabaların tümünün

150 ORTAYLI, Osmanlı, s. 499.

151 ERDOĞAN, Secularism, s.190.

152 MARDİN, Ş., Türkiye’de Din ve Siyaset (Makaleler 3), İletişim Yay., İstanbul 1991, s.40. 153 ORTAYLI, İmparatorluğun, s.180.

İslami kurumlarla laik kurumları bir arada yürütmeye yönelik olduğu görülmektedir.155

Laiklik konusunda ilk adımlar, 1839 Gülhane Hattı Hümayunu ile atılmaya başlanmıştır. Belgede yer alan, müslim-gayri müslüm ayrımının yapılamayacağına dair ifadeler dikkat çekmektedir. Ancak başlangıç kısmında Devlet-i Aliyenin kuruluşundan itibaren son yüz elli sene öncesine gelinceye kadar “İslam ahkamına” tam anlamıyla uyulduğu, bu dönemde devletin kuvvetinin, tebaanın refah ve memnuniyetinin en yüksek noktada bulunduğu fakat yüz elli sene öncesinden beri çeşitli nedenlerle İslam hükümlerine uyulmadığı, bu yüzden devletin eski kuvvetini kaybettiği belirtilmekte, kurtuluşun tekrar İslamiyete dönülmekte olduğu vurgulanmaktadır.

Tanzimat döneminin ikinci dönemi 1856 Islahat Fermanının ilanıyla başlamıştır. Islahat Fermanı Gühane Hatt-ı Hümayunu’nu açıklayarak, vergi, askerlik ve eğitim alanlarında Müslüman tebaa ile Hıristiyan tebaa arasında eşitlik sağlamaktadır.

Daha sonra Hıristiyanların vatandaşlıkları kabul edilmiş, 1861 yılında siyasi temsil hakları sağlanmıştır.Eğitim alanında medreselerin yanında modern okulların açılması, şer'i mahkemelerin yanına ticaret ve nizamiye mahkemeleri kurulmak suretiyle, şer'i mahkemelere alternatif mahkemeler oluşturulması gibi uygulamalar, yine bu dönemde gerçekleşmiştir.

1876 Kanun-i Esasiye’si bu yeniliklerin yarattığı ortamda yeşeren Anayasalcılık akımının bir sonucudur. Ancak daha çok Padişahın istediği zaman geri alabileceği, tek taraflı bir bağışlama ifadesi niteliği taşımaktadır.

Belgenin 11. maddesinde “Devlet-i Osmaniyenin dini, Din-i İslâmdır” ifadesi ile devletin resmi dinini İslam olarak açıklamakla kalmamış, 4. maddesinde devlet reisinin aynı zamanda Halife sıfatıyla İslâm dininin hâmisi ve en yüksek ruhanî reisi olduğunu ilan etmiştir. Padişahın vazifelerinden biri de “Ahkâm-ı Şer'iye”nin icrasıdır. Ayan Meclisi kanun teklif ve tasarılarında “Umuru Diniyeye ... halel verir bir şey görürse...” bunları tasdik etmemekle görevlidir.

Kanun-i Esasiye’nin asıl önemi devletin sınırları içindeki tüm din ve mezheplere din hak ve özgürlüğünü sağlamış olmasıdır. Ayrıca 8. maddede Osmanlı tebaasının Müslim Gayri Müslim ayrılmaksızın yasalar karşısında eşit olduğu ifade edilmiştir. Dolayısıyla, “Osmanlılık”, ırksal, dilsel veya dinsel bir vatandaşlık anlayışı değil, hukuki, anayasal bir vatandaşlık anlayışı haline gelmektedir.

Osmanlıda modern toplum ve devlet fikrinin son gerçekleştirme çabası 24 temmuz 1908’de ilan edilen İkinci Meşrutiyettir. İkinci Meşrutiyet döneminde, bazı aralıklar dışında, ülkeyi, İttihat ve Terakki Cemiyeti yönetmiş, parlamentoya tek başına hakim olarak fiili bir

155 TUNAYA, Türkiye’nin, s.23.

tek parti sistemi kurmuş, tek başına kanun koyucu olmanın getirdiği güçle bütün sosyal hayata tahakküm edebilmiştir.156