• Sonuç bulunamadı

Olumlu Etki: Gurbette ölüm, şehadettir

2. Kuramsal Çerçeve: Göç–Din Etkileşim

2.1. Göç Sürecini Etkileyen Bir Değişken Olarak Din(darlık)

2.1.1. Olumlu Etki: Gurbette ölüm, şehadettir

Göç sürecini olumlayan bir değişken olarak dinin/dindarlığın etkilerinin ele alınacağı bu kısımda, örneklem çerçevesi olarak Đslam dininin kutsal göç ‘hicret’ karşısındaki tutumu ele alınacaktır. Şöyle ki, Đslami bir terim olarak hicret/göç, genelde gayri müslim bir ülkeden (darülharpten) bir Đslam ülkesine göç etmeyi, özelde ise, bu şemaya ilk örneklik ve kaynaklık eden bir tarihi olay olarak, Hz. Peygamber’in ve Müslümanların 622 yılında Mekke’den Medine’ye göçünü ifade eder. Pek çok ayet ve hadiste bu tarihi olaya işaret edilmekle beraber; Kur’an–ı Kerim, Hz. Peygamber’den önceki dönemlerde de peygamberlerin ve onlara inanan insanların inanmayanlar tarafından hicret/göç etmeye zorlandıklarından ve bunların inançları uğrunda yurtlarını bırakıp başka yerlere gittiklerinden bahsetmektedir.32 Bu ayetlere dayanarak hicretin bütün peygamberlerin hayatında yer aldığı söylenebilir; inanmayanlardan görülen eziyet ve baskılar sonucu hak dini tebliğ imkanının ortadan kalkmış olması onları göç etmek zorunda bırakmıştır. Kitab–ı Mukaddes’te de örneğin Hz. Đbrahim’in hicretiyle Hz. Musa’nın Đsrailoğulları’nı Firavun’un zulmünden kurtarışı hikaye edilmektedir (Çıkış, 12/37, 38; 14/1–31; Resullerin Đşleri, 7/2–4).

Hz. Peygamber ve kendilerine inananlar da daha önceki peygamberler ve ümmetlerinin akıbetine maruz kalmışlar; Mekkeli müşriklerin Müslümanlara karşı takındıkları olumsuz tavır, baskı, eziyet ve işkenceye dönüşünce, Hz. Peygamber önce 615 ve 616 yıllarında bir grup müslümanın Habeşistan’a gitmesine izin vermiş ve sonra da 622 yılında Müslümanlar ile birlikte Medine’ye hicret etmiştir. Hz. Peygamber’in Mekke’den Medine’ye hicretiyle Đslam tarihinde yeni bir dönem başlamış; bu göç sadece bir mekan değişikliği boyutunda kalmamış, Đslam’ın daveti, teşri faaliyeti ve siyaseti açısından da bir dönüm noktası olmuştur. Bu nedenle, hicretin ve muhacirlerin değer ve şerefinden bahseden pek çok ayet ve hadis vardır.33 Bütün Müslümanlar da hicrete ve muhacirlere ayrı bir değer atfetmişler; sahabeyi

31 “Mevtü gurbetin şehadetün”. Bu Hadis–i Şerif için bk.: Đbn Mace, Cenaiz, 61.

32 Ankebut, 29/26; Hud, 11/80, 81; Hicr, 15/65; Araf, 7/88; Yunus, 10/90; Taha, 20/77, 78; Şuara, 26/52–67

sınıflandıran Đslam alimleri ilk sırayı daima muhacirlere vermişlerdir. Diğer yandan, hicretin siyasi açıdan da büyük bir değişime imkan sağladığı görülmektedir. Mekke’deki müşriklerin baskıları karşısında pek çok eziyet ve işkenceye maruz kalan Müslümanlar hicret sayesinde güç bulmuş ve Hz. Peygamber’in önderliğinde bir devlete kavuşmuşlardır. Medine bu devletin ilk başkenti olmuş; Hz. Peygamber memleketi Mekke’ye değil hicret yurdu Medine’ye defnedilmiştir. Çok kısa bir sürede güçlenecek ve tarihin en önemli aktörlerinden biri haline gelecek Đslam devletinin temelinde hiç şüphesiz hicret olayı vardır (Önkal, 1998: 458–461).

Medine döneminin ilk yıllarında Müslüman olan insanların Hz. Peygamber’in yanına hicret etmesi bir zorunluluktu ve bu imanla ilgili görülüyordu. Örneğin, Kur’an hicret etmeyenleri şiddetle kınamış ve onların akibetlerinin korkunç olacağını belirtmiştir (Nisa, 4/97). Hatta müminlere hicret etmeyenlerle yakın dostluk ilişkilerinin kesilmesi emredilmiştir: “Đman edip de hicret etmeyenlere gelince, hicret edinceye kadar onlarla sizin hiçbir yakın dostluğunuz ve ilişkiniz olamaz” (Enfal, 8/72). Medine’ye gelenlerin daha sonra oradan ayrılıp başka bölgelere yerleşmeleri de hoş karşılanmamıştır. Hz. Peygamber’in, “Allahım! Ashabımın hicretini kararlı kıl; onları tekrar geriye döndürme” diye dua ettiği bilinmektedir. Bu ve benzeri nasslar dolayısıyla Đslam alimleri bu devrede Medine’ye hicretin farz, oradan ayrılmanın ise haram olduğu görüşüne varmışlardır. Đslamiyet güç kazanıp, Müslümanların bulundukları bölgelerde onlara yönelik baskılar ortadan kalktıktan, dinin esaslarını kolayca öğrenme imkanı doğduktan ve nihayet Mekke fethedildikten sonra ise hicret/göç bir zorunluluk olmaktan çık(arıl)mıştır. Bu derece önem verilmesine bağlı olarak hicretin daha Peygamber döneminde bir takvim ve tarih başlangıcı sayıldığı görülmektedir. Hicretin resmen takvim başlangıcı sayılması ise, Hz. Ömer zamanında gerçekleşmiştir (Önkal, 1998: 462).

Hicret’in tarihi, toplumsal ve ekonomik yönden olduğu gibi dini, siyasi ve hukuki yönden de bir takım sonuçları olmuştur. Müslümanlar, hicretle birlikte Mekke müşriklerinin zulüm ve baskısından kurtularak Medine’yi yurt edinince Đslam’a yeni girenlerin de gerek zulüm ve baskıya maruz kalmadan yaşamaları, gerekse yeni kurulan Đslam toplumuna destek olmaları ve Đslam esaslarını öğrenme

imkanına kavuşmaları bakımından onlara katılmaları büyük önem arz ediyordu. Bundan dolayı Medine’ye göç, dini bir vecibe olmanın yanında göç etmeyenlerin ulaşamayacağı bir fazilet de sayılıyordu. Bu nedenle birçok ayette hicret cihadla birlikte anılmış, Allah yolunda göç etmenin önem ve faziletine işaret edilmiş, kişinin hayatını ve inancını korumak için vatanını terk ederek başka bir yere göçmesi sebebiyle karşılaşacağı zorluklara katlanması bakımından da Đslam’a bağlılığın göstergesi sayılmıştır.34 Hicretin bazı önemli hukuki sonuçlarının belirtildiği bir hadiste Hz. Peygamber, ordu komutanlarına şöyle demektedir: “Müşriklerle karşılaştığınızda … onları Đslam’a davet edin ve eğer kabul ederlerse … onları kendi yurtlarından darülmuhacirine [hicret yurdu Medine’ye] göç etmeye çağırın…” (Đbn Mace, Cihad, 38; Tirmizi, Siyer, 48). Bu hadisten anlaşıldığı üzere başlangıçta Đslam’a girenlerin kendi yurtlarını terk edip Medine’ye göç etmeleri farzdı. Çünkü yeni Müslüman olanların Đslamiyet’in hükümlerini öğrenmeleri ve Đslam toplumunun çekirdeğini oluşturan muhacirlere ve ensara destek olmaları zaruri idi: “… Onlar ‘Biz yeryüzünde dinin emirlerini uygulamaktan acizdik’ deyince melekler, ‘Allah’ın arzı geniş değil miydi? Siz de hicret etseydiniz ya’ derler. Đşte onların [hicret etmeyenlerin] barınakları cehennemdir. O ne kötü bir yerdir!” (Nisa, 4/97).

Bu arada belirtilmelidir ki, hicret, göç etmeye gücü yetenler ve dinleri hususunda baskıya maruz kalanlar için farz kılınmıştır. Çünkü Hz. Peygamber, örneğin Hz. Abbas gibi baskı altında bulunmayan bazı kişilere Mekke’de kalma izni vermiştir. Medine’ye hicretin farz oluşu, “Fetihten sonra hicret yoktur”35 hadisinin de gösterdiği gibi Mekke’nin fethine (630) kadar devam etmiştir. Dolayısıyla, fetihle artık darülislama dönüşen Mekke’den hicret etmek son bulmasına karşın, darülharpten darülislama hicret kıyamete kadar devam edecektir. Darülharpten darülislama hicretin devamlı bir vecibe olarak kalmasının amacı ise, darülharpte inançları sebebiyle baskıya maruz kalan Müslümanların darülislama gelerek kurtulmaları, dinlerinin gereğini yerine getirebilecekleri bir ortama kavuşmaları ve darülislamdaki Müslümanlara destek olmalarıdır. Zira Mekke’nin fethiyle hicretin

34 Bakara, 2/218; Al–i Đmran, 3/195; Nisa, 4/97; Enfal, 8/72, 74, 75; Tevbe, 9/20; Nahl, 16/41, 110; Hacc, 22/58; Haşr, 59/8, 9

son bulduğunu belirten hadisler yanına hicretin kıyamete kadar devam edeceğini bildiren hadisler de vardır: “Tövbe sona ermedikçe hicret sona ermez; güneş Batı’dan doğuncaya kadar da tövbe son bulmaz”. “Kafirlerle savaş devam ettikçe hicret sona ermez” (Darimi, Siyer, 70; Nesai, Beyat, 15). Hicret hakkındaki nassları bir bütünlük içinde yorumlayan Müslüman hukukçuların büyük çoğunluğu, darülharpte inançlarını açıkça söyleyemeyenlerin ve farzları yerine getiremeyenlerin hicrete güçleri yetiyorsa darülislama hicret etmelerinin farz ve darülharpte kalmalarının haram olduğunu belirtmiştir. Dolayısıyla, hicret etmedikçe farzları yerine getirmek mümkün değilse hicret farz olur (Özel, 1998: 462–464).

Yukarıda görüldüğü gibi, Đslam’da göçün, dinin ve dindarlığın bir gereği olarak tezahür ettiği ve hatta dini bir zorunluluk (farz) haline geldiği şartlar söz konusudur. Dolayısıyla din(darlık), bu şekilde bir göç nedeni olarak ortaya çıkabildiği gibi, benzer biçimde, göç edilen yeni toplumla bütünleşmeyi yani entegrasyonu onaylayan, teşvik eden, destekleyen bir faktör de olabilmektedir. Dindarlığın entegrasyon karşısındaki tavrı söz konusu olduğunda, Kur’an’dan ayetler ya da hadisler sıralanmakta ve ön plana çıkarılan – liberal ya da fundamentalist – çizgiye göre bu nasslar yorumlanmaktadır. Bu çizgilerin liberal olanı, gayrimüslimlerle barış içinde yaşanması ve işbirliğine girilmesini onaylarken; Kur’an’daki bazı buyrukları (‘Tanrı alkolü değil, sarhoşluğu yasaklamıştır’ gibi) aklileştirici, maneviyatçı ya da (‘Zina durumunda ölüm cezasını uygulayabilmek için olaya şahit olan dört erkeğin olması gerekir ki bu imkansızsır. Demek ki Tanrı idam cezasını istememektedir’ gibi) çok pragmatik36 yorumlarla yumuşatmaktadır (Roy, 2003: 87). Liberallerin karşısında yer alan fundamentalistler ise, gayrimüslimlerle ilişkiler konusunda – kendilerince – daha tavizsiz bir tavır takınmaktadırlar.

Bazı Şafii alimlerine göre, darülharpte dinini açıkça yaşayabilen bir müslümanın, Đslam’ın yayılacağını umuyorsa orada kalması darülislama göç etmesinden daha faziletlidir. Hatta bu göçmenin, darülharpte dinin gereklerini serbestçe yerine getirmesi yanında hicretiyle de Müslümanlara yardımcı olması söz

36 ‘Zina durumunda ölüm cezasını uygulayabilmek için olaya şahit olan dört erkeğin olması gerekir ki bu imkansızsır. Demek ki Tanrı idam cezasını istememektedir’ gibi

konusu değilse ikameti farzdır. Çünkü bu Şafii fakihlerine göre, darülharpte Müslüman kendini korumaya ve müstakil olarak yaşamaya muktedir olduğu takdirde onun bulunduğu yer darülislam sayılır; orayı terk etmesi halinde o yer darülharbe dönüşeceğinden terki caiz olmaz. Öte yandan, günümüzde çalışma ve eğitim–öğretim amacıyla ve kendi istekleriyle Đslam ülkelerinden Batı ülkelerine göç eden Müslümanların durumu geçmişte benzeri olmayan, dolayısıyla fukaha arasında tartışılmayan yeni bir gelişmedir. Bunun meşrulaştırılması konusunda bazı araştırmacılar Habeşistan’a hicret modeline atıfta bulunurken, bazıları da gerek Đslam’ı tebliğ etmenin, gerekse Müslüman toplumların kalkınması için modern bilim ve teknolojinin öğrenilmesinin önemi sebebiyle bu ülkelere gitmenin yalnız mubah değil aynı zamanda gerekli olduğunu ileri sürmektedir. Buna ayrıca ticari ilişkilerin geliştirilmesi, iş ve çalışma imkanlarının aranması gibi hususlar da eklenmekte ve gayrimüslim ülkelere göçün genel olarak ihtiyaç ve zaruret prensiplerinden hareketle meşru sayıldığı görülmektedir. Ayrıca gayrimüslim ülkelerden Đslam ülkelerine hicretin gerekçesi, müslümanın can ve mal güvenliğiyle dinin temel hükümlerini serbestçe yerine getirme imkanının bulunmaması olduğundan geçmiş dönemlerin aksine milletlerarası ilişkilerde daha çok barışın hakim olduğu günümüzde ve özellikle demokratik Batı ülkelerinde dini tebliğ ve yaşama konusunda şartların birçok Müslüman ülkeden daha uygun olduğuna da dikkat çekilmektedir. Dolayısıyla, milletlerarası ilişkilerde insan haklarıyla ilgili telakkilerin ön plana çıktığı, global ve dinamik bir rekabetin hakim olduğu zamanımızda müslüman azınıkların birçok yerde sistemi zorlamasının sonucunda yeni şartlar oluşmakta, fevkalade durumlar dışında Müslüman bir ülkeye hicret/göç yerine, Müslümanların bulundukları yerlerde güçlenmesine yönelik politikalar önem kazanmaktadır (Özel, 1998: 465, 466).

Görüldüğü üzere, klasik dönemde darülislam–darülharp tartışmaları bağlamında, Müslümanların darülislama göç etmelerinin gereği üzerinde durularak gayrimüslim ülkelere göç olumsuzlanmakta iken; görece çağdaş bir gelişme olan gayrimüslim Batı ülkelerine kitlesel Müslüman göçü karşısındaki bazı yorumlar, bu yeni göç türünü olumlamaktadır. Ne var ki, Batı ülkelerine göç ve onun sonuçları

karşısında daha olumsuz ve eleştirel tutum ve yorumlara da rastlanmakta olup; aşağıdaki kısımda bu tavır ve çekinceleri yansıtan bazı örneklere yer verilecektir.