• Sonuç bulunamadı

Oryantalist Düşünce: Bilinç Problemi ve Benlik Algısı

Oryantalizmin tarihsel gelişiminden ve Said’e yönelik eleştirilerden bahsettikten sonra, oryantalizmin işleyiş mekanizmasını daha iyi kavramak bakımından Hegel’in köle-efendi diyalektiğine ve bu çerçevede benlik algısının oluşumuna bakmak yararlı olacaktır.

Oryantalizmin işleyişine baktığımızda temelinde farklılıkların diyalektiğini görürüz. Farklı olanın farkı, karşıdakine göre farklı oluşundan ve karşıdakini kendisine göre farklı konumlandırmasından kaynaklanır. Farklılıkların fark edilebilmesinin temellendirilmesinde ise önce kişide veya toplumda “benlik algısı” var olmalıdır. Benlik algısı kurulurken benliğimizin farkına varma süreci biraz karmaşıktır. Hegel, Tinin Görüngübilimi (Phenomenology of Spirit) kitabında bilinci problem olarak ele alarak bilinç üzerinden köle-efendi diyalektiğine de değinmiştir (Bloch’dan akt. Bumin, 1998: 93). Bu kitabında yine bilinç ile özbilince değinmiştir.

Özbilinç insana has bir özelliktir çünkü bildiğimiz kadarıyla kendi varlığının farkına varabilen tek varlık insandır. İnsanın doğadaki merakı ve kendisini doğa karşısında konumlandırması, neden ve nasıl gibi sorular sorması özbilincin doğuşunun anlaşılmasını kolaylaştırır. Varlık özbilincin dâhil olması vasıtasıyla ortaya çıkacak olan özne-nesne diyalektiğiyle kavranabilir ve insandan bağımsız, kendi kendine nesnel olabilen bir ayrı dünya değildir (Bumin, 1998: 93).

Hegel’in felsefe anlayışı, öznenin otonom ve hegemonik olması arasında konumlandırılan anlatı yapısı açısından literatüre geçen bir metin olarak görülebilir. Modern filolojinin sıkça geriye dönüp başvurduğu Hegel, “Tinin Görüngübilimi” isimli kitabında öznenin bu diyalektik sürecini anlatır. Hegel’in köle-efendi ilişkisi felsefe tarihinde sorgulanmış ve tartışılmıştır. Hatta, insanlararası hegemonik bir ilişki olan köle-efendi ilişkisinden önce insanlar arasında biyolojik bir ilişki olan dişi- erkek ilişkisinin var olabilmesi gerektiği de tartışılmıştır ancak Hegel’in felsefesine göre insan özbilinç olabilmek için biyolojik istekleri aşmalı ve doğal olmayan istekler ile birlikte nesneleri kendisine katarak ve özne ile nesne arasındaki varoluşsal savaşı kabul ettirmelidir. Köle-efendi ilişkisini bir diğer açıdan inceleyecek olursak köle-efendi ilişkisini dişi-erkek ilişkisine göre farklılaştıran şey köle-efendi ilişkisinin köle olmak veya efendi olmak gibi nispeten seçilebilir ve uzlaşımsal bir tarafı olmasıdır. Oysa dişi-erkek ilişkisi mutlak rollere bürünmüş öznelerin kendi aralarındaki ilişkiden ibarettir ( Bumin, 1998: 44-46).

Bilincin, yani varlığın anlamlı sözlerle açıklanmasının ilk biçimini Hegel Görüngübilim’in birinci bölümünde “Duygusal Kesinlik” adı altında inceler: Bilincin bu aşamadaki, burada ve şimdi belirlenimlerinden başka hiçbir belirlenime sahip olmayan nesnesinin başlangıçta bize en içerikli ve kesin olarak görünmekle birlikte, aslında, hiçbir dolayıma, belirlenime sahip olmadığı ve duygusal kesinliğin asıl konusunun evrensel/ tümel olan olduğu ortaya çıkar (Bumin, 1998: 28). Hegel Tinin Görüngübilimi isimli kitabının dördüncü bölümünde ise bilincin nesneyi seyretmesiyle insanın merak duygusu üstünde durmaktadır. İnsan bilinci temsilen bilme isteğine karşı gelemez ve nesneyi seyreder. Bu aşamada insan nesne

karşısında nesneden algıladığı bilgilerle kendi bilincini nesne ile karıştırır ve böylece nesne karşısında daha fazla dayanamaz, nesne içinde erir (melt), hatta belki de nesnede kaybolur. Nesnenin rengi, şekli, boyutu, üzerinde etkisi / hâkimiyeti olmayan bilinç (insan) edilgindir. Hegel’e göre (bilincin) insanın nesne ile olan bu ilişkisinde insan (bilinç) nesneden söz edebilir ancak insan kendi bilincini “ben” olarak adlandıramaz.

Gerçekten de, bir şeyi dikkatle seyreden, ne ise ve onda hiçbir değişiklik yapmaksızın öylece görmek isteyen bir insanın, bu seyredişle ve dolayısıyla bu şeyle "dalıp gitmiş" halde olduğunu hepimiz biliriz. Bu insan kendini unutmuştur, seyredilen şeyden başkasını düşünmez; seyredişini de ve dahası, kendisini, kendi "Ben"ini de düşünmez. Şeyin ne kadar çok bilincindeyse, kendisinin o kadar az bilincindedir. Bu şeyden söz edebilecektir belki, ama kendisinden hiçbir zaman söz edemeyecektir: "Ben" sözcüğü, söyleminde yer almayacaktır. (Kojéve, 2001: 20).

Bumin’in de Hegel isimli kitabında bahsettiği gibi, bu edilgen çerçevede görülmektedir ki “ben” in konumlanmasında merak yeterli değildir. İşte tam da bahsettiği gibi “ben” in ortaya çıkışı “istek” (Begierde) yoluyla gerçekleşir. Merak eden bilinç isteyen konumuna geldiğinde “ben” olan bilinçten bahsedilebilir. Bilinç “istiyorum” dediğinde “ben” için istemektedir (Bumin, 1998: 101-106). Özbilincin kendisi için (ben olan kendisi) olan bu isteği, özbilincin kendi varlığının ön koşuludur. Hegel Görüngübilimi isimli kitabının dördüncü bölümünde yaşamsal gerekliliği bilincin var olabilmesi için önkoşul olarak kabul eder. Bu önkoşula bağlanan bir şeyi isteme yani bir nesneyi arzu etmenin isteği “ben”in özbilinçte varoluşundaki ilk adımdır. İsteyen bilinç, isteyene kadar, sadece seyrettiği, anlamlandırmaya çalıştığı ve değerlendirdiği nesne ile olan ilişkisinde, nesneyi istediği an, edilgenlikten kurtulur ve o nesneyi kendi benliğine katarak nesnenin kendinde var olabilmesini sağlar (Kojéve, 2001: 20). “Kendinin bilincine ulaşabilmek için, varlığı, kendinde nasılsa o halde ve onu açığa-vuran bilinçten bağımsız olarak bırakan Varlık hakkındaki seyredici (contemplative) bilgiden ve varlığın edilgin açığa vurulmuşluğundan bambaşka bir şeyden hareket etmek

gerekir.” (Kojéve, 2001: 22). Bilincin istemesiyle, istek, yalnızca benlikten çıkıp benliğe geri dönmekle kalmaz, bilinç, nesneyi isteyerek, nesne ile olan ilişkisinde nesneyi tüketir, nesneden faydalanarak ve nesnenin üzerinde değişiklikte bulunur. İstek benlik tarafından içselleştirilip olumsuzlanma yoluyla benliğin karşıtına benlik tarafından atfedildiğinde, olumsuzlananın karşıtına yani benliğe hizmet eder, benliği güçlendirir. Tülin Bumin’in bu konudaki yorumu şu şekildedir:

O halde isteğin ikinci bir özelliği olumsuzlayıcı olması, veri olanı dönüştürmeye giden yolu açmasıdır. Üstelik istekten kaynaklanan olumsuzlayıcı eylem yalnızca yıkıcı değildir. Çünkü o, olumsuzladığı- yıktığı nesnel gerçeklik yerine, söz konusu dış, yabancı gerçekliği kendi gerçekliğine dönüştürerek, kendine mal ederek, içselleştirerek, kendi öznel gerçekliğini koymaktadır ( Bumin, 1998: 29).

Görülüyor ki, insanın (bilincin) istemeyle birlikte “ben” in varlığının başlayabileceğinden söz edebiliriz. Buna göre “ben” olabilmenin önkoşulu isteme eylemidir. Benliğin isteminin yönelişinin doğal olan nesnelere yöneldiğini varsaydığımızda (yemek yemeyi isteme, su içmeyi, isteme gibi) insanın özbilinç olma yolunda bazı sınırlılıkların olduğunu söylemeliyiz. Bilincin isteğinin doğal olmayan bir nesneye yönelmesiyle insan ancak özbilinç olabilir. Peki kendi benliği için “doğal olan”ı isteyen ben’in “doğal olmayan”ı isteyen ben’e göre daha plastik ve yapay olmasını nasıl adlandırabiliriz? Başka bir deyişle insana benliği kazandıran, bilincin seyirsel tanımıyla ilgili kazanımlarından ziyade insanın organik gerçekliğine ait bu ilkel duygudur. Böylece “doğal olan”ı isteyen ben’in içerik olarak “doğal olmayan”ı isteyen ben’e göre daha basit olduğunu söyleyebiliriz. “O halde özerk bir varlık, bir özbilinç olmak için, yani insanın kendini doğal verilmiş varlığını aşması için, istek, şu an için mevcut biricik doğal olmayan yani var olmayan şeye, isteğin kendisine yönelmeli; başka bir isteği, başka bir ben’i istemelidir. Kendi başına ele alındığında istek bir yokluğun varlığıdır.” (Bumin, 1998: 29). İstek tek başına Hegelci pratikte bir anlam ifade etmemektedir. Dolayısıyla isteğin bir amaca bir nesneye yönlenmesi şarttır. Herhangi bir şeye yönelmeyen istek aslında durağan eylemsiz bir şeydir ve ne özneye ne de nesneye etkisi vardır.

İsteğin insana özgü yani Kojéve’in deyimiyle anthropogene olabilmesi için yönelişinin nihai hedefinin bir nesne değil bir başka insan veya bir başka istek olması gerekir. Bir diğer deyişle bilincin istediği istek bir nesneye (kitap, lamba, kaşık, v.s.) yönelmesi durumunda bile ben olan bilincin bu isteği, aslında aynı benin başka bir isteğinde veya başka bir isteğin aynı ben’inde ortak paydalanır, böylece farklı istekler söz konusu olsa bile farklı istekleri isteyen aynı ben’ler de söz konusu duruma gelir (Kojeve’den akt. Bumin, 1998: 30). İstenen bu nesneler (kitap, lamba, kaşık, v.s.) üzerine isteyen ben’in sahiplenme gibi haklarının da olması ve başka benler tarafından tanınması isteği de benliğin nesneyi isterken ortaya çıkan benliğin başka bir isteğidir. Burada bir hiyerarşi de meydana gelir.

Farklı benlikler arasında öncelikle istenen isteğe sahip olma daha sonrasında ise benliğin isteğinin yöneldiği nesneye ve nesnenin haklarına sahip olma gibi (baskıyla bile olsa) kabul ettirme söz konusudur. İnsanda, bu aşamalar sayesinde özbilincin yaratılma süreci başlar. Bernstein, Hegel’in köle-efendi diyalektiğini ve özbilinci yorumladığı makalesinde, “cansız nesnenin asla özbilince sahip olamayacağını, istemenin var olabilmesi için bedensel gerçekliğin de var olabilmesinin zorunlu olduğunu” savunmaktadır (Bernstein, 1984: 14-17). Descartes’ın “Düşünüyorum” sözünde düşüncenin benliğe baskın geldiğini buna karşı Hegel’in benliği düşünsele göre ön plana çıkartıp bedensel gerçeklik vasıtasıyla benliğin var olabilmesinin ilk şartı oluğunu görürüz. Hegel’ e göre cansız bir nesnenin asla özbilinci yoktur ve insanın özbilince sahip olması için veya sahip olduğu özbilinci koruyabilmesi için, insan kendi varlığınca yaşamsal bir mücadele vererek hayatta kalmalıdır. Dolayısıyla bedensel gerçekliğini kaybeden bilinç, statüsünü de kaybeder. İşte bu açıdan değerlendirdiğimizde Bernstein’in köle-efendi diyalektiğini kurarken bu diyalektiğin sürekliliğindeki statikliği sağlayan unsur, bilincin yok olma yani başka bir deyişle ölüm korkusu ile hayatta kalmaya yetecek itici bir kuvvetle var olma mücadelesi olmasıdır.

O halde bedensel gerçeklik, her şeyden önce , özbilincin oluşması için gerekli olan ortamdır. Kendini diğer özbilinçlere kabul

ettirmek için “ölesiye savaş” aşamasında ve yine, biyolojik varlığının ortadan kalkma olasılığı karşısında duyacağı ölüm korkusu köleyi, kölelik durumunu kabul etmeye iten başlıca neden olacak ve köle-efendi diyalektiğinde büyük önem taşıyacaktır. Aynı zamanda, Bernstein’in altını çizdiği gibi, kölenin maddesel hayatını kaybetme tehlikesi karşısında gerilemesi onu kölelik konumuna mahkum etmekle birlikte, aynı zamanda ona özbilinç olma yolunda önemli bir katkıda bulunmaktadır. ( Bumin, 1998: 29).

Bilinç, varlığını devam ve kabul ettirme yolunda karşıdaki bilincin hayatını korumalı, fakat onun özerkliğini yok etmelidir. Başka bir deyişle onu köleleştirmelidir( Kojéve’den akt, Bulut, 2002: 23). Böylece Hegel’in belirttiği gibi, “özbilinç, saf özbilinç olarak kendisi için hayatının özsel (temel) bir şey olduğunu öğrenir. Efendi ile köle arasındaki bu diyalektik daimi ve döngüseldir. Köle, köle olduğunun bilincine sahiptir ve kölelikten kurtulmak ister” (Kojeve, 2001: 24). Ancak bu iki özbilinç varlığının garantisi ve sürekliliği için bir diğer özbilince yaptırımlarda bulunmak ve baskılamasının altına alınmasını ister ve böylece bu iki özbilinç arasında bir savaş türer. Fakat yine de bu iki özbilinç varlığının devam edebilmesi için bir diğerine muhtaçtır ve biri, bir diğerini ortadan kaldıramaz. Köle ile Efendi arasında da buna benzer bir diyalektik vardır. Köle sınırlandırılmalarının çerçevesinde efendisine itaat eder ve kendi varlığının devamı için ( yiyecek –içecek – barınma) efendisine muhtaçtır. Bir diğer açıdan da efendi ise kendi efendiliğinin devamı ve statüsünün korunması için kölesine muhtaçtır. Kölesi olmazsa efendiliğinin de bir anlamı olmayacaktır (Yeğenoğlu, 2017:16).

Hegel felsefesine göre öznenin bilinç düzeyine erişebilmesi için doğal olmayan bir nesneye yönelmesi gerekmektedir. Dolayısıyla bu yönelme sürecinde özne niteliksel olarak nesne kadar önemli değildir. Bunun temel nedeni nesnenin daha değerli olması değil; nesneyi nesneleştiren öznenin nesne üzerinden konumlandırılmasıdır. Bumin’in Hegel isimli kitabında da bahsettiği gibi; nesnenin değerinin doğadan yani kendiliğinden var olmadığını ve özne için ifadelerin bütününe denk geldiğini söylemek gerekir. Böylece öznenin olumsuzlanmasıyla elde edilen niteliklerinin nesneye özne tarafından atfedilmesiyle nesne yeniden tanımlanır.

Buradaki amaç özneyi yok etmek veya değersizleştirmek değil, özneyi daha anlaşılabilir kılmaktır.

Feodal ortaçağın ideolojisinden ve simgelerinden ortaya çıkmış olan modern özne kavramı, modern çağdaki üretim yapısının, ortaçağın üretim yapısının yerine geçmesi ve bununla karşılıklı ilişkide olan feodalitesindeki çürüme ve toplum üzerindeki etkisinin azalmasıyla birlikte bedensellikten ve yerellikten arınmış; soyut, laik bir birey olan “ben” kavramı üretilmiştir. Aynı anda hem hukuksal, hem felsefi hem de psişik olan kavramsal birliğe sahip bu ego veya özne tam anlamını özerklik varsayımında bulur (Yeğenoglu, 2017: 14). Düşünen ve bilinçli özneye dönüşen ben nosyonu Descartes’in “Düşünüyorum, o halde varım” cümlesinde en incelikli halini alır. Epistemolojik olarak özne, bilen özne olarak, bilinecek ve kontrol edilecek nesnenin karşısına konumlanmış bulur kendini (Yeğenoglu, 2017: 13). Doğu ile Batıyı da ele alıp yapı-sökümüne uğrattığımızda görülecektir ki Doğu, Batısız Batı ise Doğusuz var olamaz. Hegel’in köle-efendi diyalektiği bize Doğu-Batı arasındaki karşılıklı ilişkinin nasıl işlediğini anlatmaya yardımcı olsa da Doğu söylemi ile neyi, Batı söylemi ile neyi kastettiğimizi ve bu coğrafyaların nereyi kapsadığını anlamamız açısından bu problemi oryantalist söylem çerçevesinde incelemek daha faydalı olacaktır.