• Sonuç bulunamadı

1.7.1. Halk Hekimliği ve Sağlığı Türk Hekimi ve Yabancı Hekim

1.8.2.1. Kutsal Aylar

Hekim ve Filozof Gözüyle Ramazan

Hekim gözü ile Ramazan perhiz ayıdır. Birçok hastalıklara karşı tıbbın tavsiye ettiği imsak rejimi de bir nevi oruçtur. İftardan iftara gitmemek ve hadis-i şerifin her zaman tavsiye ettiği sofra itidalinden ayrılmamak şartı ile oruç damar sertleşmesine, kolesterol artışına, tansiyon yükselmesine, şişmanlığa, infaktüs ve angına pektoris tehlikelerine, mide ülserine, çeşitli mide-barsak teşevvüşlerine, diyabete, üremeye, karaciğer, safra kesesi, böbrek hastalıklarına karşı faydalı bir itidal ve muvazene rejimidir.

Yalnız hekim gözü ile değil, hakim gözü ile (Frenklerin SAGE dedikleri, kamil insan ve filozof) gözü ile de Ramazanın insan nefsini maddi ve manevi bütün arsız isteklerine ve taşkın ihtiraslarına karşı feragate alıştırılması bakımından yüksek bir ahlaki değeri, manası vardır. Bu bakıma Ramazan gündüz birkaç saatliğine açlığa dayanıp, akşama alabildiğine tıkınma ayı değildir. Her bakımdan feragat emreder. Mide ile birlikte ruhun da, her türlü ifrata ve taşkın ihtirasa karşı perhize girmesi lazımdır ve bu ikincisi iftar topundan, hala Ramazan ayından sonra da devam etmelidir.

Din gözü ile Ramazan’ın gufran ayı olması, insanı günaha sevk eden arsız isteklerinden ve ruh abur cuburundan temizleyip, Allah’a saf ve berrak bir vicdanla yönelmeye hazırlanmasıdır. Nefsinden uzaklaşan Allah’a yaklaşır. Tasavvufta “Fenafillah” olmak da budur. Yahut vasıl-ı kurbullah olmak (Allah’ın yanına varmak).

Ramazan, yılda bir ayın değil, her ayın itidal ve feragat içinde yaşanmasına hazırlar. Hakiki bir Zahid’in her ayı Ramazan’dır. Bedeni perhizin şekli değişir fakat ruhi perhiz aynı kalır. Çok yemek isteği (bedeni oburluk)ve çok kazanmak, kolay kazanmak, yalnız kendisi için kazanmak, gösterişli, saltanatlı, keyfi peyinde yaşamak, başkalarına tahakküm etmek, ihtirasları (ruhi oburluk) bugün sona ermeye başlaması gereken beden ve ruh sapıklıklarıdır. İnsanı insanlıktan uzaklaştırdığı için Allah’tan da uzaklaştırır. Ramazan insanlığımızı tamamlayan feragatler ayıdır. Ancak bu şartla gufrana Allah’ın affına müsamahasına, rahmetine ve merhametine layık olabiliriz. Mide perhizi kafi değildir

Hadiselere Tercüman, 28 Şubat 1960; yıl:5, sayı:1698, sayfa:2 Türkiye’de Ramazan ve Din Hayatı

İngiltere’nin ünlü gazetesi Times geçenlerde, Türkiye’de din hayatının kuvvetlendiğini ve Türk devletinin bir İslam devleti olmaya doğru gittiğini yazdı.

Okuyucu soruyor;

Ne demek, biz oldum olası İslam devleti değil miyiz?

Bu soru laikliği hâlâ tamamı ile anlamaktan uzak olduğumuzun belirtilerinden biridir. Laik devlet din karşısında tarafsızdır, ne Müslüman’dır, ne Hıristiyan’dır, ne de Musevi

hiçbirini ötekine karşı tercih ve müdafaa etmez. Din düşmanı da değildir. Bütün dini tezahür, adet, görenek ve geleneklere hizmet eder.

İstatistiklere göre Türk milletinin % 98 küsuru Müslüman’dır, fakat Türk devleti laiktir. Son yıllarda Türkiye’de din hayatının kuvvetlenmesi 1950’den sonra milli vicdanın hürriyete kavuşmasındandır. O tarihlerden evvel laikliğin yanlış tefsir ve tatbiki yüzünden dini vicdan üzerine yapılan çeşitli baskıların kalkması bu tabi ve zaruri tepkiyi hazırladı. İçine girdiğimiz mübarek ayın eskisinden daha kuvvetli ve derin bir hassasiyetle yaşanmaya başladığı görülüyor. Avrupa ve Amerika’da dini bayram ve yortularda kilise çanlarının ufukları nasıl çınlattığını, mabetlerin nasıl dolup taştığını ve dini vecit havasının her yeri nasıl sardığını bilenler, bizdeki bu din bağlılığının normal medeni seviyeyi aşan bir irtica şahlanışı değil, yüksek manevi ve ahlakı değerlere samimi bir bağlanış olduğunu da bilirler. XX.asırda Ruslar ve peykleri de dahil, mabetleri olmayan ve din hayatını yaşamayan bir tek millet yoktur. Türkiye’nin din yüzünden geri kaldığı propagandası da iftiradır. Türk tarihinin yükseliş devirlerinde dinimize bağlılığımız da zirveye ulaşmıştı. Din yüzünden gerilemedik, gerilediğimiz için din bağlarımız gevşedi. İslamiyeti hakiki ile bilmeyen din düşmanları ile din softaları bu geriliğin yetişmeleridir. İkisi de gerilik örneğidir ve felaketlerimizin sebebidir. Din ve devrim yobazlarıyla mücadele etmemiz lazımdır. Birinin irtica ötekinin de Komünizm’e kadar yolu vardır.

Türkiye bir İslam devleti olmaya gitmiyor, Türk milleti bir İslam milleti olduğunu bugün daha iyi biliyor. Çünkü bugünkü dünyada laik devletler vardır,fakat laik millet yoktur. Colombiya Üniversitesi’nde laiklik üzerine araştırmalar yapan bir İngiliz’in bana dediği gibi “Ancak devletler laik olabilirler, milletler laik olamazlar.”

SAFA, Peyami, Hadiselere Tercüman, 1Mart 1960; yıl:5, sayı:1700, sayfa:2 1.8.2.2. Önemli Günler

Anneler Günü

Her yıl 2 Mayıs’ta kutlanan “Anneler Günü” , ifade ettiği mana ve gayesi itibariyle ehemmiyetle üzerinde durulması gereken bir cemiyet hadisesidir. İfade ettiği mana; ana sevgisinin kudsiyetidir; gayesi ise bu sevginin layıkı vechile değerlendirilmesini sağlamaktır.

“Anaya saygı ve sevgi” gibi, insan ruhunun en asil hareketlerinden birinin kütlece tezahürüne vesile teşkil eden “Anneler Günü” esnasında çocuklar, annelerine çeşitli hediyeler sunarlar. Anne sevgisini dile getiren sözler söylenir, şiirler okunur; gökyüzüne yükselen ilahi nağmeleriyle müzik, bu kutsal sevginin ifadesinde en derin manasını bulur.

Cemiyetin, yapısında, yaşamasında ve gelişmesinde annelere düşen vazifenin büyüklüğünü uzun uzun anlatmaya lüzum yoktur; şiddetli ıstıraplar bahasına dünyaya getirdiği çocuğunu derin şefkat ve hassasiyetle bağrına basan; gece, uykularını, rahatını her şeyini feda ederek yavrusunu büyütüp yetiştiren bir ananın bu fedakarlıklarını ödemenin asla mümkün olamayacağını, kadirbilir her evlat takdir eder. Yetiştirilmesi çok güç insan yavrusunun kaderi üzerinde analık şahsiyetinin tesiri çok büyüktür. İlk terbiye onun eseridir. O ilk terbiye ki, insan hayatında eşyayı tanımak merak ve ihtirasının, taklit kabiliyetinin en fazla olduğu bir zamana rastlaması dolayısıyla, karakterin teşekkülünde birinci derecede müessir bir faktördür.

Şu halde, cemiyetlerin istikbalini tayinde annelerin büyük rol oynadıklarını söylemek hiç de mübalağalı sayılamaz. Bu sebepledir ki “Ağaç yaşken bükülür.” Atasözümüzün de teyit ettiği gibi, “ilk terbiye” nin insan yetiştirmekteki büyük tesiri göz önünde bulundurularak, “annelik” gibi cemiyet çapında sorumluluğu olan bir sıfatı er geç ve iftiharla şahıslarında toplayacak olan genç kızlarımızın, bu çok güç ve büyük vazifeyi hakkıyla başarabilecek bir şekilde yetiştirilmelerini sağlamak başlıca içtimai gayelerimizden biri olmalıdır.

Cemiyetlerin gelişme imkanlarının bu ilk terbiyenin seviye ve müessiriyet derecesiyle sıkı bir alaka ve rabıtası bulunduğu gerçeğinin daima göz önünde tutulması milli menfaatlerimiz icabındandır.

ERGİNER, H. Suat, Hadiselere Tercüman, 16 Mayıs 1960; yıl:5, sayı:1775, sayfa:3 Tufan ve Aşure

Zonguldak’tan bir hanım okuyucumuz soruyor:

“Rivayet ederler ki aşure, Nuh tufanından kalmıştır; güya yiyecek tükenince gemide bulunanların aç kalmamaları için mevcut yiyeceklerin hepsini karıştırarak pişirmişler.

Ne dersiniz? “Nuh ve tufan” isimli tefrikanızda bu noktaya temas etmediğinize göre herhalde uydurma bir şey olsa gerek.”

Aşurenin Nuh zamanından kaldığına dair bir kayda tesadüf edemedim. Ancak Nuh’un gemisi Muharrem ayının onuncu günü C‘di Dağına oturmuştur; o günü yıl dönümü İslam’dan önce de kutlanırdı. O zaman böyle bir kutlama yapıldığına göre, aşure denen tatlının da o zamandan kalmış olma ihtimali kuvvetlidir. Bazılarına göre ise Peygamberimizin torun Hazret-i Hüseyin aynı gün Kerbela’da şehit edildiğinden onun ruhu için aşure yapılması ve bunun konu komşuya dağıtılması adet olmuştur.

KAFLI, Kadircan, Hadiselere Tercüman, 8 Temmuz 1960; yıl:5, sayı:1825, sayfa:3 Yılbaşı, Noel ve Hızır

Bizde yılbaşı eğlencesi ile Noel yortusu birbirine karıştırılıyor. Yüzde doksan beş halkı Müslüman olan yurdumuzda, çamlı, hindili ve sabaha kadar naralı, rezaletli, kusmuklu yılbaşı geceleri bu yüzden hayli gülünç ve manasız oluyor. Oysa Noel, Hazret-i İsa’nın doğum günü olan 24 Aralığa rastlar ve Hıristiyanlarca kutsal bir gündür. Hindiler, çamlar, sabaha kadar ayin yapmalar da o günün teferruatıdır.

Yılbaşı ise, ta Romalılar takvimine dayanan dinle ilgisiz, itibari bir zaman başlangıcıdır. Onu eğlenceli geçirmek, bütün insanlar gibi bizim de hakkımızdır. Öyledir ama, ne bu eğlenceler içinde ne de bizim geleneğimizde, çam, hindi, Noel Baba gibi figürlerin hiçbir yeri yoktur.

Korkunç bir şahsiyet buhranı geçiriyoruz. Ne yas tutuşumuzda, ne eğlencemizde, ne oturuş ne de kalkışımızda bir Türklük ve Müslümanlık izi kalmıştır. Batılı olalım derken, tüm geleneklerimiz güme gitmiş. Sığ, arık, ilgi çekmez taklitçi bir millet olmuşuz. Oysa, dini ne olursa olsun, her millet, yılbaşını kendine göre ve başka türlü kutlamaktadır. Geçenlerde Le Figaro gazetesi her milletin yılbaşında neler yaptığını bir sayfa dolusu sayıp dökmüştü. İçlerinde Kore, Virmanya, İran, Moğolistan... gibi uzak ülkelerin adı da bulunan bu şahsiyetler listesinde ne yazık ki, Türkiye’yi göremedim. Gerçekten biz nasıl eğlenirdik yılbaşında? Düşündüm, düşündüm çıkaramadım. Yılbaşına mahsus törenler arasında en hoşuma giden Japonların ki oldu:

Bakın, Japonya’da halk, yılbaşı gecesi hiç eğlenmezmiş. Her akşamki kadar erken uyurlar, yalnız yılın ilk sabahı doğan güneşi selamlamak için a şafak zamanı kalkarlarmış. Yerler ışıdıktan sonra içten kucaklaşmalar ve hediye alıp vermeler başlarmış.

O sabah, her Japon’un elinde bir bambu kamışı bulunurmuş. Kamışların ucundan, üstünde erik taneleri bulunan çam dalları sarkarmış. Halkın inançlarına göre: bambu kamışı: ince bir zekayı, çam dalı: uzun ömrü, erik taneleri ise: olgunluğu getirir ve temsil edermiş.

Bakın siz şu milletin olgunluğuna, teknikte, ilimde ve kudrette Avrupa’nın çok üstüne çıkmıştır. Buna rağmen ana ata geleneklerine toz bile kondurmazlar. Bizdeki ukalâlar ise, biraz kendimize dönmek istesek “inkılap eden gidiyor” diye şirretlik ederler. Bu nasıl Batılılık ki. Kongo ve Katanga bile bizden ileri gitmiştir. Kendimize mahsus bütün manevi süsler yağma ve talan olmuştur. Bu hale “Batıcılık” değil düpedüz köksüzlük, şahsiyetsizlik derler. Milletimizin adını koymak lazımdır.

Halbuki biraz aramasını bilsek neler bulunmaz. Noel Baba değil ama, bizim de bir Hızır Babamız vardır. Hem bu “Boz atlı Hızır” öyle zengin konakların bacasından inip, karnı tok sırtı pek çocuklara hediyeler bırakan bir dalkavuk vardır. Bilakis yoksul kulübelerini, hastaları, darda ve yolda kalan biçareleri arar bulur. Girdiği yere bolluk, bereket getirir. Adı bile “Yeşillik ve Feyz” anlamına gelir. Bunu senelerdir yazarım. Bir okuyup dinleyen, bu eğlenceler milli bir süs vermek isteyen olmaz.

Çok eskiden değil, bir nesil önce analar, çocuklarını “Hızır gelecek yavrum, şaşırmayasın. Ne dilersen dileyesin!” diye avuturlardı. Belki Anadolu’da hala vardır. Hala yoksul çocuklar yüzlerinde bir melek tebessümüyle onu beklerken uyumaktadır. Mamafih bırakalım bu köhneleri, yeni köye eski adet getirmeyelim. Okuyucu dostlarıma, inşallah mesut yıllar dileyelim. Bari bir gün olsun dert kitabımız kapalı dursun.