• Sonuç bulunamadı

Değişim: Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir

1. Kavramsal Çerçeve

1.3. Değişim: Değişmeyen tek şey, değişimin kendisidir

Bu araştırmada temel olarak, ‘göç’ün ‘dini hayat’ üzerinde ne gibi ‘değişim’lere neden olduğu sorusunun cevabı arandığı için, kavramsal çerçevede ‘değişim’ konusunun da ele alınması gerektiği düşünülmüştür. Kavramsal analize geçmeden önce belirtilmelidir ki, değişim konusu modern sosyoloji için merkezi ve hatta ‘hayati’ bir öneme sahiptir. Zira modern sosyolojiyi ortaya çıkaran en önemli gelişmeler, XVIII. ve XIX. yüzyılda Avrupa’yı sar(s)an iki büyük ‘değişim’ dalgasıdır: (1) sanayileşme ve (2) Amerikan ve Fransız devrimlerini takip eden demokrasi ve insan hakları konusundaki gelişmeler (Marshall, 1999: 136). Modern sosyolojinin, geleneksel yapıyı paramparça eden ve yeni bir toplumsal düzen getiren Avrupa’daki söz konusu değişim ve dönüşümleri anlama ve anlamlandırma çabalarının bir ürünü olduğunu söylemek, yanlış olmayacaktır. Bu bakımdan, ortaya çıktığı dönem itibariyle sosyolojinin, kelimenin tam anlamıyla bir ‘changology’ (değişimbilim) olduğu söylenebilir. Feodal Avrupa’nın modern Avrupa’ya evrilişini

22 Wensinck vd., 1943: 167; Tirmizi, Diyat, 10; Đbn Mace, Hudud, 1; Darimi, Hudud, 2; Siyer, 11 23 Herakleitos (M.Ö. 540–480)

Comte, metafizik dönemden pozitif döneme geçiş olarak yorumlarken; Durkheim, mekanik dayanışmadan organik dayanışmaya geçiş; Marx, feodal toplumdan kapitalist topluma geçiş ve Tönnies, cemaatten cemiyete geçiş olarak yorumlamaktaydı (Bilgin, 2009: 138). Adı geçen ve benzeri pek çok Avrupalı düşünürün ortak çabası, Avrupa’nın içinden geçtiği bu hızlı ‘değişim’ süreçlerini anlamak (teşhis) ve bu savrulmaların yarattığı toplumsal depresyon ve anomileri hafifletmek (tedavi) idi.

Genel olarak ‘değişim’ kavramı, başkalaşmak, olduğundan farklı bir şekle dönüşmek, bir durumdan başka bir duruma geçmek gibi anlamlara gelmekte iken (Ozankaya, 1982: 402); ‘toplumsal değişim’ teriminin, farklı bazı tanımlarının yapıldığı görülmektedir:

• Toplumsal değişim, bir toplumsal grubun ya da toplumun temel yapılarındaki değişimdir (Giddens, 1997: 585).

• Sosyal değişme, belirli bir grup içindeki insanların ilişkilerinde yer alan yerleşmiş tavır ve hareketlerde, tavır ve hareket örneklerinde, teknik terimi ile sosyal sistemin yapı unsurları ve işleyişindeki değişikliklerdir (Dönmezer, 1994: 400).

• Toplumsal değişme, belli toplumsal sistemlerin yapı ve fonksiyonlarında meydana gelen önemli değişmelerdir (Boskoff, 1966: 263’ten aktaran: Kongar, 1995: 55).

• Toplumsal değişme, zaman içerisinde bir toplumda gözlenebilen ve toplumun sosyal teşkilatının yapısı veya fonksiyonlarını geçici olarak değil de sürekli ve köklü bir şekilde etkileyen ve toplumun tarihinin akışını değiştiren değişikliktir (Günay, 2003a: 363).

• Zaman içinde toplumsal kurum ve kuralların hem nitelik hem de nicelik yönünden geçirdiği değişim (Demir ve Acar, 2002: 373)

• Toplumsal değişme, zaman içerisinde bir toplumun yapısında ve bu yapının çeşitli fonksiyonlarında ve bireylerin üstlendiği toplumsal rollerde, yani

toplumdaki ilişkiler sisteminde, toplumsal kurumlarda ve bireylerin davranışlarında meydana gelen değişmelerdir (Kirman, 2004: 232).

Yukarıdaki tanımların ilk ikisi, daha çok ‘yapısal değişim’; üçüncü ve dördüncüsü ‘yapısal ve fonksiyonel değişim’ ve beşincisi ‘kurumsal değişim’ üzerinde yoğunlaşırken; son tanımın, diğer tanımları kapsadığı görülmektedir. Tanım konusundaki bu pluralizm ve tartışmalar bir yana, tartışma götürmeyen bir gerçek var ki, ‘değişmeyen toplum yoktur’ ve bu sosyolojik kanun, din–toplum ilişkileri için de geçerlidir (Coşkun, 2005: 35).

Söz buraya gelmişken, ‘din–değişim ilişkileri’ üzerinde de durmak gerekir. Böylece, çalışmanın ana eksenini oluşturan ‘göç–din ilişkileri’ konusuna, ‘din– değişim ilişkileri’ni ele alarak geçiş yapmanın, kuramsal çerçeve için uygun bir başlangıç olacağı da düşünülebilir. Öncelikle belirtmek gerekir ki ‘göç’, tarihin en eski dönemlerinde günümüze gelinceye değin, toplumsal değişmenin en önemli faktörleri arasında ilk sıralarda yer almaktadır (Ortaylı, 2006: 20, 21; Durugönül, 1997: 95, 99; Güler, 1997: 694, 695, 700–705; Aydoğan, 1997: 546, 547, 553, 554; Hayır, 2008: 268–283; Ersel, 2002: 57, 58; Küçükcan, 1997: 2123) ve bu cümleden olarak, din üzerinde meydana getirdiği etki ve değişimler bağlamında, din–değişim ilişkilerinin de önemli bileşenlerinden biri haline gelmektedir. Din–değişim ilişkileri konusunun, genellikle, (1) dinin değişim üzerindeki etkileri ve (2) değişimin din üzerindeki etkileri şeklinde 2 başlıklı bir analitik şema çerçevesinde ele alındığı gözlenmektedir. Çoğu zaman bu şema ikinci bir analize daha tabi tutulmakta ve çözümleme çerçevesine, ‘etki’nin olumluluk ve olumsuzluğu da katılmaktadır (Günay, 2003a: 368–379; Okumuş, 2003: 102–177; Akyüz ve Çapcıoğlu, 2008b: 377–393; Coşkun, 2005: 62–75; Sezen, 1993: 87–94; Perşembe, 1991: 178–180; Thompson, 2004: 17–19, 52–68):

1. Dinin değişim üzerindeki etkileri

1.1. Dinin değişim üzerindeki olumsuz etkileri (Değişimi engelleyici bir istikrar faktörü olarak din)

1.2. Dinin değişim üzerindeki olumlu etkileri (Değişime neden olan bir faktör olarak din)

2. Değişimin din üzerindeki etkileri

2.1. Değişimin din üzerindeki olumlu etkileri

2.2. Değişimin din üzerindeki olumsuz etkileri

Dinin toplumsal değişim karşısındaki tavrı, genellikle iki Alman düşünür arasındaki bir tartışma üzerinden analiz edilir: Karl Marx (1818–1883), genellikle, dinin mevcut toplumsal düzeni meşrulaştırdığı ve haklı çıkardığı, dolayısıyla değişimi engellediği görüşüyle bilinirken; Max Weber (1864–1920), dinin toplumsal değişime neden olabileceğine ilişkin düşüncesiyle tanınır. Her iki düşünürün de kısmen eksik yorumlanmış olması bir yana, din, bazı durumlarda değişimi engellerken, bazı durumlarda desteklemektedir. Peki, Marx ve Weber’in her ikisi de birden haklı olamaz mı? Ya da daha açıklayıcı bir soruyla, din, hangi durumlarda değişimi engellemekte ve hangi durumlarda desteklemektedir? O halde, daha doğru ve sosyolojik olan yaklaşım, birbirini dışta bırakan tezlerin çarpıştığı bir analiz çerçevesinden, yani dinin toplumsal değişimi engellediğini ya da desteklediğini söylemekten çok, her iki olası durumun şartlarını tespit etmeye çalışmaktır. Bu başarılabilirse, içinde zıtların da yer aldığı tüm olası durumları birden açıklayabilme gücüne sahip diyalektik bir teoriye ulaşılmış olacaktır.24 Aslında, göç–din ilişkilerini araştırırken de bu bilimsel yaklaşım tarzı korunmalı ve göçün dini etkileme yönü kadar, her iki muhtemel olasılığı etkileyen faktörler de belirlenmeye çalışılmalıdır: Göç, hangi durum ve şartlarda dini hayatı olumsuz yönde etkilemekte ve hangi şartlarda tersi bir etkide bulunmaktadır? Bu sorunun cevabı ilerleyen bölüme bırakılarak, din–değişim ilişkileri konusuna dönülebilir.

24 Dini diyalektiğin nüksettiği tek örnek, elbette din–değişim ilişkileri değildir. Dinin toplumsal bütünleşmeye katkıları yanında, ayrışma yaratıcı gücünden bahsedilirken de benzer bir tartışma söz konusudur ve orada da çözümsüz ve sonuçsuz kalacak bir tartışmadan çok, dinin hangi şartlarda bütünleştirici ve hangi şartlarda ayrıştırıcı bir etkide bulunduğu üzerine yoğunlaşılmalıdır.

Marx’a göre Tanrı insanı değil; insan Tanrı’yı ve dini yaratmıştır ve din,

insanları, yaşadıkları olumsuzluklara karşı teselli etmek ve böylece dünyadaki haksızlıkları meşrulaştırmak, olumsuzlukları haklılaştırmak için kullanılan evrensel bir uyuşturucudur. Marx, ‘din insanın afyonudur’ derken, onun, insanın çektiği acıları uyuşturucu bir etkisi olduğunu vurgulamaktadır. Dolayısıyla dinin eleştirisi, kişinin, düşünmek, eylemde bulunmak ve kendi gerçeğini şekillendirmek konusunda gözünü açar. Her devrin hakim düşüncelerinin, o devrin hakim sınıflarının düşünceleri olduğunu belirten Marx’a göre din, tarih boyunca hakim sınıfların, kendi egemenliklerini sürdürebilmek için, insanları eylemsizleştirmek amacıyla kullandıkları en etkili sakinleştiricilerden biridir. Böyle oldu içindir ki, Marx’a göre din, toplumsal değişimden çok, statükonun ve egemen sınıfların çıkarlarının devam etmesine hizmet eder. Ona göre, Hıristiyan düşüncesi, XVIII. yüzyılın rasyonalist düşüncelerine mağlup olurken; feodal toplum, onun ölü birliklerini devrimci burjuvaziye karşı savaşa sürüyor ve böylece eski toplumsal konumunu devam ettirebilmek için değişime karşı verdiği mücadelede dini kullanıyordu. Marx, egemen sınıfların, kendilerine yönelik bir devrim tehlikesine karşı, kitleleri pasifize etmek için dini nasıl kullandıklarını örneklendirirken, çok yakından tanıdığı Đngiltere örneğini verir: Đngiliz burjuvazisi, kitlelerin dini duyguları kaybolduğu takdirde, neler olabileceğini Fransız Devrimi örneğinde görmüş ve gittikçe güçlenen konumuna ve ekonomik hakimiyetine son verebilecek benzeri bir işçi ayaklanmasının Đngiltere’de de patlak vermemesi için dini kullanmaktan çekinmemişti. Aşağı tabakanın Hıristiyanlaşması, Đncil öğrenmesi için her yıl büyük harcamalara girişti ve üstelik sahip olduğu yerli dini mekanizmalarla da tatmin olmayıp, bazı Amerikan dini uyanış hareketlerini ithal etti. Hatta eski Hıristiyanlık propagandasını yeniden dirilten, sefillerin seçilmiş olduklarını söyleyerek kapitalizme karşı, devrimci bir direniş göstererek değil dini bir yolla savaşan Protestan Kurtuluş Ordusu’nun yardımını bile kabul etti. Đngiliz burjuvazisinin, dini, halkın ayaklanmaması için ayakta tutmaya çalıştığını ifade eden Marx’a göre, gelenek, büyük bir geciktirici güçtür; tarihin eylemsizlik gücüdür (Marx ve Engels, 1998: 119–129).

Weber ise, Marx’ın, fikir ve bilincin maddi koşulların ürünü olduğu tezine

karşı, fikir ve inançların da, eylemler üzerinde önemli etkiler yaratabileceğini belirtmiş ve çağdaş dünyevi kültür ağının biçimlenmesinde, dini güçlerin katkısını açıklamaya çalıştığını ifade etmiştir. Rasyonel kapitalizmin Batı’daki gelişimini analiz ederken bu öncüllerden hareket eden Weber, Protestan ruhunun belirli dışavurumları ile çağdaş kapitalist kültür arasında yakın bir akrabalık bulunduğunu söylemiş ve ironik bir biçimde, yine Đngiltere örneğini vererek, Kalvinizm’in değişime engel oluşturmadığını, aksine kapitalist gelişme için oldukça gerekli olan rasyonelliği geliştirdiğini vurgulamıştır (Weber, 1999: 39, 78, 131–133). Marx ve Weber arasındaki tartışmanın, ekonomik değişimin düşünceler ve inançlarda da değişimlere yol açtığı tezi ile inançların da ekonomik değişime öncülük edebileceği tezi arasında olduğu da söylenebilir. Sonuçta, söz konusu tartışma nasıl formüle edilirse edilsin, din–toplum ilişkilerinin karşılıklı oluşu nedeniyle, dinin ekonomi ve değişimi yönlendirmesi kadar; onlardan etkilenmesi de olasıdır. Öte yandan, mevcut toplumsal düzene muhalif bir karizmatik dini liderin olmadığı, insanoğlunun dünyayı değiştirmeye gücünün yetmeyeceğini vurgulayan dini öğretilerin bulunduğu, mevcut düzene sıkıca bağlı, üyelerin daha çok üst tabakalardan geldiği ve toplumsal değişim için alternatif yolların olduğu yerde, dinin toplumsal değişimin katalizörü olma ihtimali daha azdır (Thompson, 2004: 68). O halde, bu sayılanların tersi durum ve şartların ortaya çıkması halinde, din, değişimin öncü gücü olma potansiyeline sahip bir faktör durumuna gelecektir. Gerçekten de, tarihte ve günümüzde, karizmatik bir lidere, kişisel ve toplumsal değişim iddiasına, muhalif ve devrimci bir bakış açısına ve daha çok alt toplumsal tabakalardan gelen, görece yoksun ve yoksul bir gayrimemnunlar topluluğuna sahip dini hareketler, değişim için alternatif yolların da bulunmadığı yani umutların tükendiği dönemlerde önemli bir protesto ve değişim faktörü olmuşlardır.

Dinin değişim üzerindeki etkileri konusundan sonra, şimdi de, toplumsal değişimin din üzerindeki etkilerine temas edilebilir. Bu arada, araştırmanın temel ilgi odağı olan, göç sürecinin dindarlık süreci üzerindeki etkileri konusu, bu çalışmada, toplumsal değişimin din üzerindeki etkileri bağlamında değerlendirileceğinden, tez planı içinde bu konu için en uygun koordinatın, göç–din etkileşimi konulu kuramsal

çerçevenin hemen öncesi olacağı düşünülmüştür. Dolayısıyla, din–değişim ilişkileri konusunun bu son kısmı, aynı zamanda kuramsal çerçeveye bir giriş niteliği de taşımaktadır.

Dinler toplumu etkileyip değiştirdiği kadar, toplum ve değişim de dinleri etkilemekte ve değiştirmektedir. Örneğin, avcılar ve ziraatçıların dini sistemlerinin, kendilerine özgü hayat tarzlarının izlerini taşıdıkları hatırlanabilir. Ziratçılığın, ziraatçılık öncesi toplumlarda görülmesine imkan bulunmayan dini gelişimlere yol açmış olduğunun tipik bir örneğini Zerdüşt dini sergilemekte ve bu dinde, önceki dönemin kanlı kurban ayinlerinin yerini, manevi bir yükselme disiplini almaktadır. Günümüzde de, örneğin, modernizm, bütün toplumlar ve dinler üzerinde önemli etkiler bırakmakta, onları köklü sosyal değişim ve uyum problemleriyle karşı karşıya getirmektedir. Sanayileşme, modern teknolojik ve bilimsel gelişmeler, sosyoekonomik değişimler, hızlı nüfus artışı, kentleşme, küreselleşme, modern eğitim öğretim ve kitle iletişim ve ulaşım araçlarının dünya ölçeğinde yaygınlık ve etkinlik kazanması, toplumsal hareketliliğin geçmişe kıyasla çok daha büyük oranlara ulaşması, zaman ve mekan anlayışındaki değişiklikler ve benzeri süreçler, dünyanın hemen hemen bütün toplumlarının geleneksel yapısını, organizasyonunu, kültür ve inançlarını derinden etkilemiştir. Bu etkilerle toplumların geleneksel ve kurumlaşmış dini inanç, uygulama, teşkilat, kurum, norm, değer ve otoritelerinde çok önemli ve köklü değişiklikler gözlenmiştir. Dinin toplumsal değişimden etkilenmesi hususunda zikre değer fenomenlerden biri de dini hareketlerdir. Zira dini hareketler de, toplumsal değişimin önemli bir tezahürü olarak ortaya çıkmakta ve onların değişim bağlamında hangi şartların sonucu olarak ortaya çıktıkları konusunda çeşitli teoriler üretilmektedir. Bu bağlamda, genel olarak dini hareketlerin, toplumsal doyumsuzluk, stres, mahrumiyet, umutsuzluk, huzursuzluk, ekonomik yetersizlik, baskı, sekülerleşme ve kültür karşılaşmaları gibi neden ve faktörlerin etkisiyle ortaya çıktıkları ileri sürülmektedir (Günay, 2003a: 375, 376).

Bir şekilde etkisinden kurtulmanın imkansız olduğu anlaşılan değişim olgusu, dinler için, bazen olumlu ve bazen de olumsuz sonuçlar doğurmaktadır. Yukarıda da kısaca temas edildiği üzere, insanlık tarihinin yaratıcı dini gelişme dönemleri göz

önüne alındığında, onların düzen, barış ve huzurdan çok anomi ve karışıklıkla karakterize değişim dönemlerinde ortaya çıktığı görülmektedir. Örneğin, Çin’de Konfüçyanizm’in ortaya çıkışı ve yerleşmesi, hızlı bir sosyal değişme, düzensizlik ve hatta (feodal prensliklerin) çatışma dönemine rastlamaktadır. Benzer şekilde, Hindistan’da Brahmanizm ve Budizm’in ortaya çıkışı da, bir çok iç çekişmelerin, Arilerle yerli halklar arasındaki çatışmaların, feodal savaşların ve Brahmanlarla Kşatriyaların nüfuz mücadelesinin şiddetlendiği dönemlere rastlamaktadır. Yine, Đsrail kavmi içerisinde peygamberi hareketin gelişmesi ile ülkenin Mezopotamya’daki güç tarafından tehdit altına alınması arasındaki paralellik de dikkat çekicidir (Coşkun, 2005: 69, 70). Bu tarihi örneklere benzer şekilde, II. Dünya Savaşı sonrasında Batı’da ve dünyanın değişik coğrafyalarında meydana gelen toplumsal değişimlerin, bir dini canlamaya yol açtığı görülmektedir. Toplumsal değişim süreçlerinin dini olumlu yönde etkileyişine verilebilecek bir diğer çağdaş örnek, Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Türk Cumhuriyetlerinin bağımsızlıklarına kavuşmaları ve sonrasında bu coğrafyada görülen dini canlanmadır. Sovyetler’in dağılması sürecinde Orta Asya Türk Cumhuriyetlerinin merkezi yönetimden koparak bağımsızlıklarını elde etmeleriyle birlikte yüz yüze geldikleri boşluk, hem aydınlar hem de geniş halk kitlelerinin, özellikle kimlik oluşumu sürecinde Đslamiyet’e yönelişlerinde önemli bir etken olmuştur. Bu konuda bir başka örnek de, Türkiye’de iç göç ve kentleşme ile kendini gösteren değişimin, dindarlaşma, cemaatleşme ve dini örgütlenme gibi sonuçlar doğurmasıdır. Türkiye’de dini grupların görece belli bir sayısal ve örgütsel güce kavuşmasında, demografik büyüme, kentleşme ve sosyal sınıf yapısındaki değişimlerin etkili olduğu söylenebilir. Dolayısıyla, Türkiye gibi modernleşmekte olan ülkelerde görülen ekonomik problemler, anomi ve kurumsal ve siyasal güvensizlik gibi olumsuz değişim süreçlerinin, dini olumlu yönde etkileyen faktörler olduğu görülmektedir (Okumuş, 2003: 160, 170, 171).

Toplumsal değişimin din üzerindeki etkisi, yukarıdaki bazı tarihi ve güncel örneklerde görüldüğü gibi, her zaman olumlu yönde olmamaktadır. Değişimin din üzerindeki olumsuz etkileri konusunun, şüphesiz en tartışılan örneklerinden biri, ‘sekülerleşme’dir. Sekülerlik kavramı, geleneksel dini düşüncenin ve pratiğin rolü ve

öneminin hem birey hem de toplum için giderek azaldığı modern toplumlardaki değişim sürecini tanımlamada kullanılmakta ve özellikle, bilim ve rasyonel düşüncenin gelişmesiyle ortaya çıkan toplumsal değişimlerin bir sonucu olarak kabul edilmektedir. Sekülerleşme tartışmalarında cevabı aranan en önemli sorular, “Din gerilemekte midir?” ya da “Hızla gelişen teknoloji ve değişen toplumsal ve siyasal kurumlar dünyasında din bir tehlike içerisine midir?” gibi sorulardır. Ne var ki, bu sorulara verilen farklı cevaplar farklı sekülerleşme teorilerinin ortaya çıkmasına yol açmıştır. Đnsanlık tarihinin modern denilen görece yeni döneminde yaşanan bir dizi toplumsal gelişme, dinin toplumsal bağlamında ciddi kırılmaların yaşanıp yaşanmadığını sorgulamayı gerektirmiştir. Adına modernite denilen olgunun, geleneksel dini düşüncenin ve yaşantının, bireyin zihin dünyasında ve kurumsal yapıda egemenliğini yitirmesine yol açtığı ifade edilmekte ve ortaya çıkan bu süreçte bir yandan bilinç düzeyinde, öte yandan sosyal yapıda ortaya çıkan durum, sekülerleşme süreci olarak adlandırılmaktadır. 1960lı yıllara kadar herhangi bir ciddi sorgulamaya tabi tutulmaksızın bir mit olarak kabul edilegelmiş olan sekülerleşme olgusu, ilk defa bu dönemde aydınlanmanın ideolojik açılımından farklı bir düzlemde ele alınmış ve dinin modern toplumdaki görünümleri üzerinde çalışmalar yapılmaya başlanmıştır. Sonuçta, her ne kadar, modern zamanlarda geleneksel ve kurumsal dinin bir anlamda ciddi bir gerileme dönemine girdiği gözlense de, kurucu sosyologların dinin geleceğine dair “modernlik süreçleri yerleştikçe, dinin sönüp gideceği ya da bireylerin vicdanını ilgilendiren bir mesele haline geleceği” şeklindeki öngörülerinin gerçekleşmediği de bir gerçektir (Özay, 2007: 10, 13, 14, 118).

Din–değişim ilişkilerine dair bu kısa tartışmanın ardından şimdi de, bir yönüyle bu tartışmanın devamı niteliğindeki göç–din etkileşimi konulu kuramsal çerçeveye geçilebilir.