• Sonuç bulunamadı

Olumsuz Etki: Firavun’un sarayında Musa olmak…

2. Kuramsal Çerçeve: Göç–Din Etkileşim

2.1. Göç Sürecini Etkileyen Bir Değişken Olarak Din(darlık)

2.1.2. Olumsuz Etki: Firavun’un sarayında Musa olmak…

Göç sürecini olumsuz yönde etkileyen bir değişken olarak din ve dindarlık konusunun ele alınacağı bu kısımda da, genel olarak, araştırma konusunu oluşturan Đslam dini üzerinden bir sunum yapılmaya çalışılacak ve bir önceki bölümde darülislama göçün teşvik edilmesi bağlamında dinin olumlu etkisinden söz edilmişken; bu bölümde daha çok gayrimüslim ülkelere göç konusundaki sakınca ve çekinceler üzerinde durulacaktır. Şöyle ki, çok genel bir değerlendirne yapmak gerekirse, Đslam’ın, müslümanlığın daha rahat yaşanabileceği yerlere göçü teşvik ederken; aksi şartların ortaya çıkacağı yerlere göçü sakıncalı gördüğü anlaşılmaktadır. Zira Đslamiyet yalnız bir inanç sistemi değil aynı zamanda bir hayat tarzı ve bir dünya görüşü olduğundan Müslümanların Đslami hüküm ve vecibeleri rahatlıkla yerine getirilebildiği bir ortamda güvenlik içinde yaşamaları büyük önem taşımaktadır. “Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de hicret etseydiniz ya!” (Nisa, 4/97) gibi ayetler yanında Hz. Peygamber’in, müşrikler arasında ikamet eden Müslümanlardan hoşlanmadığını belirten bazı hadisler de Müslümanların gayrimüslümlerle beraber yaşamalarının yasaklandığını anlatmaktadır: “Müşriklerle beraber oturmayın, onlara karışmayın; kim onlarla birlikte oturur ve onlara karışırsa onlar gibi olur” (Tirmizi, Siyer, 42).

Đslam toplumunun dışında yaşayan bir Müslümanın yalnızlık hissine kapılabileceği; bunun ise aşağılık duygusu doğurarak gitgide gayrimüslümlere benzemeye ve tabi olmaya neden olabileceği ihtimali söz konusudur. Halbuki Đslam dini müslümanın kendini güçlü, onurlu ve üstün olarak görmesini, Allah’ın hükümranlığından başka herhangi bir hakimiyeti kabul etmemesini ister. Bundan dolayı dinin gereklerini yerine getirmenin mümkün olmadığı bir yerde ikamet etmek haram kılınmıştır. Darülharpte dinin emirlerini serbestçe yerine getirme hususunda baskıya maruz kalmayanların darülislama hicret etmeleri ise farz değil müstehaptır. Bu kişilere yine de hicretin tavsiye edilmesi, Müslümanların ilke olarak Đslam

toplumu içinde yaşamalarının toplumsal ve siyasi yönden gerekli görülmesi ve yabancı bir toplumda kendi inançlarını paylaşmayanlarla birlikte yaşamalarının muhtemel olumsuzlukları sebebiyledir. Özellikle Endülüs’te yaşanan tarihi tecrübenin etkisiyle Maliki alimleri genel olarak küfrün hakimiyeti altında yaşamanın hiçbir zaman caiz olmadığını ve mutlaka hicret edilmesi gerektiğini söylerler. Hatta bazı Hanbeli alimleri, darülharp bir yana, kötü adetlerin hakim olduğu beldelerle asilerin elinde bulunan yerlerden hicret etmenin de gerekli olduğunu belirtirler. Đmam Malik de haramların yaygın olduğu bölgelerde ve selefe küfredilen yerlerde ikameti bile haram saymıştır (Özel, 1998: 464, 465). O halde, klasik dönemde darülharbe göçün sakıncalı görülmesinin arkasında yatan temel güdü, Müslümanların din, mal ve can güvenliği açısından uğrayacakları muhtemel zararlar konusundaki çekincelerdir. Ne var ki benzer çekincelerin, bazı Müslümanlar tarafından modern dönemde de paylaşılmaya devam ettiği görülmektedir.

Đslam’ın Batı karşısında yitip gitmesinden duyulan endişedir ki, göç sürecinde bazı dini yorumlar, en küçük farklılıkları dahi, hakiki müslümanla hakiki olmayan arasındaki sınırı kendi başına ilan etmenin bahanesi haline getirir. Aslında küçük farklılıklar, mesafenin tespiti ve biçim üzerindeki ısrarı sergileyen iyi bir örnek, bütünüyle laikleşmiş bile olsalar, yeni yıl kutlama kartları, Noel ağacı ve hediyeler gibi gayrimüslim kutlamaları üzerinde ortaya çıkan polemiklerdir. Batı’daki bazı Müslümanların Hıristiyanlarla ilişkilerinde bu toplumsal kutlamalara katılmaya git gide daha soğuk baktıkları dikkat çekmektedir. Uydu aracılığıyla yayın yapan Suudi TV kanalı Đkra’nın son zamanlarda yayınladığı çok sayıda vaazda, bu gayrimüslim örflerine yakınlık katı bir biçimde mahkum edilmektedir; oysa Đran Đslam Cumhuriyeti Noel’de dilek kartları göndermektedir. Bu süreçte geleneksel yasaklara yeni yasakların da eklendiğini görmek ilgi çekicidir: Örneğin, yeni–fundamentalistler tarafından çok okunan Şeyh Albani’ye göre, Müslüman bir kadın tıpkı erkeklerin yanında örtündüğü gibi, ehl–i kitap bile olsa gayrimüslim kadınlar yanında da örtünmelidir (Roy, 2003: 91). Gayrimüslimlerle ilişkiler konusundaki dini açıklamalara yansıyan bu kısmen katı ve sert yorumlar, sonraki aşamalarında entegrasyon karşıtı bir söyleme dönüşme potansiyeli taşımaktadır.

Roy’un yeni–fundamentalizm adını verdiği Đslam yorumlarının Batılılaşmaya karşı husumetinin, Đslam’ı arındırma ve yeniden kurma projesinin bir uzantısı olduğunu görmek önemlidir. Zaten bu silbaştan yapma isteği, geleneksel kültürlerin işçi göçü ya da küreselleşme tarafından zayıfatıldıkları koşullarda daha çok psikolojik bir zemin bulmaktadır. Batı’ya özgü her tür sosyalleşme biçimlerinden sakınılması ikazının altında yatan temel güdü de bu yeniden ve sıfırdan Đslamileşme projesidir. Örneğin, kadınlarla el sıkışmayı reddetmek gerekmektedir; ne kendi çocuklarına, ne de Hıristiyanlara Noel hediyesi ya da Paskalya yumurtası verilmemelidir; bir dostun nikahı ya da cenazesi için bile olsa bir kiliseye ayak basılmamalıdır ve helal bile olsa bir Hıristiyan kadınla evlenmekten kaçınmak gerekir. Örneğin, Đngiltere’de yaşayan Müslüman lider Ömer Bekri, sonrasında dini nikah kıyılsa bile, medeni nikahı kınamaktadır. Elbette ki bunun sonucu, Müslüman olmayanlarla sosyal ilişkilerin kayda değer biçimde sınırlanmasıdır. Söz gelimi, Fransa’daki sosyal hizmet uzmanları, Tebliğ hareketinin kuvvetli olduğu mahallelerde sosyal ilişkilerin nasıl sınırlandığını ve cemaatin nasıl kendi içine kapandığını kaydetmişlerdir: kızların birçok dersten muaf tutulması talebi, annelerin öğretmenlerle görüşmekten kaçınmaları ve okuldaki veli–öğretmen toplantılarına gelmemeleri, sadece cinsiyet değil kültür karmalığının da reddedilmesi (Roy, 2003: 136–139). Görüldüğü üzere, gayrimüslüm ülkelere göç konusundaki çekinceler, bir adım sonrasında gayrimüslim kültüre, gayrimüslümlere benzemeye ve onlarla temasa, asimilasyona ve hatta entegrasyona karşı tepki ve dirence neden olabilmektedir.

Diğer yandan, Batı’ya ve onunla her tür temasa böylesine bir tepkinin altında yatan diğer sosyokültürel etmenleri fark etmek, bu tepkiye kaynaklık eden dini çekinceleri görmek kadar önemlidir. Taştan ve Türkdoğan’ın yorumları, bu sosyokültürel faktörlere de dikkat çekmeleri bakımından zikredilmeye değer tespitlerdir: Genel itibariyle kırsal alandan geldikleri için kentsel iş bölümüne yabancı olan işçiler, Batı’daki teknolojik ve toplumsal yaşama uymakta güçlük çekmekte ve genellikle Batılı toplumsal hayatın dışında kalmaktadırlar. Bu ayrı kalmanın ve çeşitli derecelerde dışlanmanın sonucu olarak, işçilerde tutum değişikliği konusunda sorunlar görülebildiği gibi, Batılı yaşam tarzına karşıt bir

tutum da gelişebilmekte ve buna paralel olarak, kendi öz geleneklerini daha çok koruyan, abartılmış katı bir tutum geliştirilebilmektedir. Sosyolojik anlamda köylülük–kentlilik ayrımının yanı sıra, kültürel ve milli özellikler ve farklı bir dine mensup olmak da ‘uyum’ problemi yaratabilmektedir. Göç sürecinde ortaya çıkan etnik ve dini örgütlerin de daha çok (1) hakim kültüre karşı farklılığı vurgulamak ve (2) asimilasyonu engellemek gibi işlevler etrafında yapılandığı görülmektedir. Bu etnik ve dini örgütler, okulları, yayın organ ve araçları ve kültür dernekleri gibi aracı kuruluşlarıyla bir yandan farklı bir kültüre ait olma bilincini canlı tutarken, diğer yandan da göçmen nüfusun temel ihtiyaçlarını yerine getirerek bir dereceye kadar sosyal bütünleşmeye katkı sağlamaktadırlar (Taştan, 1993: 30, 34). Öte yandan, bu yeni gettoların aynı dili konuşan, aynı kültür ve değerler sistemini paylaşan bir kültür adacığına dönüştüğünü gözlemlemek zor değildir. Bu örgütlerde, göçmenlerin, giderek kabuğunu kalınlaştıran bir bezelye tanesi gibi, kendi sosyokültürel embriyonunda hayatını sürdürmeye çalıştığı söylenebilir (Türkdoğan, 1984: 31). O halde, Müslüman göçmenlerin Batı karşısındaki çekincelerini anlamlandırabilmek için, Đslami argümanlar kadar Batılı faktörlerin de göz önünde bulundurulması gerektiği anlaşılmaktadır.

Öte yandan, Kaya ve Kentel, farklı göçmen gruplarının, Batı ile entegrasyon karşısında farklı tavırlar geliştirdiklerinden bahsetmektedir: Avrupa’da yaşayan Türkiyeliler arasındaki cemaat farklılıkları, sahip olunan kültürel bagajların yanı sıra, evsahibi toplum karşısında uyum meselesinden de beslenmektedir: Bir yanda yeni kültür karşısında korunmaya çalışanlar ve diğer yanda ona saygı göstermeye çalışanlar. Örneğin, Fransa’da yaşayan Türkiyeli bir göçmen, Türkiye kaynaklı kimi grupların, ‘herkesin düşman olduğu ve dolayısıyla onlardan korunmak gerektiği’ yönünde söylemler geliştirdiklerinden bahsetmektedir. Cemaatsel bölünme sadece ortak kültürel kodlara göre olmamaktadır. Bölünmeler cemaat içinde de devam etmekte; hatta insan kendi içinde de bu bölünmeyi yaşamaktadır; başka bir deyişle, aynı insanda yan yana iki ayrı dünyayı kendi içinde, ‘çokkültürlü’ olarak yaşamaktadır (Kaya ve Kentel, 2005: 145, 146). Dolayısıyla, göç ve onun sonuçları söz konusu olunca, blok halinde bir tek göçmen tavrından çok, farklı dindarlık algılarından hareket eden farklı tepkilerin bulunduğu görülmektedir.

Örneğin, Batı’daki bazı radikal gruplar, Bosna, Çeçenistan ve Filistin’deki gibi Batı’da yaşayan müslüman göçmenlerin de asimilasyon, hatta yok edilme tehdidi altında olduğunu iddia etmektedir. Bu tür bir Đslam anlayışı, ideolojileri gereği din yayıcılığına yönelmesi gereken çevrelerin, kendi kimliklerine kapanma süreçlerini de açıklamaktadır. Salman Rüşdi’nin Şeytan Ayetleri adlı kitabı etrafında çıkan davanın Đngiltere’de başlamış olması ve Ortadoğu sokaklarında çok büyük yankılar yaratmaması da, radikal enternasyonelleşme mantığının diasporalarda Müslüman ülkelerin çoğundan daha güçlü olduğunu gayet iyi göstermektedir. Müslüman Kardeşler üyesi göçmenler de, hemen her yerde, bir tercihle karşı karşıya kalmaktadırlar: ya yeni ülkelerle siyasal entegrasyon, ya da aksine kendilerini Selefiler’e yaklaştıracak bir enternasyonalleşme. Bu ikilem, örneğin Fransa Đslami Örgütler Birliği (UOIF) gibi büyük Müslüman Fransız örgütlerinin tereddütlerinde de okunmaktadır: Bir Fransız Đslamı’yla tamamen bütünleşilmeli midir, yoksa enternasyonalist boyuta mı öncelik tanımak gerekir (Roy, 2003: 34, 35, 71, 72)? Hemen belirtilmelidir ki, Selefi ya da Selefi–meşrep gruplar, bu soruya, entegrasyonalist olmaktan çok enternasyonalist bir cevap vermekte ve bu noktada dindarlık tipi, entegrasyonu onaylamayan, zorlaştıran hatta engelleyen bir karaktere bürünmektedir.

Göç sürecinde entegrasyona ket vuran bir faktör olarak ‘anavatanla bağlantı’ ise, Almanya örneğinde olduğu gibi ‘yapısal dışlanmışlık’tan ya da Fransa örneğinde olduğu gibi ‘asimilasyonist entegrasyon’dan besleniyor olabilir. Zira hem dışlanma hem de asimilasyon, örneğin Türkiyeli göçmenler arasında savunmacı, milliyetçi, dini, laik, Kemalist ve hatta Kürt vurgulara sahip cemaat ağlarının kurulmasına ve güçlenmesine yol açabilmektedir. Öte yandan ‘ari olma, saf olma’ prensibine dayanan diasporik dini cemaatler, başka kültürlerle karışmanın kendi kültürlerini zayıflatacağından korkmaktadırlar. Onlar inanmayanlarla ya da onlarla aynı inançları paylaşmayan insanlarla iletişim kurmanın inanç sistemlerini zedeleyeceğini düşünmektedirler (Kaya ve Kentel, 2005: 90, 91, 132). Dolayısıyla farklı kültür ve değerlerle karşılaşmanın olası sonuçlarından biri olarak ‘kültür şoku’na karşı geliştirilen göçmen reflekslerinden biri de, iyice içe kapanarak korumaya alınan kültürün tözselleştirilmesi olabilmektedir. Kültür şokuna verilen bu cevap sürecinde,

göçün etkilerinden biri olan ‘anomi’ sonucunda dağılma tehlikesiyle karşı karşıya

gelen grubun, ‘otonomi’ stratejisiyle yeniden–bütünleşmeye çalıştığı görülmektedir.

Göçmenlerin genellikle kentlerin dış kesimlerinde inşa edilen getto tipi konutlarda devam eden yaşantı deneyimleri, evsahibi toplumlarla iletişimlerini engelleyen en önemli etkenlerdendir. Đzolasyonu kolaylaştıran bir diğer unsur ise, zaten farklı bir kültür ve yaşam biçimine sahip olan Türklerin, kendi içine dönük yaşama alanlarında diaspora kültürel kimliğini üretmeleridir. Bu çerçevede, göçmenlerin evsahibi topluma uyumlarını zorlaştıran ve çatışmasız bir hayat sürmelerine engel olan bir diğer neden de, dini kural ve normların yorumlanma biçimidir. Batılı toplumların değerleriyle ve yaşama pratiğiyle uyumlu olmayan ya da uyumlu olmayı peşinen reddeden bazı dini anlayışlar, entegrasyonu zorlaştıran önemli bir faktör haline gelebilmektedir. Türk göçmenlerin kültürel donanımlarındaki yetersizliklerden dolayı yaşadığı zorluklar, evsahibi toplumların dışlayıcı yaklaşımıyla birleşince, modern toplum deneyimine yabancı göçmenler, kimliksel varoluş problemlerine dinsel ağırlıklı bir anlam çerçevesi inşa etmeye çalışmaktadırlar. Sonuçta bazı ekstrem göçmen gruplarının belirlediği dini kimlik, kendi içine kapalı ve dış dünyayla uyumsuz tipolojiler yaratabilmekte ve bu içe kapalı yapılanmalarıyla onlar, çokkültürlü toplumsal yaşam dinamiğine entegre olmada zorlanabilmektedirler (Perşembe, 2005: 11, 17, 19, 20). O halde, göç ve onun olası sonuçları karşısındaki göçmen tavırlarına yön veren en önemli etmenlerin başında, (1) dışlanmışlık/ayrımcılık ve (2) dini yorumlar arasındaki farklılıklar gelmektedir ki, aslında bu iki olgunun değişik biçimlerde birbirini beslediği ve yeniden ürettiği söylenebilir. Şöyle ki, dışlanmışlık ve ayrımcılığın dozu arttıkça, bu haksızlığa verilen dini cevapların şiddet derecesi de artmakta ve sonuçta göçmenler, zaten dışlandıkları toplumu, peşinen ve gönüllü olarak dışlamaya başlamaktadırlar: bu klasik bir ‘kovulmadım, istifa ettim’ refleksidir.

Öte yandan, yeni–fundamentalistler her ne kadar Batı ile entegrasyona karşı çıksa da, Batılı ülkelerden ayrılmaya da gerek olmadığını düşünmektedirler. Zira onlara göre, bugün artık bir darülislam, yani devletin ve toplumun her şeyden önce Đslami kurallara göre yönetildiği bir toprak parçası tanımlamak neredeyse imkansız

hale gelmiştir. Ebu Hamza, “Müslümanlardan Đslam dünyasına gitmelerini istiyor musunuz?” sorusuna şöyle cevap vermektedir: “Müslümanlara şunu diyorum: Bu Firavunlar evinin Musa’sı olmak zorundayım”. Bu söylemde bir hicret varsa, bu içseldir ve Đslamlaşmış gerçek ya da sanal mekanlara doğru olmalıdır. Aslında yeni– fundamentalistler ve liberaller, Müslümanların azınlık halinde yaşadıkları ülkelerden ayrılmalarına gerek olmadığı konusunda aynı sonuca varmış oluyorlar; ama tabii farklı nedenlerden ötürü: Fundamentalistlere göre artık gerçek bir darülislam yoktur; liberallere göre ise Đslam kendini başka toplumlara da uyarlayabilir. O halde, hakiki bir darülislam olmadığına göre, ortada bir darülküfür de kalmamıştır. Hepsi çeşitli derecelerde ikisidir de (Roy, 2003: 143–145). Dolayısıyla, entegrasyonu onaylayan görece liberal yaklaşımlarla, onu onaylamayan daha radikal yönelimlerin her ikisinin de, son tahlilde, Batı’da bulunmak ve yaşamak konusunda ortak bir tavır geliştirdiği ve gayrimüslim ülkelere göçü olumladığı gözlenmektedir. Göç konusundaki yeni gelişmeleri bir ‘darülislam ve darülharp’ dikotomisi içinde yorumlama imkanının neredeyse ortadan kalkmış olmasının bir nedeni Batı’da yaşamakta olan milyonlarca müslümanın yarattığı fiili durum ise, bir diğer nedeni de liberaller ve radikaller arasındaki bu şaşırtıcı ittifaktır.

Dinin/dindarlığın göç ve sonuçları karşısındaki olumlu ve olumsuz tepkilerinin ele alındığı bu bölümün ardından şimdi de, göçün din(darlık) üzerindeki etkileri, yine olumlu ve olumsuz yönleriyle analiz edilmeye çalışılacaktır. Yukarıdaki çözümlemeler sonunda, dinlerin ve dindarlık biçimlerinin, göç ve olası sonuçları karşısında olumludan olumsuza uzanan geniş bir yalpaze içinde olabildiğince farklı tepkiler geliştirebildiği anlaşılmaktadır. Ne var ki, bu çeşitlilik içinde dahi bazı temel ve ortak ilkeler konusunda bazı uzlaşılara varıldığı söylenebilir: Müslümanların dinlerini daha iyi yaşayabilecekleri yerlere göç etmeleri onaylanmakta ve dolayısıyla dini yaşamak konusunda zorluklar yaşanmıyorsa gayrimüslim ülkelere göçe bile sıcak bakılabilmektedir. Bu çerçevede, görece yeni bir gelişme olan Batı ülkelerine kitlesel Müslüman göçünün onaylanması konusunda genel bir uzlaşıdan söz edilebilir. Ne var ki, Batı toplumları içinde asimile olma karşısında olumsuz bir tavır geliştirerek bir kez daha ortak noktada buluşan karşıt dindarlık algılarının,

entegrasyon söz konusu olunca olabildiğince farklı ve çoğu zaman karşı kutuplarda yer alan tepkilere sahip olduğu görülmektedir.

2.2. Dindarlık Sürecini Etkileyen Bir Değişken Olarak Göç: Đndim seyran