• Sonuç bulunamadı

Devlet sırrı olan manto!

Jean Anoulth’un Piccadilly Tiyatrosunda temsile başlanan piyesinin galasında İngiltere Kraliçesi bir ipekli manto giymiştir. Bu mantoyu diken terzi meçhuldür. Kraliçenin resmi terzileri olan Norman Hartnell ve Hardy Amles’nin bu son derece sade fakat şık ve zarif mantoyu dikmedikleri bilindiğine göre muhtemelen ecnebi bir terzi olduğu sanılan üçüncü sanatkarın adı merak edilmektedir. Bütün soruları Bucingkham sarayının sözcüleri cevapsız bırakmış ve meçhul terzinin adını açıklamayı şiddetle reddetmişlerdir.

Biz olmasaydık

Çok küçük bir otomobil durakta bekleyen otobüsün arkasına bütün hızıyla gelip çarpar ve durur. Sadmeyi duyan otobüs şoförü camdan başını çıkarır ve otomobili kullanan hanıma bakarak:

- Affedersiniz madam, der. Yol üstünde biz yokken arabanızı nasıl durduruyorsunuz. Olsa olsa!

Anne telaşla salona girip çocuğuna sorar:

- Toto, papağan kafesinden çıkmış. Ne tarafa geçtiğini gördün mü?

O sırada kitap okuyan Toto başını kaldırmaksızın elini salonun bir köşesinde yalanmakta olan kediye doğru uzatır:

- Biraz evvel kedi konuşmaya başladığına göre bu tarafa geçmiş olacak. Suçları yok

Bir elektrik direğine çarpıp parçalanan otomobilin içinden üç sarhoş burunları bile kanamadan çıkarlar. Kaza yerinde bulunan polis kendilerini sorguya çeker:

- Haydi söyleyin bakalım otomobili hanginiz kullanıyordu? İçlerinden en az içmiş olanı cevap verir:

- Hiç birimiz. Biz üçümüzde arabanın arka koltuğunda oturuyorduk! Tasarruf

- Birader, bu benim horozum kadar tembel horoz hayatımda görmedim. Sabahları civardaki horozların hepsi ötüşünü bitirene kadar bir türlü karar veremiyor. Onlar sustuktan sonra sesini çıkarıyor.Arkadaşı, bunda şaşacak ne var diye cevap verir: - Benimki ondan da beter. Etraftaki horozların ötmelerini dinliyor ve sonra hiç ses çıkarmadan başını eğerek tasvip ediyor.

Hangisi değerli !

Yeni Gine’nin vahşi ormanları içinde bulunan Avrupalı bir çiftlik sahibinin karısı oradaki yerli kadınlardan birinin boynundaki kaplan dişlerinden yapılmış kolyeyi göstererek sorar:

- Sanıyorum ki boynunuzdaki şu kaplan dişinden yapılmış kolye sizin için, bizim inci kolyelerimiz kadar değerlidir.

Yerli kadın cevap verir:

- Ne münasebet! Bizim ki çok daha değerlidir. Çünkü inciyi çıkarmak için bir istiridyenin ağzını herkes açabilir.

V.T. ,Halka ve Olaylara Tercüman, 12 Nisan 1962; yıl:1, sayı:182, sayfa:4 Olaylar – Fıkralar

El yazısı

Amerikan Tiyatro yazarı Tennesce Williams’ın son günlerde müthiş canı sıkılıyormuş. Israrla soran dostlarına sebebini şöyle anlatmış:

- Bir müzayede yapılıyordu. Türlü eşya arasında bir ara eski bir piyesimin el yazımla yazılmış eski bir metni satışa çıkarıldı. Arttırma sonunda birisi altı bin dolar vererek piyesi satın aldı. Çok üzüldüm. Zira bunu ben satmıştım. Ama bir vakitler 60 dolara sattığım böyle pahalı bir fanteziye şimdi verecek altı bin dolarım yok!

Tenkitçi papağan

Bir zamanların ünlü şarkıcısı hatıralarını yazmak üzere Saint-Paul-de-Vence’daki bir eve çekilip çalışmaya başlamış. Bir müddet sonra ev sahibesi Madam Roux’nun papağanı şarkıcının çalışma masası üzerindeki kağıtlar arasında dolaşırken Tino’nun

kalemine basıp kırmış. Bu olay duyulunca sanat çevrelerinde şöyle bir söylenti çıkmış: “Bravo papağana! Kötü bir edebiyatı önleyerek işimizi kolaylaştırdı!..”

Romancı Andre Lay’ın şahit olduğu, ama kahramanının ismini açıklamadığı bir hikaye: Bir hayli yaşlanmış fakat iddialı ve tanınmış bir aktris bir gün eski hayranlarının bulunduğu şık bir kokteyle davet edilir. Takıp takıştırıp süslenen yaşlı kadın sanatçı, kokteyl verilen eve geldikten biraz sonra tatlı konuşması ve zarif hareketleriyle yine eskisi gibi bir hayranlar gurubunu etrafına toplar, hikayeler anlatmaya başlar. Bu ilgiden son derece zevk almaktadır. Bu sırada tanıdığı bir Dr. gruba katılır. Aktris doktorla da konuşmaya geçer ve bir ara kendinden gayet emin olarak sorar:

- Doktorcuğum, der, benden on yaş daha büyük bir arkadaşım, geceleri çok geç yatıp sabahları da erken kalktığı halde muntazaman jimnastik yaptığını ama hiç yorulmadığını ve bu arada aşk oyunlarını da eskisi gibi ihmal etmediğini söylüyor. Bilseniz onu taklit etmeyi ne kadar isterdim...

Dr. gülerek cevap verir:

- Bu çok kolay bir şey madam. Onun gibi yalan söylemeniz kafidir! Ben de seni..:

Ali çok eski bir arkadaşı olan Osman’a gider:

- Kardeşim, çok sıkışığım, bana on bin lira verir misin?

Osman kendi durumunun da pek iyi olmadığını ileri sürerse de Ali onu ikna eder ve: - Merak etme, en geç bir ay sonra parayı iade ederim, der.

Aradan aylar, yıllar geçer, fakat Ali borcunu ödemez. Bunun üzerine Osman kendisini mahkemeye verir

Hakim davalı yerine oturan Osman’ı göstererek Ali’ye sorar:

- Senin arkadaşın Osman’a on bin lira borcun varmış, ne zaman vereceksin? Ali hayretle Osman’a bakar:

- Osman mı? on bin lira borç mu? Ben Osman diye kimseyi tanımıyorum efendim. Hakim ısrar eder:

- Canım çocukluk arkadaşın, on bin lira borç aldığın Osman işte... Ali gayet soğukkanlı tekrar eder:

Bu durum karşısında son derece sinirlenen alacaklı ve davacı Osman ayağa kalkıp Ali’ye:

- Beni tanımıyor musun, der. Öyleyse ben seni hiç tanımıyorum!...

V.T. ,Halka ve Olaylara Tercüman, 22 Nisan 1962; yıl:1, sayı:192, sayfa:4 Fıkralar

Gösteriş merakı

Çok zengin ve snob iki sosyete hanımı aralarında konuşuyorlar. Biri ötekine, karşısındakini küçümser bir eda ile:

- Şekerim, mücevherlerimi temizleyebilmek için güzel bir usul öğrendim. Böylece inci küpelerimi pudralayabiliyor ve pırlantalarımı kolayca parlatabiliyorum.

Müstehzi bir bakışla öteki cevap verdi:

- Niçin kendine bu kadar eziyet ediyorsun? Benim mücevherlerim kirlenince hiç uğraşmam, onları doğru çöpe atarım.

Karasız çavuş

Çavuş askere yeni gelen geçlere sahada talim yaptırıyordu.

- Sağa dön! Sola dön! Yarım dönüş! Sağa dön! Sola dön! Geriye dön!..

Birden genç askerlerden biri sıradan çıkmış istifini bozmadan barakalara doğru yürümeye başlamış.

- Nereye gidiyorsun? Diye kükremiş çavuş.

- Aman... Bıktım!... demiş, asker, bir istikamet bile seçmekten acizsiniz. Karar verince çağırın geleyim. İskoçyalı zekası

Cimrilikleri ile ün yapmış Mc. Dan, Mc. Artur ve Mc. Sam adında üç İskoçyalı beraber bir lokantada yemek yemiş, fakat aralarından hiçbiri hesap isteme cesaretini gösteremiyormuş. Birden Mc. Dan’ın garsonu çağırıp hesabı istediği duyulmuş. Fatura önüne konunca, saçının her teli ayrı ayrı koparılıyormuş gibi dikilmiş ve suratını buruşturmuş. Mc. Dan nihayet cüzdanını açıp parayı vermeğe mecbur olmuş.Ertesi gün iki arkadaş yolda karşılaşmış. Biri:

- Haberi duydun mu? Dün bir lokanta kapısında Mc. Dan Mc. Artur’u öldürmüş. - Hangi Mc. Artur? Diye sormuş öteki.

- Hani canım... .vantrolog olanı...

Olaylar – Fıkralar Olsa olsa

Bir otomobil yarışçısı koca bir çınar ağacına çarpıp arabasının içinden mucize kabilinden kurtulur, çıkar. Elinde yalnız direksiyon simidi kalan yarışçı hemen karşıdaki tamirciye giderek sorar:

- Bu arabanın tamir için nesi çekilebilir.

Olayı uzaktan görmüş olan tamirci başını kaldırmadan cevap verir: - Olsa olsa fotoğrafı!...

Harika bilgin

Pirelerin yaşayışına dair bir kitap hazırlayan meşhur bilginlerden biri tecrübelerini selametle yürütmek için bir pire alıp terbiye eder. Bilgin pireye sıçra deyince pire sıçrar. Bir gün pirenin ayaklarını kesip aynı emri tekrar eder.: Sıçra! Pire sıçramaz. Bu sefer bilgin not defterine şunları kaydeder:

“Pire ayakları kesilince sağır oluyor!” Daha akıllı

İki İskoçyalı sevgililerinden bahsediyorlardı. Biri bak, dedi:

- Ben sevgilime sinemanın önünde değil, içinde, salonda randevu veriyorum. Böylece kız kendi biletinin parasını ödemek zorunda kalıyor. Nasıl, akıllı değil miyim? Sende benim gibi yap emi.

Öbürü gülerek cevap verir:

- Ben deli miyim? Salonda beklemek için kendi bilet paramı ödemem lazım? Merak

Tamir edilmekte olan bir binanın birinci katında çalışan işçi dengesini kaybederek aşağı düşer. Orada bulunanlardan biri, kendine bir bardak su uzatır. İşçi suyu yudumlamadan önce adama sorar:

- Affedersiniz, bir bardak şarap verilmesi için binanın kaçıncı katından düşmek lazım? Nasihat

Babası çocuğu okulda iyi çalışmadığından ötürü çıkışırken oğlum dedi,: “Derslerin yine iyi gitmiyor. Haylazlık ve tembellik yapıyorsun. Halbuki ben senin yaşındayken...”

V.T. ,Halka ve Olaylara Tercüman, 19 Mayıs 1962; yıl:1, sayı:216, sayfa:4 1.3.4. Halk Hikayeleri

İbrahim Peygamberin Karıncası

Malatya’nın Haçova köyünden Hacı Uçar isimli 80’lik dede ömrünün büyük bir kısmını köye su getirmek için harcar. Yıllarca dereleri,derecikleri inceler, suyun nereden ve nasıl geleceğini tetkik eder. Hacı Uyar tetkiklerinin sonunda da hiç okuma yazma bilmediği halde, bir plan yapmaya muvaffak olur. Mühendisler bu plana göre köye su getirirler. Aşağıdaki yazıda bu ilgi çekici olayın hikayesini okuyacaksınız.

“Nemrut İbrahim Peygamberi ateşte yaktıracağı bir karıncanın ağzında bir damla su götürdüğü görülmüş.

- Karınca, bir damla suyu nereye götürüyorsun, diye sormuşlar. - Yangını söndürmeğe gidiyorum,diye cevap vermiş.

- Sen bir damla su ile yangını söndürebilir misin, demişler. - Söndüremezsem de vazifemi yapmış olurum, demiş.

Yukarıdaki satırlar bir hikayenin başı değil sonudur. Hikayede İbrahim Peygamberin karıncası gibi, “vazifemi yapmış olurum” diyen seksenlik ihtiyar Hacı Uçar’ın hikayesidir.

Yıl, 1959. Devlet Su İşlerinin Malatya Şube Müdürlüğüne bir ihtiyar gelir. “Benim adım, Hacı Uçar” der. “Okuma yazmam yok. Haçova köyündenim. Köyde su yok. Su getirmenizi isterim.” Hacı Uçarı müdüre götürürler. Hacı Uçar, uzun laf etmez, koynundan siyah iplikle işlenmiş, bir buçuk metrelik beyaz bir kaput bezi çıkarır.: - Müdür bey, aha, işte bizim köyün suyunun planı.

Müdür, Hacı Uçar’ın izahatı ile beyaz Amerikan bezini inceler. Seksenlik ihtiyar, bu beze köyün içme suyu projesini işlemiş. Kalın şayak parçalarını uç uca eklemiş dikmiş. Bu kalın şayak çizgi, suyun nereden ve nasıl getirileceğini gösteriyor. Yollar siyah iplikle işlenmiş. Dereceler siyah kesikli ince şayaklarla belirtilmiş. Su yolunun geçeceği yerde bir tepe var, onu kesmeyince suyu Haçova’ya akıtmak kabil değil. Köyde bebelerin karnı şişi, kadınların yüzü sıtmalı, erkekler güçsüz, susuzluk köyün asırlık derdi. Müdür, Hacı Uçar’ın planını alır o zamanki Genel Müdür Süleyman

Demirel’e gönderir. Genel Müdür, uğraşır didinir. Hacı Uçar’ın projesine güçlükle ödenek çıkartır. 1960 yılında, mühendisler, Hacı Uçar’ın projesine pek bir şey katmadan Haçova köyüne su getirmek için incelemeler başlar. Bu sırada genel müdür değişir. Süleyman Demirel’in yerine Neşet Dor gelir. Yeni genel müdür de Haçova işine önem verir. Ama, suyun köye getirilmesi zamana bağlıdır. Hacı Uçar İbrahim Peygamberin karıncası gibidir. Malatya’da duramaz. Ankara’ya gelip genel müdürü görür, boruların döşenmekte olduğunu söyler. Genel müdürü, köy içindeki çeşmenin açılışına davet eder. Hacı Uçar artık memnundur. Haçova köyünün yangını sönmek üzeredir. Yalnız, içindeki kımıldamayı hisseder. Genel müdüre, “Şayet köyüme su aktığını görmeden ölürsem, mezar taşıma, çalıştı, didindi, fakat suyun aktığını görmeden gitti” yazsınlar der. Hacı Uçar, Malatya’ya döndükten sonra hastalanır. Mühendisler, kaput bezi üzerine işlenmiş plana göre tepeyi kesip boruları döşerler. Borular, köyün içine kadar gelir, artık, suyun çeşmeden akması birkaç haftanın işidir. Bu sırada Hacı Uçar’ı, Malatya Devlet Hastanesine yatırırlar. Su işlerinden bir fen memuru, onu ziyarete gider. Asırlık ihtiyar hasta yatağında şunları söyler:

- Allah’ın izni ile muradım oldu. Köye su gelecek. Fakat ben suyun köye aktığını görmeden öleceğim. Vebalim boynunda olsun. Eğer bizim köyde su akarsa bir şişeye doldurun mezarıma dökün...

Ben bu hikayenin son kısmını takip ettim. Hacı Uçar’ın Haziran ayının sekizinci öldüğünü öğrendim. Geçenlere Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğüne, Hacı Uçar’ın oğlu Sıddık Uçar’dan bir mektup geldi. Yazımın başına aldığım satırları işte bu mektuptan okudum. Bu satırları ölüm döşeğindeki ihtiyarın oğluna vasiyeti idi ve Hacı Uçar şunları söylemişti:

“Oğlum dinle beni, sözlerime iyi kulak ver. Ben seksen dört sene yaşadım. Hayatımın üçte ikisini vatandaşlarıma bir hizmet yapmayı düşünmekle geçirdim. Şu anda diyeceksin ki, sen ne hizmet yapabilirsin... Misal, Nemrut, İbrahim Peygamberi ateşe yaktıracağı zaman, bir karıncanın ağzında bir damla su götürdüğü görülmüş:

- Karınca, bir damla suyu nereye görüyorsun, diye sormuşlar. - Yangını söndürmeğe, gidiyorum, diye cevap vermiş. - Sen bir damla su ile yangını söndürebilir misin, demişler. - Söndüremezsem de vazifemi yapmış olurum, demiş

İşte ben de iman etmiştim. Vatandaşlarıma uzun ömürler, hayırlı başarılar dilerim. Mühendislerimizin, benim açık giden gözlerimi bir yudum su ile kapatmalarını arz ederim.” Şimdi Haçova köyünde çeşme gürül gürül akıyor. Genel Müdür, bu çeşmenin üzerine şöyle yazdıracak: “bu su, Hacı Uçar’ın eseridir. Yapanlar, onun gönüllü hizmetkarıdırlar.” Yolu Haçova’dan geçenler bu çeşmeden su içsinler. Bakanlar, mebuslar, Senatörler, büyük büyük laf edenler, eğer siz de Haçova’ya giderseniz, Hacı Uçar’ın çeşmesinden içiniz. Belki sizinde içinizde İbrahim Peygamberin karıncaları vardır.

YAŞAR, Muammer, Halka ve Olaylara Tercüman,10 Ekim 1962;yıl:1, sayı:360, sayfa:3 1.4. Anonim Şiirler

1.4.1. Türküler

Ağlama Ceylan Balası

18 Haziran 1961 gecesi, Açık Hava Tiyatrosunda yapılan “Kerkük Folklor Gecesi” ne eğer bir timsal aranırsa, bence, o gece söylenen halk türkülerinden birinin şu mısraları bulunabilirdi:,

“Ağlama ceylan balası Gider gözünün karası”

Bilirsiniz, “bala” Türkçe “yavru, çocuk” anlamına gelen bir sözdür. Erzurum dolaylarında, mecazlı olarak “sevgili” anlamın da kullanılır. Yine bilirsiniz ceylan, güzel kara gözlü bir yaratık olduğu için hep “sevgili” ler ona benzetilmiştir. Ceylanın başka bir niteliği de, hayvanlar içinde en narin, en hisli ve “ ağlayan” bir hayvan oluşudur. Şu halde “Ağlama ceylan balası-Gider gözünün karası” diyen, Kerküklü, bilinmez halk şairi, evvela çok güzel bir “şiir” söylemiştir. Ceylan yavrusuna benzeyen “küçük sevgili” ağlamamalıdır. Çünkü gözünün karası gidebilir. Fakat daha önemlisi, bu bilinmez şair, bugünkü Kerkük’ün halini anlatan bir timsal söylemiştir. Anadolu, nazlı bir ceylan, Kerkük’te onun balasıdır. Ana ceylan bir yanda, yavru Kerkük bir yanda ağlaşır, meleşir ama birbirlerine kavuşamazlar. Zalim bir avcı ok atıp anayı kuzudan ayırmıştır. Ananın memelerinden, yavrunun gözlerinden kan akar.Kerkük dolaylarının büyük evladı Fuzuli’nin, “Leyla ve Mecnun” daki nefis bir tablosunu yazıp sözü erbabına bırakalım.

“ Gördük ki bir avcı dam kurmuş Damına gazallar yüz urmuş Bir ahu, esir-i damı olmuş Kan yaşı kara gözüne dolmuş Boynu vurulu ayağı bağlu Şehla gözü nemli, canı dağlu”

Güzel Türkçe’nin örneği olan bu beyitleri ile Fuzuli, yine esir bir ceylanı ve yine “bilmeyerek “Kerkük” ü anlatmıştır. “Folklor Gecesi” nde, Kerkük’ün değerli ses sanatçıları ve öz Türkçe çehreli çocukları, nice ağlamaklı türküler söylediler. Kurşuna dizilen tutsak Türklerin hemşehrileri, ne yaparlarsa yapsınlar, gülemiyorlar, şadlık şadımanlık edemiyorlardı. Kah komünistin, kah Arap’ın, kah bilmem ne eşkıyasının saldırdığı güzel yurtlarının ve yoksul yurttaşlarının hayali gözlerinin önünden gitmiyordu. Kerkük türküleri, uzak ve yıkık bir Türk ülkesinin ağlayışı idi. Ben, üç kıtaya söz geçiren koca imparatorluğun çocuğu olan ben ise, bu iniltiler karşısında göz yaşlarımı tutamıyordum. Esir aslanın bu aczi, beni çileden çıkarıyor, deliye döndürüyordu. Kerkük’te bir milyon Türk, bu yanda otuz milyon Türk... Bu böyle gitmeyecek, az ile çok bulaşacak, etle tırnak kavuşacaktır.

KABAKLI, Ahmet, Hadiselere Tercüman, 22 Haziran 1961; yıl:7, sayı:2211, sayfa:2 Serhat Türkülerinden Duyuşlar

Türk Tarih ve Kültürünün bilgili hayranlarından olan sayın Lütfi Erçin, daha önce bir gazetede yayımladığı zevkli ve şairane yazılarını “Serhat Türkülerinden Duyuşlar” adlı bir kitapta toplamıştır. Tırnova hasretlisi, içli bir Rumeli Türkü olan Sayın Erçin, bu kitapta Yahya Kemal’in:

“Hicretlerin Bakiyesi hicranlı duygular Mahzun hudutların ötesinde akan sular.”

mısralarında çok derin özetlenmiş olan, Tuna ve Rumeli özlemlerini anlatmaktadır. Türkün Rumeli’ye geçişi ne kadar masalımsı ve Tuna’yı aşıp Viyana önlerine çıkması ne kadar şanlı ise yenilgiler soncunda oradan sökülüşümüzde o kadar hazin ve acıklı; gam yüklüdür. Dört yüz sene beylik, paşalık, efendilik ettiğimiz o bayındır ülkelerden, baba ocağını, malı mülkü, eşi dostu ve en sevilenleri terk edip, haçlı kılıçlarını sırtında

hissederek dönmenin acısını hala birçok Rumeli Türkü, damarlarından sızan sıcak bir kan gibi duyarlar. İşte Lütfi Erçin, o duyuşla insanların dilini konuşuyor. Çok yazık ki, ne Tuna boylarını şenlendiren akıncıların destanı, ne de hicret eden hazin maceralı Türklerin doğru dürüst bir ağıtı yazılabilmiştir. Dört yüz sene Rumeli’yi dalgalandıran Türk şanından ve Rumeli’de akıtılan oluk oluk akıtılan Türk kanından yalnız birkaç parça eşsiz türkümüz kalmıştır. İşte sayın Erçin, ecdat diyarının babayiğit günlerini ve darmadağın günlerin acısını duyurabilmek için, Türk sesinin en gür sedası olan o eşsiz türküleri tanık gösteriyor. Tıpkı Anadolu’nunkiler gibi Rumeli türküleri de, zaman zaman bir destan, bir tragedya, bir roman zenginliği taşımaktadır. Bunlar halkın ve Yeniçerinin ağzında şiirleşmiş olan milli tarihimizdir. Bunlar bize hicran ve şan getirirler, bizden atalara, takdir, minnet ve rahmet duyguları götürürler.

“Budin’in içinde müftü kızıydım, Anamın babamın iki gözüydüm, Altın kafes içre besli kuzuydum, Aldı Nemse bizim nazlı Budin’i.”

diyen o kudretli Budin türküsünde, bir düşünün ne saltanatlar, ne hayıflanışlar ne akıbetler gizlenmiştir. Nemçelu, Budin’i alınca, o peri güzeli, “Müftü kızı” nı ne yaptılar acaba? Bir çırpıda, kaç cana, kaç namusa kıydılar! “Bizim nazlı Budin’i ne türlü bir vahşet bir vahşet diyarına döndürdüler! İşte Lütfi Erçin “Duyuşlar” ıyla, türkülerde yoğunlaşan o hazin bilmeceyi çözmeğe çalışıyor.

“Sebep sen değil misin Moskof kıralı Şıpkada akıttın beyhude kanı...”

İşte bu da, bir başka halk türküsüdür ki, nice dar kafalı yarım aydınların asla anlayamadıkları “Moskof” karakterinin anahtarını veriyor. “Serhat Türkülerinden İlhamlar” ı okuyun, orada bütün azamet ve acıları ile bütün sevinci ve hüsnüyle türküleşen Balkan Türlüğünü, nice ermişlerle manevileşen Türk ruhunu bulacaksınız.Türküler, bir bakıma vatandır; vatanın söz ve nağme haline gelişidir. Şimdi koca Rumeli, yad ellere düşmüş ama bize türkülerini bırakmıştır. Bize Mohaç ovalarının, Tuna boylarının ve Balkan zirvelerinin mert ve yanık hatırasını yaşattığı için Lütfi Erçin’e teşekkürler ederim.

KABAKLI,Ahmet, Hadiselere Tercüman, 27 Ağustos 1961; yıl:7, sayı:2275, sayfa:2 Hazin Nakarat

Üç kıtaya yayılmak, yedi iklimde ferman buyurmak her milletin karı değil, ama üç kıtada arkadan vurulmak bir millet için dayanılacak acı değil! Hani kökümüz Anadolu toprağında olmasaydı, bunca yenilgiden sonra bir daha onmazdık. Boylu boyunca serildiğimiz topraklarda bir çini, birkaç kırık mermer, yıkık bir iki duvardan başka arkamızda hiçbir şey bırakmazdık. Son iki asır boyunca uğradığımız yenilgiye kan mı yeter, can mı dayanırdı? Yemen ellerinde susuzluktan yanan biz, Kafkaslarda soğuktan donan biz, nihayet arap çöllerinde arkamızdan vurulduk. Balkan dağlarından sığır çobanları tarafından kovulduk. Bazen kendi kendime düşünürüm: böylesine açılmakta yayılmakta fayda neydi? Üç kıtada dökülen bunca kana karşılık elimizde değil, dilimizde bir şeyler kaldı. Bir Plevne ağıtı, bir Cezair marşı, bir Yemen türküsü… İşte koca bir imparatorluktan neslimize kalan hazin miras! Asırlarca sebil edilen kanları bedeli, üç-beş ağıttan ibaret mi olacaktı? Ordularımız, garp sömürgeciliğine karşı savunduğu topraklarda hiçbir zaman mağlup olmadı. Sadece arkadan vuruldu. Hançer tutan eller kendi ümmetimizdi. Bu yüzden cenup cephemizin kumandanı Cemal Paşa, perişan olarak döndüğü yollarda kompartımanının penceresini sıkı sıkı kapatmıştı. Vaktaki tren Anadolu topraklarına kavuştu, arkasından vurulan ordunun kumandanı