• Sonuç bulunamadı

On dokuzuncu yüzyılda ortaya çıkan toplumsal kurumlar, soyut olan toplumları açıklamak ve anlamlandırmak için iyi bir yöntem barındırmaktaydı. Bu kurumlar toplumları açıklarken tarihin toplumlar için ifade ettiği anlamları da değiştirme gücüne sahipti. Bu kurumlar toplumsal çekişmeleri aşan, toplumda çatışma ortamlarını çoktan geride bırakan Batı’nın elindeydi ve dolayısıyla toplumlara yön vermenin hâkimiyeti de Batı’nın elinde bulunmaktaydı (Baykan, 2004: 40). Dolayısıyla Batı’ya göre Doğu, daha açık söylemek gerekirse Batı hariç her toplum soyut, Batı ise somut bir toplum olarak kabul edilmekteydi. On dokuzuncu yüzyıldaki bu kurumlara göre ise sorunlar soyut toplumlardan kaynaklanmaktaydı. Soyutluk demek Batı için net olmayan, imaya dayalı, az gelişmişliği ve nihayetinde geleneksel bir toplum yapısını tanımlıyordu. Said

kitabında (akt. Yeğenoğlu 1999) Batı Avrupa ve Kuzey Amerika hariç Dünya’nın diğer yerleri hakkında on dokuzuncu yüzyıldan bu yana geliştirilen coğrafi, antropolojik, tarihsel bilgiler ve sanata dair olan pratikler ve temsiller göz önüne alındığında Doğu’nun bu pratikleri geliştiren ve uygulayan Batı’ya ekonomik ve siyasal olarak bağlı olduğunu ileri sürer (Uluç, 2009: 156).

Oryantalizmin önemli işlevlerinden birisi kültürel, ekonomik ve siyasal alanda Batı’yı birliğini tamamlamış evrensel bir “norm” şekline getirmektir ve sonrasında bunu kabul ettirmektir. Çalışmanın önceki kısımlarında da belirtildiği gibi oryantalizm, merkezine Batı’yı alarak işleyişine devam eder. Dolayısıyla Batı’yı özne olarak kabul ederken Batı dışındaki tüm coğrafya ise Doğu yani nesnedir (Yeğenoğlu, 1999: 10). Oryantalist metinlerin sürekli ve sistematik bir şekilde tekrarı Doğu’yu düşünce düzleminde bir anlamlar bütünü haline getirir. Bu tekrar eden bilgilerin siyasal, ekonomik ve kültürel alanda edinilmiş olması ve oryantalist düşünceye hizmet etmiş olması da kaçınılmazdır. Ancak tekrarlanan ve zamanla üst üste istiflenen bu bilgiler oryantalist söylemin belirleyici şeklinden bağımsız bir şekilde Batı’nın zaman içinde gelişen tarihsel, ideolojik ve ekonomik yapısından kaynaklanıyor da olabilir (Çırakman, 2002: 194).

Said oryantalizmi başından beri Doğu üzerine Batı söylemlerini tersine bir okumayla (contrapuntal reading) iktidar/ bilgi ilişkisi vasıtasıyla aktarmaktadır (Sprinker’den akt Keyman, 2002: 26). Said’in yaptığı bu tersinden okuma yöntemi Oryantalizmin Doğu’yu her alanda kontrol etme amacını taşıdığını kanıtlar (Keyman, 2002: 26). Batı ve Doğu arasındaki hegemonik farkı gözlemlemiş, kendi düşüncesiyle sentezlemiştir. Oryantalizmin Batı tarafından yoğun bir strateji olarak kullanıldığını kitabının farklı bölümlerinde defalarca tekrar eder (Clifford, 2014: 136). Said hegemonya kavramını kitabında “kültürel liderlik” yoluyla Gramsci ile temellendirir. Oryantalizmin süregelen bir birikim olmasını, yüzyılları aşan ve devletlerden uzun ömürlü olmasını ise “iktidar/bilgi” kavramı açısından Foucault ile temellendirir (Keyman, 2002: 26). Bir başka deyişle Said, Foucault’nun bilgi-iktidar nosyonuyla Doğu’daki güç ilişkilerini yapısökümüne uğratıp tanımlarken, Gramsci’nin hegemonya nosyonu ile de Doğu hakkındaki yüzyıllara dayanan baskın ideolojilerin neden hegemonik bir güce sahip olarak diğer ideolojilerden önce

geldiğini tanımlar (Rubin, 2007: 25). Ayrıca kitabında farklı toplumlarda olduğu kadar aynı toplumun içinde de farklılaşan gruplar arasındaki durum analizinde Said, Gramsci’nin “çoğunluk (consensus)” kavramını da kullanır. Said’in ifadesiyle aynı toplum içinde bile bazı ortak olmayan kültürel normlar diğerlerine oranla üstünlük taşımaktadır. Gramsci bu kültürel üstünlüğün girdiği “güç” formunu “hegemonya” olarak tanımlamaktadır (Said, 1999: 19; Hall, 2017: 65). Bahsedilen bu üstünlük kendine has grupların, “öteki” grupların onayını kazanmak, onayını kazanırken de hem uygulamada hem de teoride bir “üstünlük” sağlamak amacıyla girişilen, devam ettirilen, verilen mücadeleleri içinde barındıran “güç” formudur (Hall, 2017: 64-65).

Nesnenin ötekileştirilme sürecinde, nesne pasif, özne aktif bir rol üstlenmektedir. Ancak burada özne ile nesnenin karşılaşmadan önceki statüleri değil karşılaştıktan sonraki statüleri anlatılmaktadır. Öznenin özne olmasını belirleyen şey tamamen nesne üzerindeki yaptırımıdır. Hegel’in daha önce sözü edilen köle-efendi diyalektiğinde, efendiyi efendi yapanın köleden faydalanması olduğu, kölenin özelliklerini içselleştirme yoluyla kendi benliğinde eriterek köleyi kendinde erittiği söylenebilir. Efendinin bu yaptırımları efendiyi bir düzen içinde köleye göre daha güçlü kılar. Kölenin özlük haklarının efendinin elinde olmasının efendiye bir hükümranlık kazandırır. Özne konumundaki efendinin nesneleştirdiği/ötekileştirdiği köle üstünde hegemonik yaptırımları da mevcuttur. Efendinin köleyi, kölenin de efendiyi kendi varlıklarına tehdit olarak görmesi kaçınılmazdır. Burada Yeğenoğlu’nun kitabında (2017) yaptığı gibi Derrida’nın yapı-sökümüne başvurmak kölenin ve efendinin konumlarının daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır. Efendinin hegemonik bakış açısıyla köleye bakıldığı zaman, kölenin “öteki” olduğunu ve bulduğu ilk fırsatta efendiyi yerinden edip yok edeceği savunulabilir. Efendinin sahip olduğu iktidarın tehdit unsuru olarak köleyi görmesi doğaldır. Fakat kölenin ezilen bakış açısıyla baktığımızda da efendinin kendisini ötekileştirmesine rağmen kölenin de efendisini öteki olarak görebileceği düşüncesinin var olduğunu savunmak yerinde olacaktır. Kölenin bakış açısıyla efendisi de bir “öteki” ise efendinin de varlığı kölenin varlığına tehdit unsuru olarak algılanabilir. Bu noktada post-yapısalcı bakış açısıyla değerlendirildiğinde aslında efendinin bir imgelem bütünü olduğu ve bundan öteye geçildiğinde efendinin varlığının söylemsel bir yapı olarak kurulduğu görülür.

Dolayısıyla efendinin varlığı, kölenin varlığına tehdit olarak algılandığı zamanlarda bile aslında kölenin varlığının devamlılığının garantisidir.

Özne konumundaki eril efendinin, -Batı’nın- veya o konumda bulunan her şeyin varlığı ve iktidarı; nesne konumunda ötekileştirilmiş dişil kölenin, -Doğu’nun- hakları savunulurken bile Batı’nın ideolojisi tekrar tekrar onaylanır. Dolayısıyla aslında köle ile efendi iç içe geçmiş söylemler bütünüdür denilebilir. Rolleri değiştiğinde bile onların varlığını güvenceye alan bu döngüsel süreç değişmeyecektir. Ötekinin öteki olmayan “ben” tarafından tehdit olarak algılanması Carl Schmitt’in Siyasal İlahiyat kitabındaki dost-düşman nosyonları çerçevesindeki tartışmaları sayesinde açımlanabilir. Schmitt kitabının ilk bölümünün ilk cümlesi olan “Egemen, olağanüstü hale karar verendir” (Schmitt, 2005: 13). cümlesiyle aslında iktidarı elinde bulunduranın öteki için karar vermeye de hakkının olduğunu anlatmaktadır. Olağanı gerçekte var olan, olağanüstünü söylemlerle yaratılan gerçekler olarak ele alırsak, Doğu Batı dikotomisinde egemen Batı’nın Doğu üzerinde olağanüstü “şeyler” hakkında karar alabilmesi iyi bir örnek oluşturur.

Öznenin bu iktidara sahip olabilmesinin ve bu iktidarı bir güç-kuvvet aracı olarak kullanabilmesinin tarihi arka planı bulunmaktadır. Bu kavramı ele alan en önemli isimlerden biri, daha önce de belirtildiği gibi, Edward Said’in de oryantalizm kavramsallaştırmasında başvurduğu kuramcılardan biri olan Michel Foucault’dur. Michel Foucault kitabında “iktidar” kavramını sorunsallaştırarak tarihsel arka planı çerçevesinde incelemiş ve bu kavramı normlar, doğrular ve pratikler üzerinden işleyişini açıklığa kavuşturmuştur. İktidarın alanını ve iktidarın alanına sahip olan bireyin öteki ile ilişkisini ve etkilerinin araştırmıştır. Dilimize iktidar olarak çevrilen kavramı Foucault orijinalinde geçtiği gibi sık sık “güç” (power) kavramı olarak kullanmaktadır. Güç nosyonu öteki üzerine uygulanan itaat, rıza esasına dayanarak ötekine uygulanan normlar bütünü olarak açıklanmaktadır (Foucault, 2005: 58-60). Normların ne olduğuna gelecek olursak bu normlar iktidarı elinde bulunduran toplumu yönlendirebilme ve harekete geçirebilme gücüne sahip olanların nesne konumundaki ötekiler için belirlediği kurallardır. Toplumu yönlendirebilecek kişilerin bu konuma yani özne konumuna nasıl geldikleri ise yine Foucault’nun “Bilgi ve İktidar” nosyonuna göre bilmenin iktidarı sağlaması çerçevesinde

açıklanabilir. “Bilen iktidarı elinde tutandır” (Foucault, 2005: 63) sözüyle bilmenin iktidar için en önemli şart olduğunu savunmak yanlış olmazdı.

Doğu ve Batı ayrımında Batı’nın, asırlardır Doğu’yu tanıma arzusunun ve bilme isteğinin Doğu üzerinde iktidarı kurma ve hegemonik ağırlığını devam ettirme isteğinden kaynaklandığı söylenebilir. Batı söylemsel bir yapı olarak Doğu’yu varlıksal olmayan bir şekilde kurup ötekileştirmiştir. Daha sonra ötekileştirilen Doğu, Batı’nın gözünde yabancılaştırılmış ve böylece Doğu artık düşmanca algılanmaya daha müsait hale getirilmiştir. Doğu’dan kavramsal bir şekilde bahsedildiğinde, kavramın bir coğrafi konumu işaret etmediği apaçıktır. Doğu’ya yüklenen anlamlar ve bilgiler doğrultusunda doğu zihinlerde, aslında üçüncü dünya ülkeleriyle birlikte Asya’yı işaret etmekte daha doğrusu Avrupa’nın ve Amerika’nın dışında her coğrafyayı işaret etmektedir demek daha doğru olur.

Batı efendi ve moderndir. Doğu ise köledir ve modern değildir. Batı’nın modern olabilmesi Doğu’nun modern olamamasına bağlıdır. Batı kendinde istediği nosyonun tersini Doğu’ya atfeder. Böylelikle öncelikle Doğu, köle, geri kalmış, bilgisiz, yönetilmeye muhtaç ve kendi kararlarını alacak iradeden bile yoksun olarak tanımlanır. Doğu’ya bu olumsuz özellikler atfedildiğinde Batı’ya efendi, modern, alim, yönetici, iradeli gibi özellikler kalır. Var olan hayali Batı aslında var olmayan hayali Doğu üzerinden kurulur. Batı efendi konumunda olduğundan dolayı Doğu üzerinde yapacağı her şeyin mübah olduğuna inanmıştır (Parlakışık, 1995: 16-17).

Bilginin ve bilmenin sağladığı “özne” olma konumu oryantalizmde yöneten- yönetilen ilişkilerinde ötekini yönetmenin anahtarıdır. İngiltere’nin Mısır’ı yönetme arzusu, Mısır’ın kendini yönetememesi neden olarak gösterilerek, bu misyonun İngiltere tarafından yerine getirilmesi gerektiği savunulmuştur. Said kitabında bu durumu Balfour’dan bir alıntıyla şöyle anlatılmaktadır.

Her şeyden önce olayları inceleyelim. Batı ulusları tarih sahnesine çıktıkları andan itibaren ‘kendi kendilerini yönetme’ yeteneklerini ispat ettiler. Zira buna layık olacak güçte idiler. Kelimenin geniş anlamı ile Doğu denilen tüm bölgeleri baştanbaşa dolaşarak Doğuluların tarihini elden geçirirseniz ,(Self- Goverment)

‘kendi kendini yönetme’ prensibinin en ufak bir izine dahi rastlayamazsınız. Gerçekten ihtişam içinde geçmiş bütün büyük yüzyıllar despotizmin ve mutlak iktidarların eseridir. Fatihler fatihleri kovalamış, üstünlükler üstünlükleri izlemiş, ancak hiçbir devirde, hiçbir devrim hareketi içinde, ne başlangıçta ne sonuçta, bu milletlerin hiç biri, bizim Batı’da ‘kendi kendini yönetme’ dediğimiz şeyi yani kendi

kaderini kendisi tayin etme düşüncesini asla akıllarına

getirmemişlerdir. Bu bir gerçektir. Üstünlük yahut gerilik meselesi değildir. Doğulu olgun bir bilge kişinin, bizim Mısır’da yahut diğer yerlerde üslendiğimiz idare görevi karşısında, bu görevin bir filozofa layık olmadığını düşüneceğini sanıyorum. Çünkü idare küçük işlerdir, düşük işlerdir. Yapılması gerekeni yapmaktır. (Said, 1998: 54).

Balfour’un bu konuşması bilmenin sonucunda Batı hegemonyasının Doğu üzerinde kurulmasının göstergesi niteliğinde olan bir konuşmadır. Ayrıca bir diğer yandan da “Avrupa Düşüncesi” denen bir düşünce tarzı da bulunmaktaydı. Bu düşünce tarzına göre, “biz Avrupalılar” ve “Avrupalı olmayanlar” şeklinde tanımlanabilecek bu fikir Batı (Sadece Avrupa değil Amerika da dâhil) içerisinde bir beraberlik duygusunu temsil ettiği kadar, Avrupa’nın hem Avrupa’da (Batıda) hem de Avrupa dışında (Doğuda) kurduğu hegemonyanın kelimelerle ifade edilmiş hali ve Batı kültürünün temelini simgelemektedir (Said, 1998: 19). Dolayısıyla Oryantalizm Batı’nın kendilik imgesinin kurulumuna yardımcı olmaktadır ve bunu ancak Batı, bu ikili ilişkide karanlık tarafı temsil edecek bir öteki ile yaratarak yapacaktır (Türkbağ, 2002: 206). Anlaşıldığı üzere Batı, Doğu uygarlıklarının değişik uzantılarıyla ikili çatışmalar yaratarak kendisini şekillendirmiştir (Kontny, 2002: 119). Oryantalizm düşünsel yapısından Batı, kurduğu metinlerini tekrarlayarak doğuyu ideolojik bir “nesne” haline getirmektedir. Elbette ki bu da Avrupa sömürgeciliğinin ve emperyalizminin fikri-temelini oluşturmaktadır. Ancak Said’in metinlerinin büyük çoğunluğunda olduğu gibi Doğu üzerine yazan herkesin kaçınılmaz olarak oryantalizmi geliştirdiği ve oryantalizme katkı yaptığını söylemek, faşizmi çalışma alanı olarak belirleyen herkesin de faşist olduğunu söylemekle aynı olacaktır (Çırakman, 2002: 194).

Oryantalizm varlığından bugüne işleyişinde temel farklılıklar kaydetmiştir. İlk başlarda özel ilgi ve hobi için dil öğrenme yabancı kültürleri tanıma ve karşıdakini bilme gibi olgular hâkimken daha sonralarda Batı’nın Doğu üzerinde iktidar kurulumuna dönüşmüş Batı’nın kendi varlığının bir garantisi olmuştur. Tarihsel geçmişine ve çizgisine bakıldığında oryantalizmin Batı’nın elinde kıymetli bir bilim dalı haline dönüştüğü görülecektir. Eğitim sisteminden ticarete ve günlük yaşama kadar etkisi sezilen, araştırmaya yönelik bilim dalı haline gelen oryantalizm modern dönem olarak adlandırılan bu zamanlarda bile profesyonel bir şekilde işletilmektedir.

İKİNCİ BÖLÜM

ÖTEKİNİN TEMSİLİ VE SİNEMA