• Sonuç bulunamadı

İki üç yıldan beri Akşehir’de, iyi bir gelenek kurdular. Türklerin dünya yüzünde en büyük feylesofu olan Nasrettin Hocayı anıyor, temsil ediyor, yaşatıyorlar. Burada yaşatmak kelimesi uygun düşmedi, çünkü büyük ölülerimiz arasında, başkasının himmetine ve propagandasına muhtaç olmaksızın, onun kadar “yaşayan” ı hemen yok gibidir. Hoca Merhum, sözün dolun anlamı ile, milli bir şahsiyettir. Milli şahsiyet, kitaba ve gazeteye geçmeksizin, dağ köylerinden büyük şehirlere kadar, herkesçe bilinen ve sevilen kıymetler demektir. Onlar, kendilerini bütün derinlik ve genişliği ile, hiç zorlamadan halka kabul ettirirler. Ağızdan ağza, atadan evlada, kutsal bir miras gibi yayılırlar. Halkın gizli sorularını, müşküllerini çözmeğe, hayatlarına bir yön vermeğe yararlar. Onlarsız, milli kültür yoksul kalır, onlar olmasa, halkımız basit anlayışsız olurdu.

Milli şahsiyetin başka bir özelliği, yediden yetmişe ve ümmiden bilgi, ne kadar bütün yaşları ve bütün zevkleri doyurması, tatmin etmesidir. Düşünülsün ki, bir Nasrettin Hoca, yeraltı kulübelerinden şehirdeki saraylara kadar ve çağlar boyunca, söylenmiş, sevilmiş, güldürmüştür. Hocamız, şu veya bu diyarda yaşamış, filan veya falan yüzyılda doğmuş olsa da olmasa da onu kutup tanıyan zeka ve gönüllerde hiçbir değişiklik olmayacaktır. Merhum bütün Anadolu, bütün Türklük, hatta bütün insanlık demektir. Hoca’nın öz latifeleri arasında bugün bir ayıklama yapmak oldukça zor bir iş... Fakat Türk Milletinin hayata bakış tarzını, zeka ve nükte perdesinden açığa vuran bu üstün mizahın temel karakteri aranabilir.

Hoca fıkraları, dünyaya, tatlı, yumuşak ve hoş görücü bir gözle bakarlar. Milletimizin sabrı ve müsamahası kadar, kibarlığı ve mertliği de, o nüktelere revnak vermiştir. Bu, zeka, sinsi, kaba, atılgan ve alaycı değildir. Hoca, toplumun ahlak ve inançlarına dokunmaz, devlete, dine, insan haysiyetine saygılıdır. Derin ve çelebi ruhlu olup basit, açıkgöz, müraiyi ve kurnaz değildir. Çoğu fıkraları, küçük şehir, kasaba veya köy havasını yaşatmakla beraber, bütün çağlar ve bütün halklar için ibret sayılacak

değerdedir. Zaten, şehirler çok büyümüş, teknik fazlasıyla gelişmiş, ama, insan ve hayatla ilgili meseleler, bundan yedi yüz yıl önceki Akşehir’de olduğu gibi kalmıştır. Hemen her lafı, tatlıya bağlamak için Nasrettin Hocayı öne sürüşümüz, buna en sağlam belgedir. Aynı meseleye birkaç açıdan bakmak, dar görüşe, ham ervahlığa iltifat etmeyiş, değer yargılarının her insana göre değiştiğini belirtmek, milleti teşkil eden bütün katlara sevgi ve muhabbet ile bakmak, bu milli dehanın esas çizgileridir.

Bu mizah, bütün hayat ilişkilerini ihtiva etmeye çalışmıştır. Konu, madde, aksesuar bakımından son derece zengindir. Ekonomik, ahlak, hukuk, eğitim ve tüm hayat zorlukları, hoşgörücü zarif bir zeka ışığına bürünüvermiştir. Hocayı hiçbir sınıf, bölge ve zümreye mal edemeyiz. Her fikir ve inanç, onda asıl değerine bağlanmıştır. Mücadeleci, ham, soğuk, bir insan değildir. Hocamız umutsuz ve kötümser değildir. Kimseye düşmanlık etmemiştir. Mizah sanatını, propaganda çukuruna düşürmemiştir. Bu derece benimsenip sevilmesinde asalet ve kibarlığının çok büyük hissesi vardır. Mizahı sululuk, kabalık ve düşmanlık konusu yapanlar, o en büyük neşe ve irfan hocasının dersinden niye faydalanmazlar, bilmiyorum.

KABAKLI, Ahmet,Halka ve Olaylara Tercüman,25 Haziran 1962;yıl:1,sayı:253, sfy:2 Nasrettin – Şehir

Nasrettin Matbaası, Nasrettin Tuhafiyecisi, Nasrettin şekercisi, Nasrettin, Nasrettin , Nasrettin ! Sokakta, caddede, meydanda, türbede, dillerde, ve kalplerde Nasrettin! Akşehir demek, Nasrettin şehri demekmiş.

Nasrettin Hoca Derneğinin nazik davetine giderken böylesine bir şehir ve böylesine candan insanlarla karşılaşacağımı ummamıştım. Nasrettin Hoca Derneğinin sessiz görünen genç başkanı Cevdet Köksal’dan Nasrettin Hoca Türbesinin on yaşındaki mini mini çocuğuna kadar herkeste Nasrettin Hocadan kadim Selçuk ve Osmanlı terbiyesinden çok şeyler gördüm. Anadolu’yu bozkıra çeviren, ormanı yakan, yeşili kurutan eller Akşehir’e uzanamamış, Hocamızın ruhaniyeti Akşehir’i siyanet etmiş olsa gerek. Bursa’ya giden herkes “Yeşil” e uğrar. Yeşil’den ovaya baktığı zaman hangi huzur duyarsa, Akşehir’e uğrayanlarda muhakkak “Hıdırlık” a çıkıp Akşehir ovasını seyretmelidirler. Yeşil renk “Yeşil” de azmışsa, Hıdırlık’ta kudurmuştur. Ayağınızı bastığınız noktadan başlayan yeşil, ufuk çizgisi üzerinde yerini Akşehir gölünün açık

mavisine terk eder. İşte biz bu yeşil cümbüşte üç gün üç gece Nasrettin Hoca ile dolup taştık.

Nasrettin Hocanın şahsiyetinden yarınki yazımızda bahsedeceğim. Şu kadarını peşinen söyleyeyim ki, Nasrettin Hocamız Fuat Köprülü, İbrahim Hakkı Konyalı, Refi Cevat Ulunay, Aziz Nesin, Mehmet Önder, Kemal Tahir gibi çeşitli dünya görüşü olan kişileri bir salonda toplayabilmiş tek kudrettir. Bunlara birde bizim Babıali’nin Halil Lütfi Dördüncü’yü katabilirsiniz. Belki inanmazsınız ama, Vallahi de Billahi de Halil Lütfi oradaydı ve kesesinden masraf ederek Akşehir’e gelmişti.

Nasrettin Hoca için tertiplenen günlerin programı elime geldiği zaman Akşehir’de gerçekten Nasrettin Hocanın yaşadığına inanmıştım. Çünkü bu programın altında yaşayan bir Nasrettin Hoca ruhunun mevcut olduğunu sezmiştim. Programa Nasrettin Hocayı anma veya ihtifal diye bir kelime eklenmemişti. Çünkü Nasrettin Hoca her gün dünyanın her tarafında anılmaktadır. Programı tertipleyenler adına “Nasrettin Hoca Festivali” demekle Hocanın “Hayrül Halefleri olduklarını ispat ettiler.

Hani eskilerin “günahı kebair” dedikler, bir söz vardır. Yılda bir defa olsun Nasrettin Hocayı ziyaret etmemekte günahı kebairden yani bugünkü deyimle büyük günahlardan biridir. Her gün evimizde, yanımızda ve dilimizde olan Nasrettin Hocayı ziyaret etmemek, ziyaretini iade etmemek Türk ahlakına uygun olmayan bir görgüsüzlüktür. Akşehir’e uğradığınız zaman sizi ağırlayacak konforlu otelleri lokantalar bulabilirsiniz. Her sözde ve her yüzde Nasrettin Hocadan muhakkak bir şeyler vardır. Hıdırlığa çıkın; ovanın yeşili, çam ve çiçek kokuları birkaç günde size sıhhatinizi ve neşenizi Kazandırır. Her türlü meyvenin bol, suların soğuk ve fiyatlarının çok ehven olduğu bu şirin şehir dahili turizmin Anadolu ortasında bir sembolü halinde durduğu halde yıllar yılı eğlenceyi çok uzaklarda ve çok masraflı yerlerde aramış olmamız memleketi tanımadığımızdandır. Tarihin tabiatla kucak kucağa yaşadığı bu beldede çok şeyler görmek kabildir. Minarede Selçuk stili, kubbede Osmanlı tarzı, mihrapta Anadolu medeniyetinin yaşadığı Akşehir’de bizim olan on asırlık bir medeniyeti, serin serviler altında doya doya teneffüs etmek, bu fani dünyada yaşanması gereken bir zevktir. ALP, Ali Rıza, Halka ve Olaylara Tercüman, 29 Haziran 1962; yıl:1, sayı:257, sayfa:3

Hocanın Hayatı

Hocanın Akşehir’deki türbesinin kitabesinde Miladi 1284, Hicri 683 tarihinde vefat ettiği yazılıdır. Fakat bu kitabe gerçekten Nasrettin Hoca diye Türk mizahının baş köşesinde oturan insana mı aittir yoksa o devirde vefat eden Nasrettin namındaki başka bir kimsenin midir; bu nokta henüz kesin olarak tarihi bir kayda bağlanamıyor. Ancak türbedeki kitabede bulunan taşın tarihi Nasrettin Hocanın şakacılığına kinaye olarak ters yazılmıştır ve tersinden okunduğu zaman 682 rakamı meydana çıkmaktadır.

1476 tarihinde Gedik Ahmet Paşa tarafından umumi bir evkaf ve emlak tabirinde Hocanın türbesi ile bir medresenin de bulunduğu ve ikisinin de harap bir halde olduğu kayıtlıdır. Bu kayda rastlayan zat İbrahim Hakkı Konyalıdır. Festivalde kendisine başka bir malumata rastlayım rastlamadığını sorduğumuz zaman, Nasrettin Hoca hakkında başka hiçbir tarihi malumata rastlamadığını, fakat zamanla Hocanın tarihi ve şahsiyeti ile ilgili vesikaların bulunacağından ümitli olduğunu söyledi. Bir iddiaya göre, Nasrettin Hoca 605 (1208) yılında Sivrihisar’ın HORTO köyünde doğmuştur. Akşehir’e gidip yerleşmiş ve orada vefat etmiştir. Bu bilgiler çevresi içinde Hocanın 78 yıl yaşadığını öğreniyoruz. Pir Ebi ve Hace-i Cihan ile çağdaştır. Hoca Fakih'ten ders almıştır. Evliya Çelebi Akşehir’i ziyareti esnasında Rumeli Beylerbeyi Hasan Paşa tarafından yaptırılan İmaret Camii kapısının sonuna rastlayan sütunun taban kısmındaki tunç bilezik üzerine ziyaretini hakketmiştir. Akşehir’i ziyaretimizde bu yazıyı okuduk. Evliya Çelebi bu ziyaret hatıraları arasında Nasrettin Hoca hakkında tarihi kıymet ifade edebilecek bir malumat veremediği gibi, Şair Ahmedi’ye ait bir fıkrayı, Timur’la Nasrettin Hoca arasında cereyan etmiş gibi göstermesi uzun zaman Hocanın Timur devrinde yaşadığı kanaatinin yayılmasına sebep olmuştur. Halbuki ziyaretimizde, Nasrettin Hocanın türbesini alttan altı direkten biri üzerinde mürekkeple yazılmış ve bugün dahi en küçük bir solukluk göstermeyen satırlarda şu ibareyi okuduk;

“Yazı ebedi, ömür fani, kul asi, Tanrı affedicidir-Yıldırım Beyazıt askerlerinden Mehmet 796 yılında yazdı.” Bu kayda göre, Nasrettin Hoca Timur devrinden bir asır evvel yaşamıştır.

Bir başka iddiaya göre, Kastamonu beyi olan Çobanoğullarından Yavlak Aslan’ın oğlu Nasrettin Mahmut’tur. Mahmut Anadolu’daki Moğol orduları başında bulunan Veliaht

Geyhatu’nun güven ve takdirini Kazanmış ve halkı Moğol zulmünden korumuştur. Fakat bu Nasrettin bir baskın esnasında 700 tarihinde Kastamonu’da ölmüştür. Belki Timur fıkraları bu münasebetle Nasrettin Hocaya mal edilmiştir. Kastamonu beylerinden Nasrettin ile Nasrettin Hoca arasında başka bir münasebet kurmak imkansızdır. Zaten bize lazım olan Nasrettin Hocanın kim olduğu değil, ona atfedilen sosyal görüştür. Bu hususu gelecek yazımızda belirteceğiz.

ALP, Ali Rıza, Halka ve Olaylara Tercüman, 30 Haziran 1962; yıl:1, sayı:258, sayfa:3 Hoca’nın Şahsiyeti

Nasrettin Hoca ister gerçekten yaşamış olsun, ister efsanevi bir şahsiyet olsun; bu ona atfedilen fıkralardaki “Mükemmeliyet” unsurunu zedeleyemez. Cemiyetin her tabakasına hitap eden Hocanın fıkralarındaki hususiyet güldürücülükten ziyade düşündürücülüktür. Fıkralarının yaygınlığı şahsiyetinin kuvvetliliğine ve her şeyden evvel Hocanın hadiselerin içine girme yönünün kuvvetine işarettir. Bu bakımdan Hoca, imam ve kadı olmasına rağmen ilmiye sınıfının ölçülerinin dışına çıkarak cemiyet adamı olmuştur. Bektaşi fıkraları ile Hoca fıkraları arasındaki fark buradadır. Bektaşi’de, mutaassıp sınıfı hicvede, dünyayı başka bir zaviyeden gören ve bu görüşünü binlerce fıkrası arasında değiştirmeyen bir eda vardır. Halbuki Hoca cemiyeti muhtelif zaviyelerden görmesini bilir. Hicvettiği zihniyet Bektaşi’de olduğu gibi dar bir yobaz zihniyeti değildir. Hoca o tatlı edasıyla, yobaz kadar cemiyetin bütün sahte kıymetlerini hicveder.

Bekri Mustafa fıkraları de Bektaşi fıkraları gibi cemiyeti tek açıdan görür. İncili çavuş fıkraları ise dalkavukluk üzerine kurulmuş, en dar ve kötü açıdan cemiyeti gören fıkralardır. Bundan ötürü Bektaşi, Bekri Mustafa ve İncili Çavuş fıkraları muayyen meclislerin malıdır. Halbuki Hocanın fıkraları için hudut çizmek hatalıdır. Cemiyete açıktan sarhoşa, çocuktan ihtiyara kadar mizaç ve düşünce seviyeleri ayrı ayrı olan insanlar için Nasrettin Hoca aynı değer ölçüsü ile aranır ve sevilir. Hoca fıkralarının bütünü içinde kendine has bir dünya görüşü sezilir. Esasen Hocaya mal edilen hakiki veya gayri hakiki fıkraların bu zaviyeden ele alınıp ayıklaması yapılabilir.

Hoca, ilk nazarda gerçeklere aykırı konuşuyor gibi görülür. Gerçekte bu tezat Hocaya ait bir tezat değil, cemiyete ve cemiyetin kıymet hükümlerine bir tezattır. Hocanın

cemiyeti hicvedişi de bu noktadadır. Hoca keskin hiciv zekası ile karşısındakini hicvederken incitmez, okşar. Bu bakımdan Hocanın tenkitleri daima yapıcıdır. Yine bu gerçeğe aykırı görünüş altında, iyiliği arzulayan bir ruhun tertemiz ışıklarını görmek kabildir. Hoca, mezhep, tarikat gibi insanları tek kanala doğru iten hislerden uzaktır. Karşısında türlü dinler, türlü düşünüşler aynı muameleyi görür

ALP, Ali Rıza, Halka ve Olaylara Tercüman, 1 Temmuz 1962; yıl:1, sayı:259, sayfa:3 1.3.2. Destan

Destandan Piyes

Türk Milli destanlarının asılları kaybolmuş, ancak özleri bazı yabancı milletlerin tarihlerinde bulunmuştur. Bunlardan biri de “Gılgamış Destanı”dır. Bazı milletlerin milli destanlarını şairler derlemişler, yeniden yazmışlardır; bizimkileri şair Basri Gocul yazmış ama henüz bastırmak imkanını bulamadı. Bursa’da Ziraat Bankası’nın bir kasasında uyumakta olduğunu duyduk. Gılgamış Destanı’nı ise Orhan Asena modern bir piyes şeklinde yazdı, ilk defa olarak Ankara Devlet Tiyatrosu sanatçıları tarafından 3 kasım 1954’te sahneye kondu, pek beğenildi. Eseri son zamanlarda Maarif Vekaleti bastırdı. “Tanrılar ve İnsanlar isimli bu eser dört perdelik bir dramdır. Aslına nispetle biraz değiştirilmiş, daha şairce ve insanca bir şekil verilmiştir. Destanın aslı şöyledir: “Uruk isimli Sümer şehrinin Gılgameş isimli “yarı Tanrı” bir kralı vardı, uzun boylu, geniş omuzlu, uzun ve kıvırcık saçlı, güzel sakallı bir pehlivandı. “Gılgameş şehrinin surlarını ve tapınağını halka yaptırtmış, bu yüzden onların sevgisini kaybetmiştir. Bir gün halk kendilerinin bu zalim kraldan kurtarılmaları için Tanrılarına yalvardılar, Tanrılar Engidu isimli bir kahraman yarattılar, yeryüzüne indirdiler.

“Engidu uzun boylu, uzun saçlı, vücudu kıllı bir adamdı. Uruk civarındaki ormanların yırtıcı hayvanlarıyla birlikte yaşıyordu, ceylanlar gibi yalnız ot yiyordu. “Gılgameş bir kurnazlıkla Engidu’yu şehre getirtti, onunla boğuştu, yendi, fakat öldürmedi. Dost oldular.

Uruk yakınlarındaki ormanlarında Tanrıların “Humbaba” isimli dev gibi bir bekçileri vardı. Boyu Gıgamış’ın iki misli, vücudu en az beş misliydi, kuvveti ise daha fazlaydı. Nefesi alev, sesi gök gürlemesi gibiydi. Gılgameş ve Engidu onunla savaşmaya karar

verdiler, pek keskin iki kılıç yaptırdılar yola çıktılar. Tanrılarından yardım dilediler, ormana varınca Humbaba’ya iki taraftan saldırdılar, yere yıktılar ve başını kestiler. “Engidu bir müddet sonra öldü. Gılgameş pek üzüldü, altı gün altı gece yas tuttu. Ölümden korktu. “Sonsuz Hayat Otu” nu bulmak ve ölmezler arasına katılmak içim dağları ve ölüm denizini aştı. Tanrılar ona “Sonsuz Hayat Otu” nun denizin dibinde olduğunu bildirdiler. “Gılgameş denizin dibine indi, otu çıkardı. Lakin yurduna dönerken otu bir yılan kaptı, yedi ve gençleşti. Gılgameş perişan ve umutsuz yurduna döndü.”

Orhan Asena bu basit hikayeyi, zihinlerde şüpheli ve meçhul bir nokta bırakmayacak şekilde işlemiş, mükemmel bir dram yapmıştır. Bu dramda Gılgameş, halka ısdırap değil, haz ve saadet vermeyi isteyen bir varlıktır, seven bir insandır, o kadar ki yaşamayı artık korkunç bulmaktadır. “Yaşamk, Engidusuz yaşamak, İştarsız yaşamak, yüzünü ruhunu yitirmiş olarak yaşamak, dostsuz düşmansız yaşamak!...” Gılgameş sonsuz hayata kavuşmuştur, fakat muzdariptir, tek ümidi bir gün insan elinin kendi eline dokunabileceği ümidinden ibarettir. Hoşça kalınız!

KAFLI, Kadircan, Hadiselere Tercüman, 18 Ocak 1960; yıl:5, sayı:1657, sayfa:3 Basri Gocul ve Milli Destan

Milli destan şairi Basri Gocul bir ilkokul öğretmenidir, uzun seneler köylerde hocalık etmiştir, şimdi nerede bulunduğunu bilmiyorum, ancak bir gazetede, yorgun ve hasta olduğunu okudum ve üzüldüm. Şifalar dilerim.

Basri Gocul bir köy öğretmenidir, ama Türk diline hakimdir, eski ve yeni Türk anlamlarını derinliğine ve genişliğine kavramıştır. Arınmış ve akıcı bir üslubu vardır, klasik Türk vezinleriyle yazar, benzetmeleri, vezinleri kafiyeleri öz Türk’tür. Şair Basri Gocul yirmi sene çalışmış, eski ve dağınık Türk destanlarını incelemiş, birinci cildi Kpuzlama, ikinci cildi Oğuzlama adıyla iki ciltlik bir Türk destanı yazmış, 1944 senesi Cumhuriyet Bayramı’ndan biraz önce Cumhuriyet Halk Partisi genel sekreterliğine sunmuş,o makam da incelenmek üzere Türk Dil Kurumuna göndermiş, dil kurumu beğenmiş, şaire bin lira mükafat vermiş, bastıracağını bildirmiş.

Bastırıldı m? Hayır… Hâlâ duruyor. Beğenildi de niçin bastırılmadı? Şaire göre sebepler tamamıyla şahsi ve hissidir. Destanlar yaratmış olan Türk milletinin derli tolu

bir milli destandan mahrum bulunması acıdır. Milletler var ki başkalarının destanlarını edebiyatlarına mal ediyorlar, biz kendi destanımızı ihmal etmişiz. Türk hükümdarı Gazneli Mahmud’un teşvikiyle, Firdevsi, İran edebiyatına Şahnameyi kazandırmıştır ve Şahname, İran’ın milli dili olan Farsçayı olümden kurtarmıştır. Türkçe ise geçmiş asırlarda Arap ve Fars dilinin istilasına uğramıştı, şimdi de Batı dillerinin istilasına uğrar gibidir. Bir milli destan dili ülkemizi yabancı istilalardan korumaya da yarayacaktır. Basri Gocul’un eserini tüm olarak okuyup incelemek fırsatına eremedim, bu sebeple kesin bir hüküm veremeyeceğim, lakin bazı şiirlerini okudum ve ehliyetine inandım. Kırk ahlaksız hizmetlisi Dirse Han’ı kâfir iline kaçırmışlardır; Dirse Han’ın hanımı dertli dertli söylenmektedir:

“Kılıcın duvarda asılı kaldı, Okların oklukta basılı kaldı, Hatunun bahtına püsülü kaldı, Eşim, eşim, eşim, eşim, eşim hey!... “Başın nerdedir? Yastığın burada, Yem mi eylediler kuş ile kurda? Dönmiyecek misin bir ahi yurda, Eşim, eşim, eşim, eşim, eşim hey!... “Bin ağıt koşulsa gene az sana, Erlği sevmiyen acımaz sana, Ömrümce tutarım elbet yas sana, Eşim, eşim, eşim, eşim, eşim hey!...

Türk Dil Kurumu bu eseri dolapta küflendirmekten zevk mi duyar? Bastıracaksa bastırsın, bastırmayacaksa şaire bildirsin, o da başka çare arasın! 1944’ten bu yana tam 18 sene geçmiş, bir müracaatın cevabı bu kadar gecikir mi? Bastırmağa kararlı ise bu kararın tatbiki niçin bu kadar ihmal edilir? Bu konuyu on sene evvel de yazmıştım, geçenlerde şair Basri Gocul, bana gönderdiği birkaç broşürle tekrar hatırlattı, galiba onun hastalığında bu ihmalin de tesiri çoktur. Hoşça kalınız!

1.3.3. Fıkralar