• Sonuç bulunamadı

Kimlik, Hegel’ in köle-efendi diyalektiğine yaptığı çözümlemeye benzer şekilde, toplumsal bir olgudur (Yurdusev, 1997: 18). Yani kişinin ya da toplumun bir kimlik edinebilmesinin yolu başkalarıyla etkileşim içinde olması veya başkalarına karşı kendini konumlandırmasıyla gerçekleşir (Bulut, 2002: 24). Toplumların bilince sahip olabilmesi, kendinde olanları adlandırabilmesi ve kendisini konumlandırabilmesi, başka toplumlardaki farklılıkları farklılık olarak kabul edebilmesi ve bu farklılıklar karşısında kendi toplumsal bilincini konumlandırmasıyla gerçekleşen bir süreçtir. “Bir toplum, toplumsal kimliğinin bilincine en çok da kendisine farklı toplumlarla yapacağı kıyaslamalar yoluyla sahip olabilir.” (Sezer, 1979: 122). Kimlik konusu antikçağdan günümüze idealar ve sorular alanında önemini korumuştur. Kimlik, insanoğlunun yalnız başına olduğu dönemlerde değil başkalarını tanıdığı dönemlerde gerekli hale gelmiştir. Çünkü insan kendini başkasına tanıtırken kimliğe ihtiyaç duymaktadır. Başkası olmadan kimliğin veya kim olduğumuzun bir önemi kalmayacaktır. Bu yüzdendir ki “bireysel kimlik” de dâhil bütün kimlikler birer toplumsal olgudur (Yurdusev, 1997: 18). En temel tanımlanmasıyla kimlik, bireylerin, küçük toplulukların ve toplumların “Kimsiniz, kimlerdensiniz?” sorusuna verdikleri cevap veya cevaplardır (Güvenç, 1994: 3). Kimliğin net ve doğru tanımlanması ne kadar farklı olduğumuzla ilintilidir. Bizler içinde yaşadığımız toplumdaki diğer bireylerden ne kadar farklıysak kimliğimiz o kadar özgün olacaktır. Baykan Sezer’e göre (akt. Bulut, 2002: 12) ise bir birey veya bir toplum kendi özgün kimliğinin bilincine varabilmesi ancak başka ve farklı bir kimliğe sahip birey veya toplum ile yapacağı kıyaslamalar sonucunda olacaktır. Kimliğin tanımlanmasında farklılık ön koşuldur. Farkın bu kadar önemli olmasını “kendini anlamlandırma” aşamasında anlamın farklar arasındaki zıtlıklara bağlı olmasına bağlarız. Dolayısıyla bu noktada farklı olanı “öteki” olarak kabul edebiliriz. Farklı kimliğe sahip olan her birey veya toplum öteki konumunda olacaktır. Doğu’ya

göre öteki Batı, göstermeye göre öteki anlatma, dişile göre öteki eril olacaktır. Sahip olunan bu öteki kimlikler yanında kendi bireysel kimliklerimiz de var olmaya devam edecektir (Sezer, 1979: 122; Yurdusev, 1997: 20).

Kimlik kavramını Güvenç bireysel, kişisel ve toplumsal olmak üzere üçe ayırır (Güvenç, 1994: 4).

Bireysel Kimlikler: Yaşadığımız toplumda her bir bireyin cebinde olan, bireyi tanımlamaya yarayan şeyler, kimlik kartları, kredi kartları, öğrenci kartları veya mesleki kartlardır. Bireysel kimliklerin başında hüviyet (identity) belgesi gelmektedir. Bu kimlikler resmi olan tanımlamalar için kullanılmaktadır.

Kişisel Kimlikler: Bu kimlikler resmi belgeleri içerebilir de içermeyebilir de. Kişilerin kendisini yakın gördüğü kurumlar, kuruluşlar ve bunlara üyelikleri; mesleki veya gönüllü uğraşlarının kimlikleri de bu gruptadır.

Ulusal-Kültürel Kimlikler: Soy sop ilişkileri, bireysel isimler, evlilik isimleri, askerlik bilgileri ulusal kimlikler altında sayılabilir. Ulusal kimliklere en büyük örnek olarak “ulus” olarak yaşadığımız ülke sınırlarının dışına çıkmak istediğimizde bizim kim olduğumuzu diğer uluslara tanıtabilecek kimlikleri yani pasaportları gösterebiliriz.

Bireysel kimlikler toplumsal kimliklere bütünsel anlamda eklemlenir ve toplumsal kimlikleri var eder. Bireysel kimlikler ile toplumsal kimlikler arasında bir parça-bütün ilişkisi vardır. Dolayısıyla organik bir bütünlük olan toplumsal kimlikleri var eden bireysel kimlikler, bütüne sağladıklarında ve bütünün gelişmesindeki payda yeni bir kimliğe bürünürler. İçine girdikleri bu yeni kimlik ortadan kalkmadıkça veya yok olmadıkça kendi kimliklerine dönemezler ve Bütün’den kopup ayrılamazlar (Frolov, 1991: 378; Güvenç, 1994: 7-10).

“Bütün kimlikler farklılıklarıyla beraber vardır. Kendisinden başkası olmayan hiçbir kültür ya da kimlik yoktur.” (Derrida’dan akt. Yurdusev, 1997: 20). Kimliğin oluşabilmesi için ötekilerin bizleri tanımlamasına ihtiyacımız vardır. Örneğin İngiliz (English) sözcüğü İngilizce değildir, Latincedir. Bu isimlendirmeyi Romalılar yapmıştır. Türk sözcüğü ise Türkçe değil Çince’dir. Fin sözcüğü de Fin

diline değil İsveç diline aittir (Yurdusev, 1997: 21). Örnekler daha detaylı incelendiğinde özneler ile nesnelerin ilişki içinde olabileceği mesafelerde olduğu ve gerçekten de birbirlerini kendi benliklerinde konumlandırdığı ve böylece ötekine kimlik atfettikleri görülmektedir.

Avrupa’yı (Batı’yı) kimliksel olarak ele aldığımızda bir “grup” kimliğine sahip olduğunu görürüz. Avrupa’nın içinde de diğer “grup”ların kimlikleri vardır ki bunlar da bir üst grubun alt kimliğini oluşturur. Bu kimliklerde üst kimliğe örnek olarak “Avrupalılığı” alt kimliğe ise İskoçluğu, Almanlığı, Fransızlığı, Litvanlığı gösterebiliriz. Fransızların Fransızca konuşması ulus kimliği, kendilerini Avrupalı olarak tanımlaması ise grup kimliği ile açıklanabilir (Yurdusev, 1997: 30). Kendilerini Avrupalı olarak tanımlayan Avrupa’da yaşayan toplumlar, böylece yaşamayan toplumları da Avrupalı olmayan toplumlar olarak tanımlamaktadır. Bu süreç İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra büyük krallıkların çökmesiyle ve Avrupa içerisindeki bir devlete ait olmaktan çok bir kıtaya ait olmayla sonuçlanan özgürlük arayışlarıyla hızlanmıştır ( Said, 2014: 17). Ulus devletlerden, ulusal ekonomilerden ve ulusal kültürel kimliklerden küreselleşme ile yeni bir döneme geçilmektedir (Hall 1998: 47). Avrupa kimliğinin coğrafi bir tanımlamanın ötesine geçmesini Hıristiyanlığın tarihçesi ile ilintilendirmek yanlış olmaz. Roma İmparatorluğu’nun Hıristiyanlığı kabulünden itibaren Avrupa’nın da Hıristiyanlaştığı ve buna bağlı olarak ulus kimliklerinden çok grup kimliklerinin ön plana çıktığı görülmektedir. Ancak yirminci yüzyıla baktığımızda Avrupa’da ulus kimliğinin daha ön plana çıktığını görmekteyiz. 1900 yılında Avrupa’da 25 civarında farklı devlet bulunmaktaydı. Bu sayı 1989 yılında 34’e daha sonra 1992 yılında 53’e yükselmiştir (https://ww.diplomasi.net). 2019 yılında, 44’ü bağımsız ve topraklarının hepsi tamamen Avrupa Kıtası’nda olmak üzere 53 ülke bulunmaktadır (https://www.worldometers.info). Bu değişimi Avrupa’nın modern öncesi dönemin şekillendirdiği Hıristiyanlık kimliğinden modern dönemin, laikleşmenin, rasyonalizmin ve hümanizmin etkisindeki ulus kimliğine geçişine bağlamak doğru olur (Yurdusev, 1997: 30-39). Laikleşme sonucu azalan kilise etkisi Avrupa’yı bir çatı altına toplamaktan, ulus kimliklerine ve ulus çıkarlarına göre hareket etmeye doğru yönlendirmiştir (akt. Yurdusev, 1997: 41).

Doğu-Batı ilişkisi çerçevesinde kimlik ve kimlikleştirme, kimlik sahibi olmak için gerekli olan ilk koşul olan bir tarafın diğer tarafı nasıl kimlikleştirdiği, adlandırdığı ve tanımladığıyla ilintilidir. Daha önce de belirtildiği gibi Doğu, Batı’yı “Batı” olarak kimlikleştirir; Batı ise Doğu’yu “Doğu” olarak kimlikleştirir. Batı olduğu için Doğu, Doğu olduğu için Batı var olmaktadır. İki taraftan birisi şu an sahip olduğu kimliğe sahip olmasaydı bir diğer taraf da şu anki kimliğine sahip olamazdı. Bu kültürel ilişkide Batı’nın özne konumunda, Doğu’nun ise nesne konumunda olduğu ve konumlarının tarihsel süreçte sabitlendiği ve değişmediği görülmektedir (Bulut, 2017: 13).