• Sonuç bulunamadı

Çalışmanın önceki bölümlerinde “ötekilik” tarihsel - felsefi arka planıyla birlikte incelenmiştir Ötekilik, benliğin tarihsel süreçte var olmasıyla birlikte zorunlu bir şekilde var olmuştur. Benliğin temsilinde ve anlamlandırılmasında ötekilik vazgeçilmezdir. Bu aşamada ise ötekilik, sosyopolitik açıdan incelenecektir. Ötekiliğin var olmasında sosyolojik ve politik şartlar zamanla değişmektedir.

Tarih boyunca bir topluma göre diğer toplumsal aynı zamanda aynı tarihsel evreleri yaşamamıştır. Antik çağlardan bu yüzyıllara kadar bütün toplumlar için ve farklı kültürler için aynı tarihsel dönemlerde tarih, hiçbir zaman çizgisel bir doğrultu olmamıştır. Dolayısıyla bir toplum bir maden çağını yaşarken iletişimde olduğu diğer toplum farklı bir maden çağını yaşıyor olabilmekteydi. Tarih boyunca toplumlar birbirleri ile kültürel alışveriş yaparak kendi kültürlerine katkıda bulunmuş, kendi toplumlarını bir ileri seviyeye geçirme imkânı bulmuşlardır. Dolayısıyla bir ileri çağı yaşayan toplumu modernlik kapsamında değerlendirecek olursak modern, diğer çağda olan ve kültürel ilişkiler ile diğer toplumun seviyesine gelmeyi arzulayan / gelebilen toplumu modern olmayan toplum olarak değerlendirilebilir. Arzu edilen kültüre sahip olan toplum bu noktada özne konumunda diğer kültüre sahip olan toplum ise nesne konumunda bulunmaktadır.

İlkel toplumlarda olan özbilinç ile modern toplumlarda olan özbilinç tamamen farklıdır. İlkel toplumlardaki özbilincin bağlı olduğu kimlikler modernite ile birlikte farklılaşır. Farklılaşan kimliklerin temel sebebi toplumlardaki farklılaşan

rollerdir. İnsanlar içinde yaşadığı toplumda rollerini seçebilir, değiştirebilir veya imal edebilir duruma gelmiştir (Kolb, 1986: 17). Modernitenin getirdiği çoklu-kimlikli olma durumu var olan kimlikler arasından ana kimliğimizi temsil etmemizi zorlaştırmaktadır. Toplumların modernleşme ile birlikte daha da karmaşıklaşan kimlik ve benlik nosyonları üzerinden ortaya çıkan öteki nosyonu da karmaşıklaşmaktadır. Var olan toplumsal normlar, beklentiler, gelenek-görenekler ve roller arasında karşılıklı durağan olmayan bir etkileşim süreci söz konusudur (Kellner, 2001: 188). Böylece modernite döneminde kimliğin kurulması ötekiliğin var olmasıyla ilişkilendirilebilir. Ana kimliğin kurulması da sağlamlaştırılması da öteki kimliklerin olmasına bağlıdır (Riesman, 1961: 44).

Modernitede kimlik dinamikleşerek ve bireyselleşerek gelişmeye, değişmeye daha da açık hale gelmektedir. Modernite ile birlikte çeşitli kimlik ve roller arasında kalan insanlar, toplum içerisindeki rollerinin “ne” olacağına veya mevcudiyetini sürdürdüğü toplum içerisinde “kim” olacağına dair karar verme özgürlüğüne ve bunun sorumluluğuna sahip olmuşlardır (Özyurt, 2012: 187). Kellner’e göre kimlik modernitede devinimsel olmakla birlikte aslında sınırları çizilmiş ve en başından rolleri standartlaştırılarak sabit kılınmıştır. Buna göre toplum içinde birey, bir profesör bir anne bir kimyager bir doktor veya bir din adamıdır. Bu roller kazanılmış gibi ve değişken gibi görülse de aslında toplum içinde iç içe geçerek durağanlaşmış, standartlaşmıştır. Dolayısıyla toplumsal olanakların insanlar üzerindeki bir yansıması olarak ele alınmalıdır (Kellner, 2001: 188-189). Modernite bizlere coşku, gelişme, güç, kendimizi ve dünyamızı dönüştürme (transformation) imkânı vermekle birlikte, bir yandan da benliğimizi -kimliğimizi- yok etme tehdidini de barındırmaktadır (Berman, 1982: 22). Buna ek olarak Frisby, moderniteyi, kimlikler için zamansal anlamda geçici, mekânsal anlamda ise bir yere ait olamayan, olayların tesadüfen birbiriyle bağlantı içinde olduğu bir idrak olarak ele almaktadır (Frisby, 1985: 30). Modernite-kimlik bağlamında ana kimliğin, mevcudiyeti için öteki küçük daha güçsüz kimliklere muhtaç olduğu görülmektedir. Kellner’e göre insanın kimliği “modası geçmiş”, “eskimiş” olabilir daha da ötesinde kimliğinin toplumsal bir statüsü kalmayabilir. Bunun sonucunda insan, Frisby’ nin de dediği gibi herhangi bir mekâna ve zamana ait hissiyatını kaybedebilir. Bu durum ana kimliğin “öteki

kimlikler” karşısında zayıflamasıyla oluşur. Ana kimlik öteki kimlikler karşısında güçlenirse eğer, daha çok gelişebilir ve sabitlenir (Frisby,1985: 30-36).

“Kimlik” ve “kimlik sorunu” gibi kavramların modernite ile başladığını ve bu kavramların modern bir olgu olarak ele alınması gerekliliği prensibi modern sosyolojinin ürettiği bir olgudur (Bauman, 2001: 112). Modernite öncesinde ve modernite ile birlikte kimliklerin sosyal anlamda kültürlerin ana mimarı olduğu görülmektedir. Modernite öncesinde, geleneksel – modern olmayan- kültürlerde kimliklerin daha durağan ve daha uzlaşımsal olduğu söylenebilir (Özyurt, 2002: 146)2.

Keyman modern olan ve modern olmayan toplum, farklı paradigmaları vasıtasıyla ben ve öteki nosyonları çerçevesinde tartışmaktadır. Antropolojik Paradigma olarak adlandırdığı ilk paradigmanın Gemeinschaft- Gesellschaft sorunsalından kaynaklandığını savunmaktadır ve bu sorunsal çerçevesinde kültürü belirli bir tarihsel dönemde ayrı ayrı öznelerin birbiriyle kurdukları iletişim sürecinde kullandıkları ortak değerler ve anlamlar olarak görür (Keyman, 2002: 23). Böylece aynı kültür içerisinde paylaşılan belirli ortak değerler ve anlamlandırmalar, bir “varlık meselesi” haline gelir ve Avrupa’nın kendi modernitesi vasıtasıyla hedeflenen bir “yüksek uygarlık” noktasına doğrusal bir gelişmeyi temellendiren bir tarih anlayışını ortaya çıkartır. Bu tarih anlayışı ötekinin modern benliğe benzemek için, modern kültüre ulaşmak için yapması gereken modernleşme girişiminin bir bütünüdür. Böylece antropolojik kültür paradigması ötekini modern benlik üzerinden çözümlenen ampirik ve kültürel bir varlık, var olma durumu olarak tanımlayarak Avrupa’yı, Avrupa-merkezci bir üst yapı olarak işleyişini sürdürür. İkinci olarak “Yapısalcı-yapısalcılık sonrası paradigma” olarak adlandırdığı paradigmada kültürü varlık savaşı içinde görmekten çok uygulanan pratikler bütünü olarak görür. Dolayısıyla kültür, toplumların ortak anlamlarının ve ortak değerlerinin bir mekân kapsamında oluşturulmasını ve alışverişini simgeleyen ideolojik/söylemsel bir pratiktir. Kültüre bu tarz bir yaklaşım, kültürün toplumsal devinim sisteminde nereye

2Kültürleri antropolojik olarak incelediğimizde Tönnies’ in Gemeinschaft-Gesellschaft diyalektiği kapsamında; Durkheim’ in

mekanik dayanışmaya sahip toplumlar ile, organik dayanışmaya sahip toplumlar diyalektiği kapsamında; Simmel’ in gelişmiş (paraya dayalı kapitalist toplumlar) ile paraya dayalı olmayan ekonomiye sahip toplumlar diyalektiği kapsamında; Weber’ in “geleneksel” toplumlar ile modern Batı rasyonalizmine sahip toplumlar diyalektiğine kapsamında ikiye ayrıldığını söyleyebiliriz. (Frisby, 2012: 25)

konumlanacağını ve bireyler arası olduğu kadar toplumlar arası ilişkilerin tekrardan üretilmesinde kültürün önemini anlamamıza katkı sağlamaktadır.

Althusser’in bireylerin, bireylerarası ilişkilerde özneler olarak kurulmasında kullandığı “sorgulama”, Levi-Strauss’ un toplumsal yapılarda rol oynayan “göstergelerin varlığının analizi” , Foucault’ nun “söylem”, Derrida’nın “ayrımlara” dayanan “fark” nosyonu var olan kültürel pratiklerin toplumsal düzeydeki ilişkileri ne kadar etkilediğinin tasvirini yapmak için kullanılmıştır (Keyman, 2002: 24). Bu noktada ne modern bir toplum ne de modern bir benlik öteki olmadan varlığını sürdürebilir. Bu formülasyonu kullanarak yola çıkan Batı medeniyeti, kendisine farklı olan medeniyetleri geleneksel, gelişmemiş, otorite yanlısı kurduğu müddetçe; kendisini modern, gelişmiş, demokrasi yanlısı olarak tanımlayacaktır. Bu açıdan bakıldığında kültür, farklılıkları kullanarak kurulan, toplumlar arası ilişkileri, değerleri veya anlamları yaratan bir pratik olarak görülmektedir. Turner bu durumu, “diğer kültürleri, onların tuhaflıklarını anlaşılır kılabilecek önceden var olan bir kural ya da söylem içerisine yerleştirerek anlaşılmakta ve böylece pratikte ‘biz’ ve ‘onlar’ arasındaki karakteristik özelliklerde hangi belirgin farklılıkların değerlendirileceğine dair değişik biçimler üzerinde durarak çevirinin felsefi zorluklarının üstesinden gelinebilmektedir. Karşılaştırmaların yapıldığı kültür, diğer kültürlerde eksik olan rasyonellik, demokrasi, sanayinin gelişmesi gibi bir dizi temel özelliklere sahip olarak ele alınabilir.” şeklinde değerlendirmiştir (Turner, 1997: 109). Bu tarz bir şematik okumayla kültürlerin öteki kültürleri ne kapsamda ve hangi okumayla değerlendirdiği, nesne konumundaki kültürün sahip olmadığı fakat özne konumundaki kültürün sahip olduğu şeyler üzerinden kendisini betimlemesi daha iyi anlaşılmaktadır.