• Sonuç bulunamadı

Mutezile Mezhebinin Hüsün ve kubuh Görüşü

İSLÂM DÜŞÜNCE KÜLTÜRÜNDE HÜSÜN VE KUBUH

A. Mutezile Mezhebinin Hüsün ve kubuh Görüşü

Hüsün ve kubuhun fiillerin zâtında mevcut olduğu düşüncesini savunan görüş, ‘ahlâki nesnelcilik’ olarak adlandırılmaktadır (Hourani, 1996: 271). Ahlâki nesnelcilik, Cehmiyye ve Mutezile başta olmak üzere Şiiler (Hüseyn, 1978: 361), İslam filozofları, Kerramîler (Muhtâr, 1971: 274) ve bazı Maturidî âlimlerce itibar edilen bir ahlâki görüştür. Bununla birlikte kelam tarihi içerisinde ahlâki nesnelcilik anlayışı daha ziyade Mutezile mezhebine mal edilmiştir.

69

İyilik ve kötülüğün fiillerin zâtına ait vasıflar olduğunu söyleyen ilk kişi, Cehm bin Safvan’dır (Neşşar, 1980: 346). Cehm bin Safvan’ın ardından Mutezilîler, adalet ilkesi kapsamında hüsün – kubuhun zâti olduğu tezini kabul etmiş ve geliştirmişlerdir.

Mutezile’nin adalet ilkesine göre insan, hür bir varlık olarak kendi fiilini kendisi yapar. Allah kullarına öncelikli olarak fiil işleme gücünü vermiştir. Bundan sonrasında kişinin fiilleri üzerinde Allah’ın herhangi bir müdahalesi yoktur. Zira insanı yaptıklarından sorumlu tutması için, öncelikle onları kendi istedikleri gibi eylemde bulunma hususunda serbest bırakmalıdır. Eğer Allah kendi dilediğini kullarına yaptıracak olsa, bu durumda kendi istencinin ürünlerinden insanları sorumlu tutması Allah’ın adalet sıfatına halel getirecektir. İnsanın kendi dilemesiyle yapmadığı şeylerden dolayı cezaya çarptırılması ya da ödüllendirilmesi, adalete muhalif bir davranış olur. Allah ise mutlak adil bir varlık olarak böyle bir nitelemeden münezzehtir. İrade hürriyetine sahip olmayan bir insanın yaptıklarından sorumlu tutulması, Allah’ın hikmet ve adaletine yakışmaz (Abdülcebbar, 1962: 3–4).

Modern dönem ahlâk felsefesinin en önemli temsilcisi olan İmmanuel Kant da Mutezililer ile benzer noktaları vurgulamıştır. Kant’a göre ancak özgür istencin olduğu yerde ahlâki davranıştan bahsedilebilir. Çünkü ona göre ahlâki davranış, hiçbir koşula dayanmaksızın, sadece ahlâki davranma gayesi ile yapılan davranıştır. Böyle bir davranış ise sonuçları gözetilmeksizin sadece erdemli olmak adına yapılan bir davranıştır. Eğer davranış herhangi bir menfaat elde etme gayesiyle ya da herhangi bir zarardan kaçınma gayesiyle yapılmışsa bu davranış ahlâki bir davranış olmaz. Bir davranışın ahlâki olması için ödev bilinciyle yapılması ve kişinin kendini zorunlu hissederek bu davranışa yönelmesi gerekir.

Hüsün – kubuhun nesnel olduğunu savunan Mutezilenin adalet ilkesiyle irtibatlı olarak ortaya koyduğu diğer bir gerekçe de Allah’ın gayesiz iş yapmayacağı düşüncesidir. Buna göre Allah’ın, herhangi bir fiili, iyi ya da kötü şeklinde vasıflandırırken, bu işi, fiilde mevcut olan bir ilinek dolayısıyla yapıyor olması lazım gelir. Zira hikmet bunu gerektirir. Aksi takdirde bir fiil için iyiliğine ya da kötülüğüne yargıda bulunurken

70

hiçbir sebep bulunmaksızın tamamen keyfi biçimde ihtiyar kullanmak, hikmetsiz bir iş olur. Bir fiilin iyiliğini kötülüğüne ya da kötülüğünü iyiliğine tercih etme noktasında hiçbir gerekçenin söz konusu yapılmaması demek, Allah’ı hikmetsizlikle itham etmek anlamına gelir. Allah ise Kur’an’da mutlak hikmet sahibi olduğunu beyan etmektedir. Allah hikmetsiz işten berî olduğuna göre Allah’ın, fiillerdeki hüsün ve kubuhu tespit ederken, fiillerde mevcut olan hassalar dolayısıyla onlara iyi ya da kötü dediği anlaşılmış olur. (Seyyid Bey, h. 1338: 222–223).

Nesnelci anlayış, iyilik ve kötülüğün fiillerde özünlü olarak bulunduğunu kabul eder. Bu anlayışa göre iyilik ve kötülük vasıfları, fiillere sonradan ilişen birer nitelik olmayıp, fiillerin mahiyetinde bulunan özelliklerdir. Adalet, doğruluk, cesaret gibi bütün güzel fiillerin kendilerinde, onları güzel/iyi kılan zâti birer sıfatları vardır. Aynı şekilde yalan, korkaklık ve zulüm gibi çirkin fiillerin de kendilerinde, onları çirkin/kötü kılan birer sıfatları vardır. İşte bu sıfatlar dolayısıyla akıl sahipleri, güzellerin güzelliğine ve çirkinlerin de çirkinliğine hükmederler. Şâri, emir ve nehiyleri tespit ederken bu sıfatlara tâbi olur. Bu yönüyle Allah’ın çirkin bir fiili emretmesi ya da güzel bir fiili yasaklaması O’na caiz değildir. Allah emrinde ve nehyinde bağımsız değildir. Emrinde ve yasaklamasında fiillerin zâti hüsün ve kubuhuna tâbi olur (Şerafeddin, 1926: 115).

Ahlâki vasıfların fiillerde zâti olarak bulunduğunu kabul etmeleri gereği Mutezili ahlâk telâkkisi, Epikür ve Stoa felsefeleriyle benzerlik gösterir. Zira Epikür ve Stoa felsefelerinde Mutezililerin de benimsediği gibi fiiller ahlâki vasıflarını herhangi bir otorite aracılığıyla kazanmamış, bu nitelikler fiillerde özleri gereği başlangıçtan beri var olagelmiştir.

Mutezililer mutlak irade hürriyetinin sübutu konusunda ittifak halindedir. İnsanın özgür irade ile hareket etmesindeki gaye, kişinin, fiillerdeki zâti nitelikleri kavradıktan sonra iyiye mi yoksa kötüye mi yöneleceğini sınamaktır. Özellikle adalet prensibi eşliğinde düşünüldüğünde Allah, kendi arzularıyla illetsiz olarak belirlediği değerleri fiillere yükledikten sonra, bunların bir kısmını emredip bir kısmını yasaklamış olamaz. Böyle bir eylem kullara zulümdür. Zira böyle bir talep, keyfi bir taleptir. Allah, çirkinliklerden uzaktır. Bunun için keyfi muamele ile kullarına zulmetmez. Bu durum gösterir ki

71

fiillerdeki ahlâki vasıflar, Allah onları o vasıflarla tavsif etmeksizin zâti olarak onlarda mevcuttur. (Turhan, 1996: 81–82). Mutezilenin bu iddialarını savunmak üzere geliştirdikleri deliller şunlardır:

1. Eğer fiillerin zâtında iyilik ve kötülük bulunmamış olsa, peygamberler, iddialarını rasyonel ifadelerle ve mantıksal verilerle savunamaz, muhataplarınca hemen susturulurlardı. Fiillerin ahlâki değerleri aklî olmalıdır. Aksi takdirde insanlara inanmaları teklif edilen din, bu değerlerin de kaynağı kabul edilecek demektir. İnsanlardan herhangi bir sisteme inanmaları, kendi içindekiler delil getirilerek talep edilemez. Bu, tutarsızlık olur. Eğer peygamberler hak yola davet ederken: “bu söylediklerime inanın; çünkü benim söylediklerim bunlara inanmayı gerektiriyor” gibi bir hitapla insanlara çağrıda bulunmuş olsaydılar, kimse onlara inanmazdı. Gerek vahiyler, gerekse peygamberlerin sözleri, insanları sürekli akıllarına yönlendirir. Akletmeyi ve düşünüp ibret almayı öğütleyen ayetler1, din dilinin başlıca ifadeleri arasında yer alır. Bu ifadeler mantığı harekete geçirerek istidlal sürecini başlatmaya dönük ifadelerdir. İnsanlara öğütlenen sağlam istidlallerle edindikleri aklî verilere tâbi olmalarıdır. Kur’an’ın insanları akıllarına tâbi olmaya davet etmesi, aklın nesnel, tarafsız ve adil olması sebebiyle, eşyanın tabiatında mevcut olan iyilik ve kötülüğü tespit edebilmesi gücüne işaret eder (Safî, 1984: 12).

2. Eşyada zâti hüsün ve kubuh bulunmasaydı, akla hitap eden resuller gönderme ve mucizeler gösterme gibi ilâhi davet unsurları anlamsız olurdu. Çünkü eğer bu unsurlar vahye dayalı olmaksızın iyi olmasalardı, vahye henüz tâbi olmamış kişilere bunlarla çağrıda bulunulamazdı. Zira hüsün ve kubuh şer’î olsaydı mucize ve risalet hakkında aklı kullanma, insanlara sadece vahiy yoluyla vacip olurdu ve bu durumda davet, baştan fâsit olurdu.

3. Dîni bir eğitim görmemiş ya da bir şeriata muhatap olmamış insanlardaki ahlâki yargılar, dindar insanlarınkinden çok da farklı değildir. Her iki grup insan için de örneğin, imkân var iken tehlikedeki bir insanı tehlikeden kurtarmaya çabalamak iyi olarak algılanır. Bu durum gösterir ki herhangi bir dinin ya da eğitim

72

kurum/mekanizmasının tebliğini almamış insanlardaki ahlâki değerler, bu konuda eğitimli olanlarınkiyle benzerlik gösterir. Öyleyse iyilik ve kötülük fiillerin zâtında olmalıdır ki; bu farklı donanım sahibi kişiler, aynı ahlâki hususiyetleri algılayabiliyor olsun (Ebu Sa’de, 1993: 292).

4. İnsanın sorumlu olması akıllı bir varlık olmasından dolayıdır. Diğer hiçbir canlının yaptıklarından dolayı bir karşılığa müstehak olmamasının karşısında insanın yapıp ettiklerinin karşılığı olarak ceza ya da mükâfat bulacak olmasının nedeni, ona diğer varlıklardan farklı olarak aklın verilmiş olmasıdır. Dinin herhangi bir fiil hakkında teşvik ya da sakındırma yönlü bildirileri, fiillerin pratikte taşıdıkları fayda yahut zarar dolayısıyladır. Bu durumun inkâr edilmesi ise zarûrât-ı dîniyyeyi inkâr anlamına gelecektir. Bundan dolayı fiiller kendi mahiyetlerinde bu nitelikleri taşıyor olmalıdırlar. Eğer böyle değilse dinin fiillere dair emir ya da yasakları, sorumluluğun önkoşulu olarak irade hürriyetinin varlığını boşa çıkarmaktadır (Zenekî, 2001: 123).

Mutezile’nin hüsün ve kubuh meselesinin ontolojik boyutuna yönelik olarak ileri sürdüğü görüşler, epistemolojik açıdan hüsün ve kubuh meselesine yaklaşımlarının temelini oluşturmuştur. Mutezileye göre insanın algıladıkları gerçekle birebir örtüşmektedir. Buna göre fiillerdeki hüsün ve kubuh özellikleri hakiki birer varlığa sahip olduklarından, aklın bunları bilmesi, zorunlu olmaktadır (Abdülcebbar, 1962: 70). Mutezilîler, fiillerdeki iyilik ve kötülüğün ilâhi bildirim olmaksızın akıl vasıtasıyla bilinebileceği temel tezi etrafında, epistemolojik açıdan hüsün ve kubuh meselesi üzerine kanaatlerini beyan etmişlerdir. Kadı Abdülcebbar, konunun her iki yönüne de işaret ederek şöyle söyler:

“Allah’ın bildirmesi bir şeyin çirkinliğini de güzelliğini de gerektirmez. Allah’ın bildirmesi sadece aklın bilmesinde olduğu gibi, söz konusu fiilin durumunu delalet yoluyla ortaya koyar. Zira bir şeye delalet etmek, o şeyin bulunduğu duruma delalet etmek demektir. Yani o şey delalet sebebiyle öyle olmaz. Bunun gibi, bir şeyin bilinmesi de o şeyin kendisine taalluk eder. Yani o şey, bilinmesi sonucu öyle olmuş değildir. Aynı şekilde doğru haberde de durum böyledir. Akıl ya da şeriatın bildirmesi ile bir şey güzel görülür ya da çirkin görülür demek, doğru değildir. Fakat bu söz ile akıl ve şeriatın o şeyin güzelliğine ve çirkinliğine delalet ettiği kast ediliyorsa o zaman doğru olur.” (1962: 64).

73

Eş’arîlerin hüsün – kubuhu işlerken bütün ahlâki yapıyı Allah’ın mutlak otoritesine bağlamaları, ahlâk sahasında aklın sadece bir anlama aracına indirgenmesine yol açmıştır. Özellikle ahlâki sahada aklın işlevselliğinin ihmal edilmesi, Mutezilenin asla kabullenemeyeceği bir durum olduğundan, Mutezililer geliştirdikleri ahlâk telâkkisinde bu düşünceyi karşılarına almışlar ve insan aklını ahlâk düşüncelerinin temel unsurlarından biri kılmışlardır.

Mutezile mezhebinin beş temel esasından biri olan adalet prensibine göre, insanın yaptıklarından sorumlu tutulabilmesi için öncelikle hür olması gerekir. Bunun ardından ise sahip olduğu hürriyet ile bilinçli bir şekilde iyiyi kötüden ayırt ederek ahlâki davranışa yönelmesi için, akıl sahibi bir varlık olması gerekir. Buna göre insanın mükellef olduğu her şey, aklının kavradığından ibaret olur (Abdülcebbar, 2006: 115– 119). İnsanın aklıyla kavrayamadığı durumlardan dolayı yargılanması Allah’ın adaletine sığmaz. Nitekim “Allah, her kimseyi ancak gücünün yettiği ölçüde mükellef kılar,” (Bakara Sûresi: 2/286) ayeti de bu düşünceyi destekler mahiyettedir.

Mutezileye göre Allah adildir ve bu adaletinin bir gereği olarak, kulları üzerinde keyfî tasarrufta bulunmaz. Allah’ın emretmesi ve nehyetmesi fiillerin zâtında bulunan hüsün ve kubuhtan dolayıdır. Bunun için insandan iyiye yönelip kötüden kaçınmasını talep etmek, sadece şer’î bir istek değil, aynı zamanda aklî bir istektir. Hüsün ve kubuh özellikleri fiillerin zâtında bulunduklarından, iyi olanı yapmak, Allah için de vaciptir. Örneğin sözünde durma fiili zâtında iyi olan bir fiildir. Dolayısıyla sözünde durmanın insanlardan beklenmesi mümkün iken, Allah’tan beklenmesi vaciptir. Çünkü Allah mutlak iyidir (Abdülcebbar, 1988: 133).

Bununla birlikte Mutezilîler, “şüphesiz Allah verdiği sözden caymaz” (Âl-i İmrân Sûresi: 3/9) ayeti mucibince Allah’ın va’îdinden dönmesini caiz görmezler. İyi işler yapan kulu mükâfatlandırması ve kötü işler yapan kulu cezalandırmasının Allah üzerine vacip olduğunu iddia ederler. Bu konuda Allah’ın va’îdinden dönmeyle göstereceği lütfun, Allah’ın mutlak iyi olmasıyla ilişkilendirilerek izah olunamayacağını savunurlar.

74

Mutezile’nin bu iddiasının karşısında Ebu Hanife ve Zeyd b. Ali, Allah’ın günahları affedip affetmemede özgür olduğunu ifade ederler. Onlara göre, Allah’ın günahları affetmesi, Allah’ın cömertliğinin sonucudur; affetmemesi ise kişinin kendi iradesiyle işlediklerinin sonucudur. Bu görüşleriyle Ebu Hanife ve Zeyd b. Ali, Mutezile’nin Allah’a zorunluluk atfeden görüşlerinin karşısında durmuş, Allah’ın hiçbir şekilde vucûbiyet ile vasıflandırılamayacağını ortaya koymuşlardır. Bu iki âlimin görüşlerinden, Allah’ın günahkârlar üzerine affının mutlaka gerçekleşeceği anlamının çıkarılması yanlış olur. Bunun karşısında Mutezile’nin de sığ bir bakışla Allah’a zorunluluk atfetmediği de kuvvetle muhtemeldir. Onların bu tutumu, ahlâki bir gerekliliğin ifadesi olmalıdır. Aslında bu tutum konjonktürel bir refleks olarak da görülebilir. Zira bir günah sebebiyle kişinin imanını yitirdiğini dile getiren Hariciler’in ve bu görüşü bertaraf etme gayesiyle Allah’ın mutlak affedici olduğunu söyleyen Mürcie’nin karşısında Mutezile’nin, adalet ilkesi gereği cezayı hak edenin o cezayı çekmesinin zorunluluğu üzerine vurguda bulunması doğaldır. Mezhepler arası çekişmenin, karşı grubun sözlerini en olumsuz yönleriyle algılamaya neden olduğu düşünülürse, Mutezile’nin bu konudaki görüşünün böylesine katı bir bakışı yansıtır hale gelmesinin ardındaki nedenin, mezhep taassubu olduğu söylenebilir (Doğan, 2009: 189– 190).

Mutezileye göre Şâri’nin herhangi bir fiil hakkında emir ya da nehiy içeren ifadeleri fiilin özünde taşıdığı değerden kaynaklanır. Fiil özünde iyi ise Allah o fiili emreder ve yine özünde kötü ise Allah, o fiili yasaklar. Şu halde fiillerde zâti özellikler bulunduğuna ve insan aklı da bu özellikleri herhangi bir dış vasıta olmadan algılayabildiğine göre, vahyin işlevi ne olacaktır?

Mutezileye göre akıl iyiyi ve kötüyü bilir. Vahiy ise insanın bildiği iyi ve kötüyü pekiştirir. Ancak bu durum bütün fiiller için söz konusu değildir. Bazı fiillerin hüsün ve kubuh vasıfları, ilâhi bildirim olmaksızın salt insan yetenekleriyle kavranılamaz. Bu gibi fiillerin ahlâki vasıflarının tespiti için vahiy bilgisi zorunludur. Örneğin herhangi bir emir olmadan hayvanların boğazlanması insanlar nezdinde kubuh olarak değer bulur. Ancak hayvanların kurban edilmesi eylemi, aklın iyiliğini gerektirmediği halde Şâri’nin buyurması nedeniyle hasen olduğu kabul edilen bir fiildir (Bağdadi, 1981: 26).

75

Mutezileye göre fiiller idrak ediliş yönünden farklı özelliklere sahip olduklarından bütün fiiller için ahlâki değerini bilme noktasında aynı kaynağa başvurulmaz. Fiillerin ahlâki değerlerini bilmenin üç farklı yolu vardır.

Birincisi zorunlu akıl bilgisidir. Zorunlu akıl bilgisi, vahye ihtiyaç olmadan ve hatta akıl yürütmeyi bile gerektirmeden, kişi fiile muhatap olduğu anda iyiliği ya da kötülüğü kişinin zihninde hemen beliren eylemlerdir. Allah’ın varlığını ve birliğini bilmek, nimet verene şükür, adalet ve ihsanda bulunma gibi fiillerin hasen olduğu; Allah’ı inkâr, zulüm, cinayet ve vefasızlık gibi fiillerin kötü olduğu zorunlu akıl bilgileridir.

İkincisi istidlali akıl bilgisidir. Hasen mi kabih mi olduğu istidlal ile bilinen fiillerin özelliği, fiilin sabit bir hüsün ya da kubuh sıfatı taşımaması, fiilin ahlâki vasfını içinde bulunulan koşulların belirlemesidir. Bu tür fiiller, belli şartlarda hasen olurken belli şartlarda da kabih olabilmektedir. Örneğin adam öldürme fiili cânilik olarak yapıldığında kötü, Allah’ın adının yeryüzünde yüceltilmesi için cihad niyetiyle yapıldığında iyi olarak vasıflanır. Ya da yalancılık fiili aldatarak haksız menfaat elde etme gayesiyle yapıldığında kötü, ama bir masumu zalimin elinden kurtarmak için yapıldığında iyi olarak vasıflanır. Bunun gibi insanın aklıyla mevcut şartları değerlendirerek maslahatın fazlalığına binaen hakkında ahlâki değerlendirmede bulunabildiği fiiller, istidlâli akıl bilgisi kaynağına bağlı olarak hüsün ve kubuh sıfatlarıyla vasıflanırlar (Abdülcebbar, 1961: 30–31).

Üçüncüsü ise vahiy bilgisidir. Aklın, Şâri tarafından bildirilmedikçe bilmesi mümkün olmayan ibadetler, ibadetlerin çeşitleri, ibadetlerin yapılış şekilleri gibi bilgiler bu gruba girer. Akıl, bu tür bilgileri zorunlu olarak bilmediği gibi istidlâli olarak da elde edemez (Basrî, 1964: 886–887).

Mutezilenin aklı hâkim kılması ve vahyi ihmal etmesi söz konusu değildir. Zira Mutezileye göre bir müctehidin herhangi bir mesele üzerinde düşünürken takip etmesi gereken ilk aşama, aklın bu mesele üzerindeki yargısını tespit etmektir. Ardından aklın yargısının mutlak mı yoksa mümkün mü olduğunu belirler ve son olarak da bu mesele

76

hakkında şer’î bir bildirim olup olmadığını araştırır. Sonuçta şer’î literatürde aklın bu mesele hakkındaki yargısına ters düşecek bir unsur bulunmazsa aklın yargısına tâbi olur. Ancak şer’î bir ifadenin aklın hükmüyle çatışması durumunda aklın hükmü terk edilir ve dinin hükmüne tâbi olunur (Basrî, 1964: 908–909).

Mutezililer’in muhalifleriyle esas tartışma konusu, şeriatın olmaması halinde aklın hüsün ve kubuhu bilmesi meselesidir. Bu konuda Mutezile’nin akla verdiği konum, tayin yetkisini de içerir. Buna göre şeriat olmasa da insan, aklıyla iyiyi de kötüyü de bilir. Mutezileye göre insan aklı, iyiliği – kötülüğü idrak edebildiği gibi iyi olana yönelmenin, kötü olandan kaçınmanın gerekliliğini de idrak edebilir. Bunun sonucu olarak da, dinî davete muhatap olan ya da olmayan insan arasında sorumluluk olarak bir fark yoktur. Her biri iyi olana yönelmekle ve kötü olandan kaçınmakla eşdeğer mahiyette sorumludur. Akılla Allah’ı bulmak nasıl ki her koşulda gereklidir, aynı şekilde, amelde de tercihini iyiden yana yapmak her insan üzerine mecburidir (İzutsu, t.y.: 196-198).