• Sonuç bulunamadı

Genel anlamında oryantalizm kavramının ilk olarak ne zaman kullanıldığı kesin olarak bilinmemekle birlikte Orient yani Doğu kelimesinin Romalılar zamanında kullanıldığı bilinmektedir (Barthold’dan akt. Kaya, 2010). Bir bilim dalının başlangıcı olarak ise Batı’da 1312 Viyana Konsilinde alınan Paris, Oxford, Bologne, Avignon ve Salamanque şehirlerinde Arap, Grek, İbrani ve Süryani dillerinde eğitim verecek kürsülerin kurulması kararlarları gösterilmektedir (Germaner ve İnankur, 1989: 9; Bulut: 2017: 1; Yıldırım: 2003: 20; Barthold, 2000: 109). Çoğu araştırmacı 1312 yılını oryantalizm için başlangıç olarak kabul etse de oryantalizm alanında ihtisas yapmış araştırmacıların bazıları Kur’an-ı Kerim’in

Latince’ye ilk tercümesinin tamamlandığı 1143 yılını başlangıç olarak önermektedir (Paret’den akt. Yıldırım, 2003: 20). Bazıları ise 1231-1315 yılları arasında yaşamış bir din adamı ve bunun yanında felsefe, edebiyat ve beşeri bilimler ile uğraşan, Hıristiyan Misyonerleri yetiştirebilmek için Mayorca Adası’nda Arapça öğreten bir okul kuran Raymond Lelle’ ü oryantalizmi Batı’da kuran kişi olarak tanır (Yıldırım: 2003, 21). Oryantalizmin akademik değerler anlamında bir disiplin olarak kabul görmesi 15. yüzyıl Avrupa’sında gerçekleşmiştir (Said, 1998: 59-60).

Hıristiyanların kutsal kitabı olan İncil’de geçtiği gibi Hıristiyanlar için önemli toprakların etrafında yaşayan Müslümanları daha iyi anlamak ve çözümleyici bir tavırla hayatın her alanında bilgi toplayabilmek için bazı girişimlerin olduğu bilinmektedir. Ancak bu girişimlerin en başarılısı, oryantalizmin Avrupa için öncesine göre daha kapsamlı ve daha analitik işlediği dönem, Fransa’nın Napolyon Bonapart’ı Mısır’a gözlem ve bilgi aktarımı için göndermesiyle gerçekleşmiştir. Bunu Said’in Oryantalizm adlı kitabında da görmekteyiz.

Her ne kadar Napolyon'dan hemen önce en az iki Oryantalist girişim olmuş idiyse de, Napolyon'un 1798' de Mısır'ı işgali ile Suriye'ye yaptığı kısa seferin neticeleri Oryantalizmin çağdaş tarihi bakımından çok daha mühimdir. Napolyon'dan önce Doğu'yu işgal konusunda yalnızca iki girişimde bulunulmuştu. Bu girişimler âlimlere aitti ve gaye Doğu'nun yüzündeki peçeyi kaldırarak ve mukaddes ülkelerin nispeten korunmalı sahasının ötesine geçerek Doğu'yu işgal etmekti. Bu âlimlerin ilki Abraham-Hyacinthe Anquetil-Duppe-rondur (1731-1805) (Said, 1998: 118).

Eleştirel bir türde yazdığı Oryantalizmin Kısa Tarihi isimli kitabında ise Bulut’ a göre oryantalizmin tarihi daha eskilere dayanmaktadır. “Oryantalizmin bir disiplin haline gelişi ve kurumlaşması her ne kadar, 18. Yüzyılın son çeyreği ve tüm 19. Yüzyılda gerçekleşmişse de, oryantalistlerin ya da daha geniş bir ifadeyle Batılıların, zorda kaldıkça başvurdukları oryantalist arşivin tarihi çok daha eskilere gitmektedir. Bu tarihi sürecin irdelenmesi, Batılıların zihnindeki Doğu ve Doğulu

hakkındaki muhayyilenin zenginliğini, farklılığını ve değişkenliğini görebilmek açısından önemlidir.” (Bulut, 2017: 10).

Daha da eskilere, Hegel’in köle efendi diyalektiği olarak bilinen meşhur metnine gittiğimizde oryantalizmin temelini oluşturan kimlik kavramının oluşum aşamasında “Özbilinç, bir başka Özbilinç için varolduğu ölçüde, ondan dolayı kendinde ve kendisi için var olur; yani o ancak kabul edilmiş-varlık olarak vardır” cümlesi karşımıza çıkacaktır (Hegel’den akt. Bulut, 2002:23). Hegel’in bu sözüne bakarak bir insanın var olabilmesi için başka bir insanın da var olmasının gerekli olduğu anlaşılmaktadır. Dolayısıyla toplumlar, insanlardan oluştuğundan bir toplumun var olabilmesinin önkoşulu olarak başka bir toplumun var olması kuralı kabul edilmiş olur. İlkçağlardaki benlik algısının ve var olabilmenin başka insan ve toplumların var olabilmelerine dayandıran Hegel’in diyalektiğine Köle-efendi diyalektiği denmesinin sebebi bu iki bilinç arasında bir hegemonik savaşın da var olduğunun yapı-sökümünü ortaya dökmüş olmasındandır (Yeğenoğlu, 2017:16-19; Bulut, 2002: 23).

İlkçağlardan Rönesans’a doğru geldiğimizde ise Avrupa bu yüzyıllara kadar kilisenin Avrupa’nın sosyal ve beşeri hayatındaki her alanına olumsuz etkisi ve yoğun baskısından bunalmış haldeydi. Kilisenin bilim hayatına da yoğun baskıları ve kısıtlamaları vardı. Doğu’da (coğrafi olarak değil Oryantalist söylemsel olarak Doğu’da) İslam Medeniyetleri bilimde ve sosyal hayatta Batı’ya göre daha ilerideyken İslam’ın Batı’ya yaptığı bu baskının da sonucunda Avrupa’da Rönesans ihtiyacı hissedilmeye ve sonrasında yaşanmaya başlandı. Bu hareketlenme sonucunda kilisenin Avrupa’nın sosyal hayatına olan baskısı son iki yüzyılda azalmaktaydı ve böylece her alanda hızlı bir “yeniden doğuş” yaşanmaktaydı. Bu “yeniden doğuş” amacıyla Batı her alanda her türlü bilgiyi Doğu’dan Batı’ya getirilmesi hususunda Doğu dillerini bilenleri Doğu’nun daha iyi anlaşılması maksadıyla incelemelerde ve araştırmalarda bulunmak üzere Doğu’da görevlendirmiş, araştırma yapılacak ülkenin dillerini bilmeyenlere ise dil kürsülerinde dil eğitimi vermiştir. Böylece önce başka ırklarla çalışabilme fırsatı yakalamış antropologlar ve yabancı diller alanında özellikle de Doğu dilleri üzerine

ihtisas yapmış filologlar görevlendirilmiş, bu görevlendirmeleri kâşifler, askerler de takip etmiştir.

Rönesans ve reform döneminde Doğu üzerine yapılan araştırmaların, gezginlerin seyahatlerinin ve ilk kez 14. yüzyılda kurulan Arapça dil okullarının sayıları giderek artmıştır. Diğer taraftan bu dönemle birlikte Avrupa’da eskiye oranla daha objektif araştırmalar yapılmaya başlanmıştır (Zakzuk, 1993:18).

Bununla birlikte, on üçüncü yüzyılda Arapça’ dan yapılan masal ve kitap tercümeleri İslam-Doğu kültürünü Batı’ya biraz daha yaklaştırmış ve bu kültürü daha doğrudan tanımaya başlamışlardır. Buna rağmen, on birinci yüzyıl ve sonrasında Avrupa oryantalizm ışığı altında Doğu’yu halk efsanelerinden ve masallardan oluşan bir seraptan ibaret görmüş, öznel ve Batı merkezli bir perspektifi benimsemiştir (Watt’dan akt. Yıldırım, 2003: 22). On altıncı yüzyıl ve sonrasında Rönesans dönemiyle ortaya çıkan hümanist eğilimler, Avrupa’da eskiye nispetle tarafsız ve bilimsel nesnelliğe daha yakın çalışmalara yol açmıştır (Yıldırım, 2003: 24).

1539 yılında Paris’te kurulan College de France Üniversitesi’nde oluşturulan Arapça kürsüsünün başına Fransa’nın ilk gerçek Oryantalisti kabul edilen Guillaume Postel getirilmiştir. Postel, 1536 yılında Osmanlı İmparatorluğu’na Fransa Kralı I. Francis tarafından görevlendirilerek gitmiş ve daha sonra Kudüs ve Suriye’den topladığı çeşitli el yazmalarının (1548–1551) tercümelerini yaparak Doğu kültürlerini Batı’ya açmıştır (Yıldırım, 2003: 25).

1586 yılında Kardinal Meclisi’nin kurduğu matbaa sayesinde Avrupa’da o yıllarda İbn-i Sina’nın tıp ve felsefe kitaplarının içinde bulunduğu birçok kitap dâhil Arapça kaynakların basılması ve çoğaltılması mümkün olmuştur. Avrupa’da Arapça eğitimin gittikçe yaygınlaştığını o yıllarda basılan Arapça kitaplara bakarak daha da iyi anlayabiliriz.1 On sekizinci yüzyıla kadar süren bu bilgi paylaşımı, kilisenin İslam dinini yayıyor düşüncesiyle Arapça eserleri yasaklamasına kadar devam eder (Yıldırım, 2003: 25).

1 Örneğin Fransa, 1795 yılında Doğu dilleri ve edebiyatı çalışmalarını geliştirmeye başlamıştır. Bunun

nedeni bu yolla ülke yararına pratik kazançlar elde etmektir. Napolyon Mısır’ı işgal etmeye gittiğinde (1798–1801) yanında Fransız Oryantalizm’in üstatlarından sayılan Slyvester de Sacy’nin öğrencilerinden oluşan bir grubu, tercüman ve danışman olarak görevlendirmiştir. (Yıldırım, 2003: 27)

On beşinci ve on altıncı yüzyıllarda Batı düşünce ve bilimin yörüngesini kendisine doğru çevirmeye başlamış böylelikle söz konusu düşünce veya bilim olduğunda söz hakkına sahip olmuştur. Bilmenin iktidar demek olmaya başladığı 15. ve 16. yüzyıllarda Batı, kendi iktidarını Doğu üzerinde “daha çok şey bilme” ve böylece “daha çok şey hakkında daha çok söz sahibi olma” nosyonlarıyla kurmaya başlamıştır. On altıncı yüzyılda Doğu ne bir “hayaliydi” ne de bir “bastırılmıştı”. Bu yüzyılda Doğu hakkındaki çalışmalar çok taze denilebilecek kadar yeniydi ve kapsamları sonraki yüzyıllara göre daha gerçekçiydi. Bu yüzyılda Machiavelli gibi daha önceki yüzyıllarda yaşamış fakat yaşadığı çağda hak ettiği değeri görememiş sosyal ve siyaset bilimcilerin eserleri tekrardan anlaşılma yoluna gidilmiştir (Bulut, 2002: 23-26).

1683’de girişilen II. Viyana Seferi başarısızlıkla neticelendi. Aynı yıllarda Fransa’daki aydınlanma Doğu’nun dini olmayan bir şekilde araştırılmasının yolunu açmıştı. Asya’ya duyulan genel ilgi de akademik araştırmaların teşvik etmekteydi (Bulut, 2002: 81).

On yedinci yüzyıldan sonra ise oryantalizm farklı kültürler söz konusu olduğunda bu kültürlerdeki “derin ötekilik” hissiyatına kaynaklık yapmıştır. Kaynaklık edilen farklı kültürlerin içinde barındırdığı “ötekilik hissiyatı” modern olmayan toplumlardaki antropolojik projelerin çıkış noktasıdır (Hodgen’den akt. Turner, 2003: 269). Linguistik bir yüzyıl olan 18. yüzyılda ise Batı filolojiye daha önceki yüzyıllardan daha çok önem vermiştir. Çünkü filoloji sayesinde oryantalizmin altyapısının inşasını kurabilecekti. Bu inşa için var olmayanlar var edilebilecek, var olanlar ile de bilmediklerini bilebileceklerdi. Bilmek gerekliydi çünkü bilmek sayesinde bir olguyu görünür kılabileceklerdi. On sekizinci ve on dokuzuncu yüzyıllar filologların katkıları sayesinde Batı’nın oryantalizm’ de kavram anlamında ileriye doğru en hızlı sıçrama yaptığı yüzyıllar olmuştur. Peki filolog ve filoloji ayrımı nasıl yapılmalı? Filoloji incelediği bir dili, aynı dilde verilmiş bütün eserlere dayanarak inceleyen ve böylece dilin kullanıldığı coğrafyadaki devletlerin, imparatorlukların ve halkların kültürel dokusunu ve mirasını; o dile has özellikleri inceleyen bilim dalı ise; filolog da bu bilim dalında incelemelerde bulunan ve bu alanda çalışan bilim insanıdır diyebilir miyiz? Bu durumla ilgili Said şöyle

söylemektedir: “Aslında bir tarafta filoloji, karşı tarafta filolog neydi? Eğer filoloji bütün insanları ilgilendiren bir ilim dalı; konularının başına hep insanı koyan ve bütün insanı değerleri en ince ayrıntılara kadar inceleyen bir yol ise, filolog bunun karşısında nasıl bir tavır takınacaktı?” (Said, 1998: 192).

Görüldüğü gibi Said filoloji ile filoloğu ayrı yerde hatta karşı karşıya incelemiştir. Said’e göre filolog filolojiyi ilim alanı olarak değil “karşı tarafı” çözümlemek amacıyla kullanmaktaydı (Said, 1998: 190-193). Filoloji bir ırkın kendi dili var olduğundan beridir biriktirdiği kültürel mirası da özümseyerek o kültürün anlaşılabilmesini sağlayabilecek bir bilim dalıyken, Avrupa-Merkeziyetçi düşüncenin beraberinde getirdiği bir anlayış çerçevesinde Batı dışında (Doğu) kalan medeniyetlerin kolonize edilmesine yardımcı olarak kullanılıyordu. Bilinen Doğu dilleri sayısını artırmak önemli bir noktaydı. “Doğu Dilleri” ni bilmek ve Doğulu’ları anlayıp Doğulularla “onlardan biriymiş gibi” bilgi alışverişinde bulunmak çok önemliydi. Bu amaçla yazılan eserler, kaynak gösterilebilecek derecede önemseniyordu. On dokuzuncu yüzyılın başlarına kadar “Doğu Dilleri” deyimi Sami Dilleri anlamına gelmekteydi. Sami dillerinde (İndo-İran) yazılmış bir eser olan Herbelot’ un “Bibliohteque” adlı eseri bu anlamda önemli bir eserdi. Herbelot’un oryantalizm açısından bu önemli eserinden sonra ilk cildi 1708 yılında yayınlanan Simon Oackley’in “History of Saracens” isimli eseri oryantalizme ve oryantalizm alanında çalışanlara bir kaynak olmaktaydı (Said, 1998: 114).

Aslında on sekizinci yüzyıl sonu ve on dokuzuncu yüzyıl itibarı ile “filoloji” den her söz edildiğinde başlıca başarıları mukayeseli dil bilgisi dalında ortaya çıkmış, dil ailelerinin sınıflandırılmasında yeni görüşler dalında ortaya çıkmış, dillerin ilahı kökenleri konusunda yerleşmiş bir bilim dalı akla gelmelidir (Said, 1998: 194).

On dokuzuncu yüzyıl ortalarından itibaren Batı’nın Doğu dünyasına bakışında sömürgecilik önemli bir rol oynamış ve oryantalistlerin eserlerinden fazlasıyla yararlanılmıştır. Böylece Oryantalizmi akademik bir disiplin olarak kurumlaştırma çabaları başlamıştır. Bu gelişmeleri desteklemek amacıyla Avrupa ve Amerika’da çeşitli dernekler kurulmuş ve bu dernekler tarafından çıkarılan dergiler

ve yayınlar oryantalist incelemeleri sürdürmüşlerdir. On dokuzuncu yüzyılın başlarından itibaren yükselen romantizm ile birlikte Batılı sanatçılar hiç gitmedikleri ve görmedikleri Doğu’yu resmederler. Örneğin Delacroix’nın, Byron’ın bir tragedyasına dayanan “Sardanapal’in Ölümü” ve Silvestre de Sacy’ nin çalışmalarıyla oryantalizmin çalışma alanı filoloji dışında tarih, coğrafya, resim ve dini konulara da kaymıştır ( Kırpık, 2008). Avrupa’nın on dokuzuncu yüzyıldaki emperyalist tutumu, sömürgeci ülkelerin siyasetçilerinin amaçlarına hizmet etmesi doğrultusunda bazı Oryantalistlerin dışişleri bakanlıklarında (Fransa ve İngiltere) danışman olarak görevlendirilmelerine yol açmıştır. Haçlı savaşlarındaki kilisenin görevini bu dönemde sömürgeci ülkelerin siyasetçileri almıştır. Oryantalizm böylece Batılıların siyasi ve askeri yönden istila ettikleri Doğu ülkelerini, tamamen kendilerine boyun eğdirmelerinde, yani emperyalizmde rol oynamıştır (Yıldırım, 2003: 28). Bu dönemde yazılan ve sunulan ‘Avrupa tarihi’ artık ‘Dünya tarihi’ anlamına gelecek ve Batı çıkarlarının evrenselleştirmesinden öteye geçemeyecektir (Bulut, 2006: 87).

On dokuzuncu yüzyıl Batı’nın dünya üzerinde egemenliğini yayma dönemidir. Avrupa bu süreçte yeniden şekillenir. Yeni kurumlarla, yeni bilim dallarıyla (örneğin sosyoloji ve antropoloji) bu yüzyılda tanışır (Bulut, 2006: 86). Yine bu yüzyılda da Batılı özbilincin, Doğulu özbilinci anlama ve anlamlandırma çabasının sonucu olarak Avrupa'da daha önce kurulmuş olan enstitü kürsüleriyle, Doğu’dan yapılan çevirilerle oryantalizm alanındaki diğer çalışmalar hem hızlanmış hem de daha kapsamlı hale gelmiştir.

On dokuzuncu yüzyıl Batı tarihi içerisinde bir dönüm noktasıdır. Fakat aynı zamanda, bu yüzyıl, etkilerini 20. Yüzyılda da sürdüren bir şekilde. Dünyanın geri kalan kısmı için de bir dönüm noktası olmuştur. 18. Ve 19. yüzyılda Batı’da gerçekleşen devrimlerin aynı zamanda dünyayı etkileyecek devrimler olduğu, emperyalizmle birlikte görülecekti. (Bulut, 2006: 97)

On dokuzuncu yüzyıl Batı’sında Doğu hayranlığı güçlü bir şekilde hissedilmiştir. Victor Hugo ünlü yapıtı “Les Orientales’de” , İslam Dünyası’nın hem

zihinler için hem de hayaller için bir tür saplantı haline geldiğini belirtir. Batı’nın on sekizinci yüzyılda hayal ettiği Doğu imgelemi on dokuzuncu yüzyılda yerini gidip görülebilir bir Doğu’ya bırakmıştır. Doğu, Batılı sanatçıların eserlerinde hayal ürünü olmaktan çıkıp gerçekler ve anlatılar haline dönüşmüştür (Germaner ve İnankur, 2002: 36).

Bu yüzyılda Fransız İhtilali tarihin hızlanmasında önemli bir katalizör etkisi yarattı. Şartların daha da uygun olmasını sağladı ve bir sonraki aşama için gereken şartları, zemini yumuşatarak geçiş aşamasına hazırladı (Bulut, 2006: 97).

On dokuzuncu yüzyıl Batı’nın dünya üzerinde egemenliğini kesinleştirmesine paralel olarak, aynı zamanda, Avrupa’nın bu yeni konumuna uygun yeni bir yapılanmanın içine girdiği, yeniden şekillendiği bir yüzyıl olmuştur. Yeni kurumların, yeni bilim dallarının ortaya çıkışı bu yüzyılda olmuştur.

Bu dönemde oryantalist geleneğin oluşumu açısından da önemli gelişmeler meydana gelmiştir. Her şeyden önce oryantalizmin akademik bir disiplin olarak kurumlaşması, modern Batılı sosyal bilimlerden de destek alarak yöntemlerin gelişmesi bu dönemde gerçekleşmiştir. Önceki yüzyıllarda Avrupa’da yaygın olan İslam ve Doğu hakkındaki imaj, yeni üretilen söylemler, yöntemler ve bilimler ışığında daha bilimsel bir çerçevede sunulmaya başlandı. Bu dönemin oryantalist çalışmalarında görülen bir diğer husus da, Batı’nın üstünlüğünü vurgulayıcı Doğu imajının Doğululara da kısmen kabul ettirilebilmiş olmasıdır. Batı dünyası siyasal ve ekonomik anlamda dünya egemenliğini ele geçirmesine paralel bir şekilde ve yeni konumunun bir sonucu olarak kendini Dünya tarihinin doğal gelişiminin nihai halkası ve tarihin amacı olarak tanıtmış ve bu yeni Batılı bilinç Batı dışı halklara dayatılmıştır (Bulut, 2006: 99).

On dokuzuncu yüzyıl, netice itibariyle Batı’nın Doğu karşısında üstün duruma geldiğinin bilincine vardığı bir yüzyıl olmuştur. Artık, kendisinde, Doğu’yu çürümüşlüğünden kurtarma, onu biçimlendirme gücü görmektedir. Fakat bu yüzyılda Batı, bir yandan Doğu’nun olumsuzluklarına dikkat çekerken, öte yandan ona hayranlığını da dile getirecektir. Bu, bir yönüyle Doğu’ya olan ilgiyi canlı tutmaya, oraya insanların gitmesini teşvik etmeye dönük bir çabadır da. İkinci olarak Doğu,

Batı’nın muhtaç olduğu zenginliklere sahiptir, ancak artık bu zenginliklerini kullanamamaktadır. Sahip oldukları zenginlikler Doğululara bırakılamayacak kadar insanlık için önemlidir. Dolayısıyla bu zenginliklerin insanlığa sunulması gerekir (Bulut, 2006: 99).

On dokuzuncu yüzyıla ve yirminci yüzyıla gelindiğinde oryantalizm bilinen klasik anlamından daha derinlerde anlamlar ifade etmediği için çalışma alanında da değişiklik olmamıştır. Bu yüzyılda da oryantalizm alanında Doğu üzerindeki çalışmalar ve bu çalışmaların içerikleri farklılaşmamıştır (Çırakman, 2002: 183). Oryantalizme dâhil olan alanların kapsamı geniş olduğundan dolayı Said oryantalizmi çalışmalarından önce de var olduğunu ve tarihsel süreçte bir pratikler bütünü olarak ele almak gerektiğini kitabında savunmuştur (Kahraman, 2002: 159).

Said, kitabında düşüncelerini ve oryantalizmin bilinçdışılığını Gramsci’nin “hegemonya” ve bununla birlikte Foucault’nun “iktidar” nosyonunu kullanarak temellendirmiştir (Said, 1998: 19). Yeğenoğlu ise bu bilinçdışılığı daha da derinlerinde, psikanalitik semptomların belirteçlerinde aramıştır. Bu bilinçdışı alan dokunulmazdır ve çok tutucudur (Yeğenoğlu, 2017: 31-32). Said, kitabında “projeler” bölümünde oryantalizmin çalışma alanına giren ama oryantalizm alanında olmayan Flaubert, Dante, Victor Hugo gibi edebiyatçılar veya sanatçıları da tanımlamak için gizli (latent) oryantalizm alanında çalışma yapmış gizli (latent) oryantalistler olarak nitelendirmiştir. Ancak Said bu dönemde oryantalist yaklaşım açsından önemli bir noktaya dikkat çekmektedir: 19. yüzyıl öncelikle oryantalizmi açık ve örtük (gizli) olarak ikiye ayırabileceğimiz bir biçim almıştır (Said, 1998: 277-285). Bu ayrımı oryantalizm alanında yapılan çalışmaların görünür olması veya olmamasını ölçüt alarak yapar. Bu ayrım, oryantalizmin alt-yapısal, yayılmacı ve otoriter bir alan olduğunu sezdirir. Bu ayrımın sonuçları oryantalist söylem için önemlidir. Oryantalizmin görünür içeriği kapsamında bulunan, tarih, filoloji, edebiyat, sosyoloji gibi çalışma alanlarıdır. Gizli oryantalizm kapsamına ise bilinçdışı yani rüyalar, imgeler, istekler ve fantazyalar girmektedir. Said’e göre örtük oryantalizmdeki oybirliği ve istikrar büyük ölçüde değişmez. 19 yüzyılda Flaubert, Hugo gibi edebiyatçılar ya da Marx, Saussure gibi düşünürlerin Doğu’yu

kurtarılması gereken, gelişmiş/geri kalmış ikiliği içinde kavramasının nedeni de budur (Said, 1998: 276-239).

Said, klasik oryantalizmi, İngiltere ve Fransa’dan Amerika’nın eline geçmesini, Amerika’nın sanayileşmedeki güçlenmesine ve bilgi alanındaki iktidar konumuna gelmesine bağlamaktadır. Batı’ nın Doğu’ya şekil vermesi, Doğu’yu şekillendirme yöntemlerinden temsil etme, ötekinin yerine söz söyleme hakkına sahip olma gibi Doğu projelerini ise modern oryantalizm olarak adlandırmaktadır (Said, 1998: 40-44). Böylece Doğu tarihsel gerçeklik yerine metinsel gerçeklikle temsil edilme yoluna gidilmiştir ( Çırakman, 2002: 195). Doğulu kendi dünyasında maddi gerçeklik ile yaşarken Batılı, Doğuluyu metinsel bir gerçeğin takdimiyle resimlerde, şiirlerde, gezi notlarında, filmlerde yaşatacaktır (Said, 1998: 47, 226).

Sözü edilen oryantalizm biçimlerinin (açık, örtük, modern) birbirinden ayrımı çok zordur. Birisini ele aldığımızda diğeri farklılaşmamakta ve dışarıda kalmamaktadır. Bu üç sınıflandırma oryantalizme hizmet etmiş her bir oryantalisti ve dönemi kapsamaktadır. Said’e göre oryantalist metinler kendi içerisinde tutarlı olsa, oryantalistler yöntemlerini değiştirseler bile ortak bir amaca hizmet etmektedirler (Said, 1998:12). Oryantalist söylem Doğu dünyasını sabit ve birbirine benzeyen olarak temsil eder. Batı’nın hegemonyasında temsil edilen Doğu her zaman güçsüzdür ve böylece Batı her zaman baskın konumdadır (Çırakman, 2002: 184). Modern oryantalizmde de öncesinde olduğu gibi oryantalizmin, Doğu hakkında sabit düşünceye ve sabit imajlara sahip olduğu ve bu sabit olmanın getirdiği tekrarların temsillerde farklılaştığı fakat amaçlarda farklılaşmadığı görülmektedir (Said, 1998: 385-386).

Said’in oryantalizm kavramsallaştırması pek çok eleştiriyle de karşılaşmıştır. Eğer ötekileştirilen Doğu’yu algılama ve anlama sürecine objektif bir tarihçi gibi yaklaşırsak Said’in önermesinin kapsamının çok geniş ve iddialı olduğunu görürüz. Bu yüzden de Said’in önermelerinin inandırıcılığını düşük buluruz. Said’in metinlerini analiz ettiğimizde çıkış noktalarına dikkat edecek olursak metinlerinde Batı’daki Doğu ideolojisinin yüzyıllar boyunca aynı olduğunu ve Batı’nın Doğu ile ne zaman yolları kesişse her defasında Doğu üzerinde iktidar kurduğunu, Doğu’dan

daha üstün olduğunu ve bunun hiç değişmediğini görürüz (Çırakman, 2002: 182).